12 Aralık 2016 Pazartesi

Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur

"Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi

Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur. Şehirler evlerden oluşur, kentler konutlardan. Şehirlerde insanlar sabahları rızıklarını temin etmek için işlerine giderler, kentlerde para kazanmak için plazalara. Şehirlerde insanlar istediklerinde hayatlarını yavaşlatabilirler, kentlerde yavaşlamaya yer yoktur. Durursan ezilirsin. Şehirler Mustafa Kutlu’dur, kentler Elif Şafak’tır, Noam Chomsky’dir. Ahmet Hamdi Tanpınarşehir inşa eder, kent ise imha” der.

Ben şehir ve kent ayrımını böyle yapıyorum. Sözlükler bize bu kelimelerin aynı anlama geldiğini söylese de farklı bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum bu ikisi arasında. Biri kanlı canlı, ruhu olan bir şey. Öbürü makineli, tuşlu, mekanik bir alet sanki.

Biz uzun süredir kentlerde yaşıyoruz çünkü şehirlerimizi elimizden alıyorlar. Şehri sadece nüfusu belli bir sayıdan fazla yer olarak düşünmeyin. Ben de zaten bu anlamda kullanmıyorum. Bir köy de şehirleşebilir ya da kentleşebilir. Bizim köylerimiz bile kentleşiyor artık. Mustafa Kutlu bu konuda “Evet dostlar, gayet yavaş seyretse de köylülük ülkemizde folklor gibi tükenme süreci yaşıyor” diyor. (Son düzenlemelerden sonra elimizde köy de kalmadı ya, hepsi ‘mahalle’ oldu.) Elimizde kalan küçük alanlara dahi saldırıyoruz, orayı refaha (!) erdirip kalkındırmak (!) için. Uzun mesele bunlar. Uzun uzun ve gönülle düşünülmesi gereken şeyler. Zaten gönülsüz, düşünmeden yapınca da durum böyle vahimleşiyor. Biri insanlarımızın, yöneticilerimizin gönlünü kapatmış sanki. Neyse...

Mustafa Kutlu bir gönül adamı. Hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum yazarı bana birkaç kelimeyle tanıt deseler önce ‘gönül’ sonra ‘kanaat’ derim. Zaten bu ikisi de bağlantılı şeyler değil mi? Gönülsüz kanaat, kanaatsiz gönül olmaz.

Mustafa Kutlu birçok şeye bu iki kavramla bakan biri. Yollara, ağaçlara, hayata… Bu kitabında da özelde İstanbul’u genelde Türkiye’yi anlatıyor yazar. Seçtiği konularla ilgili bize birer mektup gönderiyor. Kendisi bu kitabın ‘insan-şehir-mekan’ ilişkilerini okuyucularla paylaşan denemelerden oluştuğunu söylüyor. Bu kadar olumsuz tablo içinden bize bazen karamsar yönlerini gösteriyor, bazen içimize sevinç salan şeylerden bahsediyor kentleşmeye başlayan bu şehirle ve Türkiye’yle ilgili. Bazen yazılarını olumsuz sonla bitiriyor bazen çözüm reçeteleri söylüyor, kanaat ekonomisi diyor, tarım diyor, gönül diyor, maneviyat diyor. Bize de tüm bunlardan sonra okuyup bol bol düşünmek kalıyor.

Kitap yazarın her kitabı gibi Dergâh Yayınları’ndan çıkmış. Bendeki baskısı 2004 tarihli. İlk baskısını 1994’te yapmış. Bir gazetede yayımlanmış köşe yazısı dizisinin derlenip toparlanıp kitaplaştırılmış hali. İsmet Özel "Üç Zor Mesele" kitabında fıkra yazarının özelliklerinden bahsederken “Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınırlandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır” diyor. Kutlu tam da gerçek bir yazarda olduğu gibi ne gördüyse neye inandıysa onu yazıyor. Lafı gevelemeden, kendisi hakkında insanların ne düşündüğünü umursamadan yazıyor yazılarını. Bazen acı gerçekleri bazen kıyıda köşede kalmış güzellikleri. Yüz küsur yıl önce Ahmet Rasim’in "Şehir Mektupları" başlığını ondan ödünç aldığını söylüyor ve bu mektupları sadece İstanbul’da yaşayanlara değil, tüm Türkiye’ye gönderdiğini belirtiyor. İstanbul hakkındaki acı gerçeği ise daha kitabın başındaki şu bölümde gözler önüne seriyor: “Dikkat ediyorum da neredeyse yüz yıl sonra gözlemlediğim İstanbul’un sanki tasvire değer bir yanı kalmamış gibi yazılarımda tasvirden ziyade duygu ve düşünceler yer aldı. Bu, belki artık İstanbul’un birörnek yapılar, birörnek bahçeler, birörnek davranışlar ile modern olduğu kadar silik ve şahsiyetsiz mekanlar-unsurlar ile dolmuş olmasından kaynaklanmaktadır.

Yine İsmet Özel bu bir örnekleşmeyi "Üç Zor Mesele" kitabında ‘Bölünmek, Tektipleşmek’ başlığı altında “… dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor. İnsanlar aynı şeyleri elde edebilmek için birbirlerine düşman kesiliyorlar. Şartlanmaları müşterek, fakat müşterekliği birbirlerini anlayışla kabul etme yolunda değil, ferdiyetlerini kıskançlıkla korumak yolunda kullanıyorlar” şeklinde inceliyor.

Yazarın kitaplarında dikkatimi çeken başka bir durum bu kitapta da karşıma çıkıyor: turizm. Turizm deyince herkesin aklına dolar, ekonomiye katkı gibi ülke için olumlu görünen şeyler geliyor. Fakat Kutlu bu konuya, turizm deyince çizgi filmlerdeki gibi gözlerinde dolar işareti olanlar yönünden değil bir memleket insanı sevdalısı gibi bakıyor: “İnsanlarımızın ‘turizm’ uğruna kendi vatanlarında garip kalmaları veya ‘dolar’ karşısında bu kadar boyun bükmeleri üzerinde düşünülecek bir olgudur.

Bu konuda da İsmet Özel’in “Turizm dediğiniz şey, XX. asrın kolonyalist yaklaşımının en bariz tezahürüdür.” şeklinde bir düşüncesi var. Bunların düşünmeye değer şeyler olduğunu insanların görmesi gerekiyor. Ülkece en büyük hatalarımızdan biri bazı konuların Allah'ın emriymiş gibi tartışmaya kapalı olduğunu düşünmemiz. Misalen insanlar kalıplaşmış tarih bilgilerini nasıl sorgulamadan doğru kabul edip bunlarla ilgili bir ideologi bile benimsiyorlarsa turizm konusunda da belleklerinde bir ‘iyidir’ olgusunu geliştirmişler, gerisini sorgulamıyorlar. Ama Mustafa Kutlu ve İsmet Özel sorguluyor. Bu yüzden de Mustafa Kutlu ve İsmet Özel oluyorlar zaten.

İnsanlar özellikle son yüzyılda inanılmaz bir boşluktalar. Bu boşluk düşüncesinin nedeni niçini herkese göre farklılık gösteriyor. Çok parası olan da, yoksul olan da boşluğa düşüp psikolojik rahatsızlıklarla cebelleşiyor. -Kapitalizm her yanımızı sardı. Mezarlarımızı bile şehir dışına çıkartıp bizden ölüm duygusunu çaldı. İnsanın kendisini ölümsüz bir varlıkmış gibi kabul edip öyle yaşamasına zemin hazırladı. “İnsanlar sanki ölümü kanıksadı” diyor yazar bir denemesinde. Düşününce ne kadar ağır bir kavram ölümü kanıksamak. Yahya Kemal bu konuda “Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü / lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü” diyor. Kutlu’nun özellikle manevi-mücerret konulardaki düşünceleri okunmaya, hatta ezberlenmeye değer.- İnsanlardaki boşluk duygusunun sebebini kitapta “İnsanlara musallat olan ‘boşluk duygusu’ pek çok sebep ile birlikte, bir nebze de ayağını basabileceği sağlam bir toprak bulamamaktan ileri geliyor. Bu toprak inanç, dünya görüşü, fikir ve sanat planında algılanacağı gibi, bütün bunların şekil verdiği reel hayat planında da algılanabilir” şeklinde belirtiyor.

Mustafa Kutlu, rahatsızlık duyduğu ve -az da olsa- beğendiği bazı konulardaki fikirlerini yazmış Şehir Mektupları’nda. Yazının başında belirttiğim gibi İstanbul değil tüm Türkiye var bu kitapta. Belediyenin çalışmalarından tutun insanın yalnızlığına, bir mevlevîhâneden Sultanahmet’e, gökdelenlerin oluşturduğu tahribattan lüks yaşama, köyden kente göçün sonuçlarından, insanımızın ‘tatil’ anlayışına kadar. Ayrıca yakın zamanda açılan 3. Boğaz Köprüsü ile ilgili de fikirleri var yazarın daha 90’lı yılların başında yazdığı bu yazılarda. Bunun okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa yazarın tek derdi -kanaatimce- kapitalizmle birlikte kentleşen vatanımızın ve insanımızın çürümeye başlaması. Okurun bu çürümeye dahil olmamak için gerekli olan reçeteyi fikri anlamda da olsa kitapta bulabileceğini düşünüyorum. Ancak üzülerek görüyorum ki 22 yıl önce ilk baskısını yapan bu kitaptaki durumdan çok daha kötü durumdayız. Yine de yazara kulak verelim: Umut dağın ardında değil elbet, umut bizimle.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

9 Aralık 2016 Cuma

Tasavvuf, hayalperestlik değildir

Abdülkerîm Cîlî Hazretlerinden tasavvuf tarihinde meşhur muhakkik sufilerinden biri olarak bahsedilir. Türkçe'ye daha bir kaç eseri tercüme edilmiş Cîlî Hazretlerinin. Ülkemizde en bilinen eseri ise “İnsan-ı Kamil" isimli iki ciltlik eseridir. Daha önce Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin bir kitabını daha “Hakikat-i Muhammediyye” ismiyle çeviren Muhammed Bedirhan, önceki tercümesinde olduğu gibi, Nefes Yayınları'ndan çıkan Ariflerin Mertebeleri kitabında da iyi bir dil işçiliği ortaya koymuş.

Diğer dillerdeki eserlerin dilimize kazandırılması faaliyetlerinde maalesef kötü tecrübelere sahibiz. Uzun çalışmalar sonucu Türkçe'ye kazandırılan bir çok eser ne yazık ki irfanımıza kazandırılamıyor. Birebir çeviriler bilinen kelimelerden oluşan, anlamı çözülemeyen metinler olarak karşımızda duruyor. Burada bu faaliyeti isimlendirişimizin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Çeviri ve tercüme, aslında anlam dünyamızda aynı şeye işaret etmiyor. Tercüme, bir cümleyi diğer bir dilden tabir-i caizse anlaşılırcaya çevirme faaliyetidir. Çeviri olarak isimlendirilen metinlere geldiğimizde ise, bir çoğunun internet ortamında yapılan çevirilerden biraz daha anlaşılır olduğuna şahid olmaktayız. Bütün bu düşünceler çerçevesinde Muhammed Bedirhan'ın yaptığı tercüme, takdiri hakeden bir çalışma.

Kitaba gelirsek; Ariflerin Mertebeleri, Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin kendi tasavvufi tecrübelerine de yer vererek, sufilerin seyr u sülûkta geçtiği merhaleleri ele aldığı bir eser. Cîlî'nin ele aldığı bazı merhaleler salikin geçmesi gereken basamaklar, bazısı da Allah'a ermiş olanların seyirlerinde geçtikleri merhalelerdir. Bu sebeble Abdülkerim Cîlî'nin bu eserinin diğer saliklerin mertebelerini konu alan eserler içerisinde mümtaz bir yeri vardır.

Eser içinde seyr u sülûk merhalelerini 101 ana merhale olarak tespit ettikten sonra, bu merhaleler hakkında bilgiler verip, sufinin o merhalede büründüğü hali ve o merhalenin afetini anlatır Cîlî Hazretleri. Hazret, seyr u sülûkun bir sonu olmadığına ve bu yüzden hakikatte mertebelerden bahsedilemeyeceğine de işaret eder. O'nun bunu bilmesine ve ifade etmesine rağmen kitabını 101 makamı anlatmak üzere tesis etmesinin, bu yolda rastlanacak durakları insan idrakine sığdırabilmek adına olduğunu sanıyorum. Çünkü insan zihni hayali duraklar, basamaklar ve çizgiler çizmesi sayesinde bazı hususları bir parça daha iyi anlar. Buna örnek vermek gerekirse, dünya üzerinde olduğu varsayılan orta çizgi ekvator çizgisidir.

Belirtilen seyr u sülûk merhaleleri 101 ana mertebe olarak tespit edilmiş. Bu merhaleler içerisinde merhaleler vardır. Tıpkı şehirler gibi. Bu mertebeler ya da merhaleler hem sülûkta ilerleme ve Allah'a yaklaşma, hem de kulun mârifet kazanması ve Allah'ı bilmesi yolunda önemli unsurlardır. Bahsedilen her seyr u sülûk mertebesinde kul; âlem, nefs ve Allah hakkında mazhar olduğu tecelli ile yeni bir tahkîki bilgiye ulaşır.

Sâlikin geçtği her bir aşama, salikte bir bilgi doğurmasının yanında bir üst mertebeye geçmesine mani olacak bir tuzak da barındırmaktadır. Abdülkerim Cîlî Hazretleri, ele aldığı mertebelerin tuzaklarının, afetlerinin de neler olduğunu ve bu tuzaklardan kurtulmanın çarelerini de vermektedir. Bu hususiyeti dolayısıyla eser, bir bakıma sufinin yol rehberi ve kılavuzu niteliği taşıyor.

Kitabın sahip olduğu bir diğer husus ise seyr sülûkta geçilen basamakların bir sıra düzeni içerisinde sayılmamış olması. Cîlî Hazretleri bir mertebedeki tecellileri ve o tecellinin tuzağını söyledikten sonra, bazen bir sonraki mertebeyi söyler, çoğu zaman da sessiz kalır. Hazret bu sıralamayı ilahi emir gereği bu şekilde yaptığını, bundan dolayı kendisine karşı çıkılmamasını rica eder.

Kitapta ele alınan ilk merhale 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet et' merhalesidir. Buna ihsan merhalesi de denebilir. Cîlî Hazretlerinin kitaba bu şekilde başlaması, sufilerin ihsana verdikleri önemi gösteren bir işaret. 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet et' ifadesine Cibril hadisi olarak meşhur hadiste Hazreti Peygamberin ihsan tanımında rastlanır. İhsan, insanı kurtuluşa götürecek olan düzgün tavır, tutum ve fiiller olarak ifade edilebilir. Sufilerin en temel gayesi ihsanı tahakkuk ettirmektir. İhsanın gerçekleşmesi ancak ameli salih kılar. Bu salih amelin ecri olarak Allah kulunu daha önce bilmediği bir bilgiye varis kılar. Burada Hazreti Peygamber Aleyhisselam Efendimiz'in 'Bildiğini işleyene Allah bilmediğini öğretir' mealindeki hadisini hatırlayabiliriz. Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin anlattığı diğer yüz nazargâh, mertebe ya da merhale, bu manaya göre meydana gelir. Diğer merhale ve mertebelere açılan kapı, 'Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etme' yani ihsan kapısıdır.

Müellif Abdülkerim Cîlî Hazretlerinin kitapta en son ele aldığı mertebe ise Allah'ı idrak etmekten acziyet içerisinde olduğu şuurunda olmanın tahakkuk ettiği mertebe. Cîlî Hazretleri, bu merhaleyi ilahi marifetin son noktası olarak niteler.

Sülûk mertebelerinde gerçekleşen tasavvufî tecrübeyi muhtasar bir şekilde anlatan bu eserin, tasavvufun iç dinamiklerinin daha iyi anlaşılmasında büyük faydası olacaktır. Tasavvufî tecrübeyi bir hayalperestlik ya da hastalıklı bir dimağın hezeyanları olarak görenlere de bir cevap olabilecek bu eser, tasavvufun sağlam temeller üzerine bina edildiğinin göstergesi.

Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

8 Aralık 2016 Perşembe

İyilik var oldukça iyiler ölmez

"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?"
- Sure-i Rahmân 55/60

Her yıl bizleri muhakkak bir roman yahut hikâye kitabıyla selamlayan, kendini bir kez daha hatırlatan Mustafa Kutlu; bu kez keşmekeş içindeki toplumumuza çok önemli duyguları hatırlatıyor: merhameti, sevgiyi, iyiliği, yardımlaşmayı ve paylaşmayı. Bu duyguları hatırlatırken okuyucuyu aşırı bir iyimserliğe boğmadığı gibi, kendiyle konuşarak ve karakterlerini sık sık birbirleriyle konuşturarak kelimeler, sayfalar arasında bir sohbet halkası kuruveriyor farkında olmadan.

Hani Peyami Safa demiş ya "İyiler kaybetmez, kaybedilir" diye, bu aslında bir fakir avuntusu söz falan değildir. Bizim toplumumuzda iyiler daima baştacıdır ama kendilerini belli etmezler, orada burada iyiliklerinin bahsedilmesinden -doğal olarak- hiç hoşlanmazlar. Yananı olduğu gibi iyiyi de görür Allah. Yaşadığımız çağ itibariyle iyilik ne kadar meydanlardan, mahallelerden, sokak aralarından, komşu kapılarından çekildiyse; iyiler de birer birer toprak olup gittiler. Geriye kötülüğün sıradanlığı kaldı. Sıradan bir şey oluverdi kötülük, iyilik göze batar oldu. Ne denir ki? Kıyamet alameti.

Dört başrol oyuncusu var İyiler Ölmez'in. Sıtkı, Civan, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa ve Doktor. Mustafa Kutlu bu hikâye kitabını bir roman gibi kurgulamış ya da okuyucuya roman gibi hikâyeler sunuyor dersem haddi aşmış olmam diye düşünüyorum. Tüm başrol oyuncularının birbirleriyle ilişkileri var fakat bu ilişki çok önceden düşünülmüş bir kurgu gibi okuyucunun zihninde görünmüyor. Daha çok hayatın sıradanlığı, insanın hayattaki biricikliği ve insan-hayat dengesindeki kader faktörünün ağırlığı hissediliyor karakterler arası hikâyelerde. Zaten klişe çok abartılıyor gibi geliyor bana, belki de klişe hayatın bir gerçeğidir. Nitekim Kutlu, Civan öyküsünde şöyle diyor: “Kapıcının oğlu. Oh tam Yeşilçam. Olamaz, kapıcının oğlu olamazsın. Neden? Çok klişe oluyor. Ne yapayım yani, yalan mı söyleyeyim.

Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa öyküsünde ise sanki bu 'kendinle konuşma' hâli daha da derinleşiyor ve bir taarruza dönüşüyor. Öyle ki; son yıllarda Mustafa Kutlu kitaplarının birbirini çok takip ettiği, tekrar ettiği söylenegeldi. Oysa Mustafa Kutlu, sanatın hakikat yolunda işaretler göstermedikçe bir hiç olduğunu düşünen kıymetli kalemlerimizdendir, büyüklerimizdendir. Bir bildiği vardır. Kitapta kendiyle konuşarak öykü sırrını bizlerle paylaşıyor gibidir:

“-Sayın Kutlu bu macera kelimesi kelimesine 'Uzun Hikâye' adlı kitabınızda yer alıyor. Ancak oradaki fotoğrafçının adı Selâmi. Böyle bir tekrara düşerek yazdığınız metni bozduğunuzu düşünüyor musunuz?
-Yoo! Olur böyle şeyler.
-Nasıl olur?
-Benim kahramanlar laf dinlemiyor. Bazen böyle kılık değiştirip yazdığım kitaba sızıyorlar.
-Bu izah yeterli değil. Hikâyeyi zedeliyor.
-Elbette. Ama siz şu sanat denilen şeyi fazla ciddiye alıyorsunuz.
-Almayalım mı?
-Alın ama ölçüyü kaçırmayın.
-Nasıl yani?
-Sanat da tıpkı şu yalan dünya gibi bir oyun eğlenceden ibarettir. Uydurma bir şey. Kendinizi fazla kaptırmayın.
-Olmadı Sayın Kutlu. Sanatı bu kadar küçümsemeyin.
-Küçümsemiyorum. Eğer inanıyorsak sanat hakikate giden yolda bize yardımcı olur. Kalbimizi açar, bizi merhamet ve şefkat sahibi kılar. Kâinatın kitabını, yani temaşayı öğretir. Güzelliğin farkına varırız.”


Elbette sözcükler boyunca tanıdık Mustafa Kutlu ritmi, ahengi ve estetiği yüzümüze çarpıyor. Ancak zihnimizde bıraktığı tatlar tamamen hayattan, tamamen gerçek. Hep olduğu gibi. Nedir bunlar? Yoksulluk, keder, dürüstlük, makam tutkusu, yardımlaşma, paylaşma, muhabbet, aşk veya aşksızlık, doğa, kentsel dönüşüm, gelenekler, görenekler, adetler, kaybolan hassasiyetler, zamanın değişimi, ahlâkın yitişi... Tüm bunlar onun kaleminin ruhta yarattığı psikolojinin samimi birer taşları. Tekrar değil, ikrar belki.

Kitabın son öyküsü Dörtler Makamı, bu kitabı Kutlu külliyatında şüphesiz çok önemli bir yere koyacaktır. Her ne kadar onun son kitaplarında bu hikmetli, tasavvufî kokuyu alsak da, buradaki adeta zirveye ulaşmadır. Sanki sülûk tamamlanmış, derviş artık hakikatten marifet kapısına ulaşmış gibidir. İşte orada da bir tokadı gelecektir Yaratıcının. Onu da sabırla, merhametle göğüste yumuşatmak gerekir.

"Böyledir. Bizde iyiler ölmez. Evliya olup aramızda yaşarlar. Nitekim görüyorsunuz işte."

Sözün bittiği yerde hasret vardır, çünkü biz bu dünyada gurbetteyiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

7 Aralık 2016 Çarşamba

Teknoloji hayatı kolaylaştırır, peki kişileri aptallaştırır mı?

Teknolojik buluşlar hayatımızı kolaylaştırır. Peki ya kişileri aptallaştırır mı? “İnternet elbette kayda değer bir şey” diyor anarşist ve aktivist yazar Graeber, belki de her şey göründüğü gibi değildir.

50 yıl geçti, en iyi bilim insanlarımızın bize sunmayı başarabildikleri en iyi şey bu mu? Bizse gerçekten düşünebilen bilgisayarlar bekliyorduk!

Üniversitelerde bile “belgeler denizi” olmaktan ileri gitmeyen bilgisayarın ve internetin ortaya çıkış amacıyla, ulaştıkları sonuç arasındaki uçurumun büyüyor oluşunun altını çiziyor. Yazarın bu konudaki düşüncesi şöyle:”Bu noktada ben, hepimizin Silikon Vadisi’nin ve internetin doğuş efsaneleriyle büyülenerek gerçekte olup bitenleri göremez hale geldiğimizi düşünüyorum”. Kuralların Ütopyası’nda yazar, bu orijinal tezlerine açıklık getirmiş. Şirket bürokratlarının ittifakları ve finans dünyasına dair çarpıcı tespitleri var David Graeber’in: “Demek ki finansal teknoloji bir şaka olmaktan çıkıp toplumsal gerçekliğimizin belkemiği olabilecek kadar gerçeklik haline gelmiş.

R. Solnit’in de dediği gibi, “özgün bir siyaset düşünürü” ile karşı karşıyayız. Kapitalizmin bürokrasiyle olan köklü ilişkisini kitabında irdeleyen David Graeber, incelikli tahlilleriyle okurun gözünü açmayı hedefliyor. “Hiç unutmayın, her şey eninde sonunda değerle ilgilidir. Birilerinin en büyük değerimiz akılcılıktır dediğini ne zaman duysanız, bilin ki en büyük değerlerinin ne olduğunu itiraf etmek istemedikleri için öyle söylüyorlar.

Hata oranı sıfır olan makinelerin hayatımızdaki rolü irdelenmiş kitapta. “ATM’ler neden hata yapmaz hiç düşündük mü?” diye soruyor yazar. Ayrıca Graeber, pratikteki bürokrasinin, insan hayatındaki gerçek sosyal varoluş imgesine ters düştüğünün, insanı istatistiksel veriler, kurallar, formlar olarak etiketlediğinin dolayısıyla basitleştirdiğinin altını çiziyor.

Tarihsel açıdan piyasalar ya hükümet faaliyetlerinin, özellikle askerî faaliyetlerin yan etkisidir ya da direkt olarak hükümet politikaları eliyle yaratılmıştır.

Devamında “para”nın askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için icat edildiğini öğreniyoruz. Vizyon, kalite, inovasyon, liderlik, küresel adalet hareketi, bireysel faşizm, teknoloji, aptallık, hesap verilebilirlik süreçlerine dair yeni tezler öne sürüyor yazar.

Graeber “Yorumlayıcı emek” ifadesini ise şu cümlelerle açıklıyor: “İnsan ilişkilerinin çoğu -özellikle uzun dönemli arkadaşlıklar veya uzun dönemli düşmanlıklar gibi- fevkalade karmaşıktır, tarih ve anlamla doludur. Bunları devam ettirmek, sürekli ve genellikle ustalık gerektiren hayal gücü çalışması yapmayı, hiç durmadan dünyayı başkalarının gözünden görmek için uğraşmayı gerektirir.

Yaratıcılık, insiyatif, girişimcilik dilinin altında gizlenen bir dilden söz ediyor Graeber. Ona göre, bürokrat ruhun yansıması bu anlamsız dili oluşturuyor. Günümüz siyasi yaşamına özgün bir katkıda bulunacağına inanan yazar, okurunu bürokratik uygulamaların alışkanlık ve yeni anlayışlarla toplumu çepeçevre nasıl kuşattığını sorgulamaya davet ediyor. Antropolog, düşünür ve aktivist David Graeber, bu kuşatmanın şiddet içerdiğine de işaret ediyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

İncelikli kurguyla ve masalsı dille harflerin sırrı

Her şey kahramanımızın Fitzwilliam Müzesi’ndeki o sergiye gidişiyle başlar. “Mehmed Siyah Kalem”... Afişte gördüğü isim, o an hiçbir şey ifade etmese de Elif’in hayatını dönüştürecek bir isim olacaktır. Elif, sanat tarihi doktorasını yapmaktadır, ancak tezini yazarken tıkanmıştır. Cambridge’deki serüvenine Topkapı Sarayı Müzesi’nde üç aylığına devam edebilmek için tez danışmanı Prof. Bailey’i zor bela ikna eder. Bu süreçte hocasının ona tez danışmanı olarak önerdiği hukuk tarihçisi Lam Murat Hoca ile çalışacaktır. Kitapta, birbirine paralel kurgulu hayatlar anlatılıyor. Anlatılan, o en yüce duygunun dönüştürdüğü hayatlar aslında; kimi zaman doktora öğrencisi Elif’in ağzından, kimi zaman vezir kızı Esma’nın dilinden: “Ben Esma. Tebriz’in soylu ailelerinden birinin kızı ve Fazlullah Esterabâdî’nin karısıyım. Fazlullah hem kocam, hem de şeyhimdir.”. Hurufîlerin başıdır Fazlullah. Tarihte öyle bilinir. Daha sonra anlatıcı olarak Nasrullah girer devreye. Fazlullah’ın hem öğrencisi hem dostudur. Çeyrek asır boyunca... Fazlullah’ı kendine şeyh olarak bilmesi rüya yoluyla gerçekleşmiştir. Esma ile Fazlullah'ın evlendiriliş öyküsünü dinleriz ondan.

Elif’in Lam Murat ile tanışmasıyla birlikte olaylar biraz farklı biçimde seyretmeye başlar. Lam Hoca genç, bekâr ve karizmatik bir adamdır. Elif ondan etkilenmiştir. Ayrıca tahmin ettiğinden çok daha farklı, zeki, birikimli ve sıcak bir adamla karşılaşmıştır Elif. Lam, “Mehmed Siyah Kalem” ile ilgili tez aşamasında ona yardımcı olmak için elinden geleni yapmaktadır.

“Lamelif” kısmında Derviş Baba, Esma’ya bu harfin sırlarını şöyle anlatır: “Lamelif’i anlamak için hem Elif’in Lâm’ını, hem de Lâm’ın Elif’ini iyi bilmek gerekir. Lâmelif’te Elif ve Lam iki sevgili gibi kucaklaşır, ayakları birbirine dolanır. Bir araya geldiklerinde ikisi de birbirine doğru meyil eder. Bu meylin kaynağı aşk ve arzudur. Ancak Lâm bu babda Elif’te’ daha güçlüdür ve Elif’ten daha aşıktır. Minyatürlerin sahibi Mehmed Siyah Kalem’in yaşadığı çağın ve coğrafyanın bilinmezliğini çözmek o kadar da kolay olmayacaktır. Resimlerdeki belirgin bitki örtüsü bozkırdır. Yani Tebriz ve Herat gibi büyük şehirlerden herhangi biridir. Belki de İpek Yolu veya benzeri bir yöredir. Elif, resimlerin 14. yüzyılın ikinci yarısı ile 15. yüzyılın başlarında Tebriz, Herat veya Semerkant’ta yapılmış olabileceğini tahmin etmektedir. Lam, ona Timur zamanında kurulan saray akademisinden bahseder. Öyle öyle ilerler çalışmaları, ancak yavaştır ve somut delillere dayanmamaktadır.

Olaylar, Kalenderî derviş Nakkaş Mehmed’in Fazlullah’ın yanında tekkeye gelişiyle hızla gelişir. Mehmed sıtmaya yakalanmıştır. Doktor gelene kadar Esma onunla ilgilenir. “Aşk faslı”nda anlatılan, Hesna ile Esma’nın pencereden Nakkaş’ı görmeleriyle başlayan hikâyedir. Esma şöyle der: “Aşk tuzağı geldi, beni sarıp sarmaladı. Önce tenden geçti, sonra cana erişti. Aşk ile aşina oldum. Dert ile derman, birlik ile ayrılık hepsi bir oldu. Öyle ki göğsümde sabır ve şuur bırakmadı, can ülkemi baştan başa sarmaladı. Sevgiliden gelen cefa taşlarıyla kırıldı gönül kuşum. Sorarsanız, işte budur bütün suçum.” (Nedense buralarda Mesnevi okuyormuşum hissine kapıldım!). Roman, iki kadının odağında ilerliyor. Doktora öğrencisi Elif ve Fazlullah’ın eşi Esma. İkisi de, Nakkaş Mehmed’in ışığından gözleri kamaşan ve kendini ateşe vuran birer kelebek gibi onun odunda/n yanıyor.

Geçmişin anlatıldığı kısımları okurken Elif’in bulmaya çalıştığı ‘sırrı’ çözmeye çalışıyoruz. Kendimize ayna kıldığımız isimlerin aslında varlık kadar yokluk ile anlaşılacağını ve bu sırrın da ebedilik arzusuyla bağlantılı olduğunu öğreniyoruz. “Gözümü yumsam karşımda görürüm yârin yüzünü,/ Duyduğum her söz kulaklarımda yârin sözüdür./ Can-u ten gözüyle gördüm yârimi,/ Benim kalbim artık ilham yeridir.” diyen Esma’nın sözlerinde buluruz sanatın ‘ilham kaynağı’nı... “Merhamet faslı”nda söylendiği gibi, “Allah insanı kendi sureti üzerine yarattığına göre, insanın yüzündeki güzellik aslında ilahi güzelliktir. Bir insana aşık olan, ilahi güzelliğe aşık olmuş demektir. Unutma mecazi aşk, içinde ilahi aşkı da barındırır.” Yavaş yavaş sona gelinir. Elif, Lam’ın yardımıyla birçok sırrı çözmüş, çalışmasını tamamlamıştır.

“Yoğun” bir roman Kitab-ı Siyah Kalem. Öyle bir çırpıda özetlenebilir mi bilmem, ama kısaca şu söylenebilir: Gulyabanilerden demonlara, daha birçok konuyla ilgili bilgiler barındırıyor. “Hiçlik faslı”nda duraklıyor, şiirdeki gülün dikenlerini kalbinize batırıyor, bazı cümlelerin altını daha bir çiziyorsunuz. Lam’la birlikte, Timur hakkında “Bir insanın hem ruhunda bu kadar şiddeti barındırıp hem de şiiri, edebiyatı, resmi bu kadar sevmesi şaşırtıcı değil mi?” diyorsunuz. İncelikli bir kurguyla, geçmiş ve gelecek arasındaki gidiş-gelişlerle; bir ‘ürkeklik kuşu’ sembolüyle, kimileyin masalsı bir dille; harflerin sırrına ermeye çalışarak, "her bulmaca çözümünü de kendi içinde barındırır."

Sen, ilk ışığın kaynağı olan harfleri övgüyle an...” cümlesinde bir sır yok mu sizce de?

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

5 Aralık 2016 Pazartesi

Yas, kin ve sevgi hep diri kalabilir mi?

"Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile anlatmadım."
- Marco Polo

"Bazı yaralar var ki, kapanmış olsalar bile, dokununca sızlarlar."
- Ivan Turgenev

İşlediği her temayı güçlü biçimde şiirlerine aksettirmiş bir şair Kemal Varol. Her şiiri bin kefaret gibidir. Şairin üç de romanı var; Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var. Jar; Kürtçe "zehir", Arapça ise "komşu, yakın" gibi anlamlara geliyor. Daha evvel Sel Yayıncılık'tan çıkmıştı, artık İletişim Yayınları neşrediyor. Hem bedeni hem de ruhu yaşlı iki adamın, İçli Halil ile Rahatsız Kamil'in kinlerini, sevgilerini, öfkelerini, anılarını anlatıyor. Peki nerede? Kemal Varol'un düş dünyasında meydana getirdiği Doğu'da bir kasabada, Arkanya'da.

1980 darbesi henüz geçmiş fakat sıkıyönetimin halkın üzerindeki darbeleri henüz geçmemiş. "Sıkıyönetim vardı memlekette. Beş kişinin aynı ayak izini yürümesi dahi suç kabul ediliyordu" diyor anlatıcı. Herkesin mutlaka bir acısı, öfkeye maruz kalmışlığı, şiddetle 'terbiye' görmüşlüğü var bu kasabada. İki yaşlı adamın ise öyle bir geçmişi var ki birbirleri üzerinde, her gün karşılıklı iki meyhanede masalarına kurulup birbirlerini izliyorlar. Aslında bu bir izleme değil, daha çok bakışların taarruz emriyle ateş edip etmeme arasında verilemeyen kararsızlık. Anlatılan geçmiş yalnız bu iki adamın değil, bir toplumun geçmişi. Tüm dertleri saçlarının aklarına bile düşmüş insanların geçmişi.

"İnsanın derdi kalbinden önce insanın saçlarına vururmuş. Yürüyüp gittiği köy yollarında bir gecede saçları beyazlayan nice dert sahibini dinlemiş İçli Halil. Erkekler için iş kolaymış. Uzar uzamaz saçlarını kesermiş erkekler. Kadınlarsa saçlarıyla beraber dertlerini de uzatırlarmış. Babaları o saçları çekip onları döverken de, anneleri sarı taraklarla onları tararken de, bir erkeğin kocaman elleri onları okşarken de nerede kırıldıklarını, hangi ellerde yıprandıklarını, hangi aşkla beyazladıklarını asla unutmazmış kadınların saçları."

Konuşmuyor bu iki öfkeli ve yaşlı adam. Sanki öfkeleriyle beraber dilleri de yaşlanmış, konuşmaya mecalleri kalmamış gibi. Kahvede, meyhanede ya da yolda onları görenler bu iki adamın hikâyesini merak ediyor. Fazla elektrik yediğinden Elektro lakabını almış Cemil, tüm meraklılara bazı hikâyeler anlatıyor bu adamların geçmişleriyle ilgili ama kimse inanmıyor. Diğer taraftan, Rahatsız Kamil’in oturduğu Kazablanka meyhanesinin sahibi Hayri Abi, İçli Halil’in yerleştiği Duble Meyhanesi’ni işleten kardeşi ile yıllardır küs. Okuyucu her an tetikte çünkü büyük bir dolmayı yutabilir. Hikâyeler karışabilir, belki de karışmayabilir. Aslında Elektro Cemil'in dediği gibi; belki de anlatılan en son hikâye gerçek olanıdır. Kim bilir?.. Zaten dertler bile eskiden dertmiş, hikâyeler eskiden hikâye, anılar, hatıralar, çekilen çileler hep eskiden gerçekmiş.

"Eskiden her yer bu kadar uzak değilmiş. Gitmek istediğin yer neresi olursa olsun çabucak gidermişsin. Gidilmek istenen mesafe saatlerle değil, günlerle tayin edildiği için kimsenin aklından zamanı ölçmek geçmez, bunun için telaş etmezmiş. O zamanlar kimse varacağı yer için dertlenmezmiş açıkçası. Yolda geçen zaman da varılan yere dahil edilir, o yol boyunca yaşananlar varılacak yerin, yapılacak işin, görülecek hesabın bir parçası sayılırmış. O yüzden de eskiler bizden çok daha geç varsalar da uzağa, bizim kadar söylenmezmiş."

Kitaptaki her yeni hikâye okuyucuyu hem lezzetli bir kurguya çekiyor hem de kafaları allak bullak ediyor. Hangisi gerçek, hangisi sahte? Yoksa hepsi birer öğüt mü? Belli olmuyor. Tüm hikâyeyi eteklerine dizmiş Makam Dağı ise romana ayrı bir hava katıyor. Bazen sert bir rüzgâr esiyor oralardan, bazen kopkoyu bir ezan yankılanıp geri dönüyor kasabaya. Rıfkı Amca ve Sami konuşuyor, biz de onları yalnızca kafamızı sallayarak onaylıyoruz.

"Bu bina tam bir sanat harikası, dedi Rıfkı Amca. Sami sırtını çevirip her tarafı dökülen gar binasına baktı. Bunca yıldır bu binadaydı ama harika bir tarafını görememişti. "Sahiden mi?" diye sordu. "Sahiden ya," dedi Rıfkı Amca, "kalmadı böyle garlar." 
- Ben niye göremiyorum harikalığını peki?
- Göremezsin tabii!
- Neden?
- İnsan kendi hikayesini bilemez de ondan. O yüzden hep başkalarının hikayelerini anlatır."

Son cümlesine kadar kan kusup kızılcık şerbeti içtim, diyen bir roman Jar. Öyle gözyaşlarını içine akıtanların romanı falan değil, İsmet Özel'in "gözlerim nemli değil, gözlerim namlu" demesi gibi. Her yeni bakışta, eskimeyen bir şey ölüyor sanki.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Aralık 2016 Cuma

Sanatçı kimdir, sanat nedir?

Her İnsan Bir Sanatçıdır” kitabı, Coomaraswamy'nin "Sanatçı özel tür bir insan değil, her insan bir sanatçıdır" sözüyle başlıyor. Bir seçki olarak da görebileceğimiz kitap, geleneksel medeniyetlerde üretilen sanatın anlaşılması adına yazılmış makalelerden oluşuyor. Kitaba yazdığı önsözde, Seyyid Hüseyn Nasr da, eserin bu yönüyle birlikte, insan olmanın gerçek doğasının anlaşılması ve insan olmanın ne demek olduğunun bilinmesi bakımından da büyük öneme sahip olduğunu söylüyor.

Hüseyn Nasr ve gelenekselci ekole göre insan olmak, dünyada ilahî sureti yansıtmaktır. İnsan, insan olmak marifetiyle yapar ve yaratır, kendi aslî tabiatına sadık kalmak suretiyle de geleneksel sanat üretir. Geleneksel sanat ise yeryüzünde İlahi Sanatçı'nın yani bir güzel ismi de Sâni olan Allah'ın hikmet ve cemalini yansıtır. Geleneksel sanatçı, tabiat olarak hakikatlere batınen açık bir varlıktır. Geleneksel ekole göre sanat, belli bir türe ait faaliyet değildir. Gelenekselciler, dünyada her şeyin kendisine ait bir sanatının olduğunu ve sanatın geleneksel kurallara göre yaşanan hayatın ta kendisi olduğunu savunur.

Seyyid Abdülkadir Geylânî Hazretleri de Fethu'r Rabbanî isimli vaazlarının toplandığı kitapta, kulluğun bir sanat olduğunu ifade eder. Bu ifade gelenekselci ekolün dayanaklarının daha çok İslam dininin tasavvufi yorumunda bulunduğunu gösteriyor. İki ifade de kelimeler farklı olsa da mana bakımından paralellik gösteriyor. Zira kulluk hayatın tüm alanlarını kapsar.

"İnsan yeryüzü hayatında manevi olan tabiatını ve her şeyin manevi tabiatını gerçekleştirme misyonu ile görevlendirilmiştir" diyor kitabı derleyen Brian Keeble. Ona göre bu misyon sadece uzmanlaşmış bir seçkinler grubunun malı olmayıp, tam manası ile insan olmanın alametidir. Sanat işçiliğin kurallılığı ve mükemmelliği anlamına gelir. Gerçek sanat Keeble'a ve gelenekselci ekole göre, insanların gerçekliğin kutsal tabiatı ile olan asli ve olmazsa olmaz münasebetlerini, uygun bir geçimin gereklilikleri vasıtasıyla gerçekleştirdikleri araçsal vesileler olarak ifade edilir.

Brian Keeble, bu şekilde ifade ettiği sanatın git gide bambaşka bir boyuta taşındığına işaret ederek, modern dünyada sanat olarak sunulanların, çoğunluk tarafından anlaşılmaması ve yaratıcısının istisnai (!) şahsiyetinin tanıtım ve reklamını yapmaktan öte bir amaca hizmet etmediğini ve bunun yanı sıra çoğu insanın herhangi bir sanata etkili bir iştirakten de dışlandığını vurgularken, böylesi bir ortamda sanatın tabii olarak tanımının da imkânsızlaştığını ifade ediyor.

Bu ifadeler Brian Keeble'ın kitap için yazdığı giriş bölümünde anlattıkları. Kitabın devamındaki makalelerde bu husus pek zikredilmiyor. Bendeniz zamanımızın sanat anlayışına doğrudan bir eleştiri olduğu için kitabın bu kısmını ele aldım. Keeble, geleneksel felsefede sanatın zihnin bir erdemi veya alışkanlığı olarak anlaşıldığı, fakat durumun Rönesans’la birlikte değişime uğrayarak, yerini seçme bir "şeyler kategorisine" işaret eden anlayışa bıraktığından yakınır. Yavaş yavaş zihinlerde yerleşen bu düşünceye göre, kendisine sanatçı denilen kişiler, istisnai bir mizaç ve yaratılışa sahip insanlar olarak lanse edilir.

Bu durumun Keeble'ın ifade etmediği ilerleyen sürecinde ise sanatçı olarak kabul edilen ve el üstünde tutulan kişi, kendisinin istisnai bir şahsiyet olduğunu çok sürmeden kabul eder ve kibrin doruklarına yaptığı köşke yerleşir. Bundan sonra kendisinin yekta bir kişi olduğunu kendi ağzından duymaya başlarız. Kimisi "dağdaki çobanla benim oyum bir mi?" diye sorarak, kimi de insanların kendisini anlamadığını, toplumun bir ahmaklar yığını olduğunu gerek açık açık söyleyerek, gerekse ima ederek istisnai şahsiyetlerini (!) takdis ederler.

Geçtiğimiz günlerde bu sitede yayınlanan Ali Saran'ın kaleme aldığı, "Bugünün Yıldız Algısına Neler Sebep Oldu?" isimli yazısı da sanatçı olarak kabul edilen kişinin hem istisnai, hem de imtiyazlı bir şahsiyete dönüşmesinin hikâyesini anlatıyordu. Orada, daha önce hanendeler ve sazendeler bir arada oturarak sanat icra ederken, sonraki zamanlarda hanende ayağa kaldırılarak bir kaç adım ileri çıkartıldığından bahsediliyordu. Bu bir kaç adım ileri çıkmak hanendenin sanatın daha üst düzeyini icra ettiğini mi gösterir? Sazendeler fotoğrafın arka fonu mu? Ya da resimden misal verirsek, hanende ressamın fırçasından çıkanken, sazendeler tuval mi? Eğer böyleyse "Hangisi üstündür?" sorusu baş gösterecektir.

Yakın zamanlarda çekilen bir filmde de şarkı söyleyen üç sincap konu ediliyordu. Bu sincapların menejeri içlerinden birini bir adım öne çıkarıyordu. Öne çıkarılanı, o güne kadar normal bir sincapken, daha sonra kendini bir yıldız olarak görmeye başlıyor ve diğer iki sincaba karşı kibirli tavırlar takınıyordu. Hiç şüphesiz bu sincabın tavrının bugünün sanatçıları olarak gösterilen insanların tavırlarıyla birebir aynı olduğunu müşahede edebiliriz.

Modern sanat, bir şeyin sanat olarak kabul edilebilmesi için, ortaya konan şeyin 'acayip' zaman zaman da 'absürt' bir şey olmasını tabir-i caizse şart koşuyor. Mesela Marcel Duchamp bir pisuvara "R. Mutt 1917" yazarak, onu bir sanat eseri olarak insanların önüne sürebiliyor. Yine modern zamanlarda Hattat Hasan Çelebi'ye cumhurbaşkanlığı tarafından kültür ödülü verildiğinde, kendisinin bir sanatçı, hattın ise sanat olup olmadığı tartışılmıştı. Bütün bunların arasında sanatın ne olduğu hiç bir zaman bilinemeyecek gibi duruyor. Bir şair için hiç bir zaman iyi şiir yazmak yetmiyor. Bunun yanı sıra iyi bir pazarlamacı da olması gerekiyor. Aksi halde kitabını bastıracak yayınevi bulamıyor. Artistlikle ve kibirle desteklenmeyen sanat ne yazık ki modern zamanda kabul görmüyor. Bütün bunlardan sonra kitaba dönersek, Rene Guenon'un "İnisiyasyon ve Zanaatlar" ismiyle kaleme aldığı yazı, sanatın bir süluk, bir ruhu terfi ettirme aracı olduğunu işlediği yazı, geleneksel sanatın insana bulunduğu halden daha yüce bir insanlığa taşınabilme imkânı bahşettiğini ifade ediyor. Günümüz sanatının yapıcıları bu inisiyeden maalesef mahrumdurlar. Zira ortaya koydukları ruhlarının karanlığını izhar ettikleri ürünler olarak karşımıza çıkıyorlar.

Roman okuyucularının büyük kısmının baş tacı ettikleri William Faulkner bütün modern sanatçılar adına bunu bir röportajında açık açık ifade ediyor: "Sanatçı, kötü ruhların yönlendirdiği bir yaratıktır. Neden onu seçtiklerini bilmez ve genellikle de bunu merak etmek için fazla meşguldür. Yapıtını ortaya çıkarabilmek için herkesi ya da her şeyi soyacak, onlardan ödünç alacak, dilenecek ya da çalacak kadar ahlaksızdır."

Kötü ruhların yönlendirmediği sanatçıların ve sanatın ne olduğu hakkında malumat edinebilmek, kimseyi soymadan ve çalmadan nasıl sanat yapılabileceği ve geleneksel sanatın ne olup, ne olmadığı bilgisini farklı isimlerden öğrenebileceğimiz bir eser olarak önerebiliriz "Her İnsan Bir Sanatçıdır" isimli derlemeyi.

Ahmed Sadreddin
twitter.com/ahmedsadreddin
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.