9 Nisan 2015 Perşembe

Hukukun kaynağı nedir?

Hukukun ana ilkelerinin kaynağı “aksiyoloji-değer” fikrine dayanmakta, ilkelerin normlara dönüşmesi ise tarihi ve sosyal etkenlerden beslenmektedir. Pozitivizmde normlar genel uzlaşma ile belirlenmektedir. John Austin’in pozitivist hukuk teorisindeki tanım şudur: kendisine alışılagelmiş bir biçimde itaat edilen ancak kendisi başka hiçbir güce itaat etmeyen egemen gücün emirleri “hukuk”tur. Bu durumda egemen gücün belirlediği normların kaynağı nedir? Egemen gücün normlarına onun egemenlik gücünün şiddeti gereği mi boyun eğmeliyiz? Yoksa egemen gücün de bağlı olduğu bir üst ilke var ve O (egemen) bu ilkeleri ve ilkeye bağlılığını toplumun hakkaniyet olarak gördüğü şekilde tatbik ettiği için mi meşruiyet doğmaktadır?

Hart’a göre, egemen gücün zorlayıcı kurallarının hukuku oluşturduğu düşüncesi hukuk sistemini açıklamakta yetersizdir. Hart’a göre öncelikle, hukuk kuralları yönetilenlerle beraber, kuralları koyanlara da uygulanır. İkinci olarak, Austin’in hukuku salt buyruklara dayandıran kuramı, yargıya veya yasamaya takdir yetkisi veren veya yasal ilişkiler yaratan hukuk kurallarını kapsayamayacak kadar dardır. Üçüncü olarak, bu teori, diğer kurallardan çıkış kaynakları bakımından ayrılan bazı hukuk kurallarını açıklayamamaktadır çünkü söz konusu kurallar açıkça belirlenmiş yasal süreçlerle veya buna benzer herhangi bir yolla ortaya çıkmamaktadır. Son olarak, Hart’a göre yerleşmiş bir alışkanlıkla itaat edilen ancak her türlü yasal sınırlamadan bağışık olan bir egemen güç tarifi de yetersizdir. Zira modern bir hukuk sisteminin daimi yasama otoritesini açıklayamamaktadır ve egemen güç yalnızca modern devletteki yasama organı olarak da anlaşılamaz. Hart’a göre hukuk kuralı ile silahlı soyguncunun buyrukları birbirinden ayrılmalıdır. Soyguncuların verdiği emir emrin yöneldiği kişi için bir tehdit içerdiğinden kişi “egemen” olarak ortaya çıkan soyguncuya istediğini vermek “zorundadır (tobe obliged to).Oysa hukuk kuralında kişi kuralın tarifine uymakla “yükümlüdür (to have an obligation to).” (*)

Egemenin meşru iktidarı ile meşru olmayan iktidarı arasındaki fark iki ayrı “buyruk” ortaya çıkarmaktadır. Böylece buyrukla muhatap olanın “zorundalık” hali ile “yükümlülük” hali arasında tefrik yapılması gerektiği belirlenecektir. Suç şebekelerinin buyruğunda bir ahlâk aranamayacaktır.

Şimdi başka bir probleme değinmek istiyorum:

Başkasına zarar vermeyen ve yetişkinler arasında rızaya dayalı aleni olmayan ahlâk-dışılıklar cezalandırılmalı mı? Hart, bu soruya “ceza hukukunun ahlâkı dayatmak için meşru olarak kullanılabilip kullanılamayacağı” hakkında ılımlı ve uç olarak tanımladığı iki tezin cevap verdiğini hatırlatır. Ilımlı kuramı şöyle belirler: “bir toplumun ahlâkının onun varlığı için gerekli olduğu gerçeğini bir kez kabul ettiğimizde, ahlâka aykırı herhangi bir fiilin alenen icra edilmese de, uzun erimde mutlaka zararlı olacağı açık hale gelir; çünkü bu, toplumun dayandığı ahlâkî ilkeleri tehdit eder ve dolayısıyla toplumun varlığını tehlikeye sokar” (Hart, 2014: 55). Sonuç olarak Hart, ılımlı görüşün “ahlâkın muhafazası için gereksinildiği varsayılan dayatımı, toplumun varlığı için gereklidir ve bu nedenle meşrudur” yaklaşımında olduğundan bahseder. Öte yandan Uç tezin çok fraksiyonize olduğunu ama aralarında ortak noktanın “ahlâkın dayatımını ya da onun muhafazasını sadece toplumun varlığının korunmasındaki yararlı etkilerinden dolayı değerli saymamak” olduğunu ifade eder. Hart’a göre toplumun ortak/geleneksel ahlâkı değişebilir ve bu değişme halinde toplum mahvolmuş ya da yıkılmış olmayacaktır. Bu durumda “herhangi bir ahlâksızlık, aleni olmadığında bile toplumun varlığını tehdit eder” yolundaki beyan, ampirik bir beyan değil gerekli bir gerçeklik olarak yorumlanmalıdır. Böylece toplumun süre giden varlığı onun ahlâkının muhafazasından farklı bir şey olmaz. Hart, “ahlâksızlığın kötülüğüne onun cezası olarak eklenen ıstırabın kötülüğü bir ahlâkî iyi oluşturur” şeklindeki iddianın mantıklı olmadığını ve bir dayanağı bulunmadığını ifade eder (Hart, 2014: 61). Bu probleme kendi inanç dünyamızdan nasıl cevap üretebiliriz? Hart’ın sorusu “Başkasına zarar vermeyen ve yetişkinler arasında rızaya dayalı aleni olmayan ahlâk-dışılıklar cezalandırılmalı mı?” şeklinde kurgulanmıştır. Biz öncelikle ahlâkî sapmaların “başkasına zarar vermeyen” eylemler olduğu fikrine karşı çıkıyoruz. Her ahlâkî sapma toplumsaldır ve mutlaka başkasına zarar vermektedir. Hart kitabında özellikle cinsel sapmaları konu edinmekte rızaya bağlı olarak yapılan gayrı ahlâkîliklerin alenileşmedikçe zarar oluşturmadığı yorumuna dayanmaktadır. Bir cinsel etkinlik, bir başka kişiyi sadece cinsel tatmin aracı olarak kullanıyorsa sapkındır. Bir cinsel etkinlik, bir başka kişiyi para kazanma aracı olarak kullanıyorsa bu da sapkındır. Bir cinsel etkinlikte erkek bir başka kişiyi kullanma ya da kendini kullandırma durumuna düşmüşse o erkek değildir. Bir erkeği erkek yapan şey eşinin kadın olmasıdır. Bir kadını da kadın yapan şey eşinin erkek olmasıdır. Bu iş feta’yla olur. Temelinde sapma olan bir cinsel etkinlik evlilikten gelen yükümlülükleri iptal ederek toplumsal hakları ihlal etmektedir. Gerek toplum ve gerek ise egemen bu ihlali dolaylı yollardan “cezalandırabilir.” Osmanlı toplumunda bekâr insanların mahallelerde ikamet edememesi, bekârların tımar sisteminde yer alamaması toplumsal anlamda ceza oluşturmaktaydı. Bununla cinselliğin evlilik içinde yaşanması, üretim biçiminin devamlılığı sağlanmakta ve böylece iktisadî-sosyal tedbirler alınmış olmaktaydı. Diğer taraftan “bekârlık vergisi” denilebilecek bir vergilendirme de bu işi mali cezaya bağlayabilirdi. Nitekim erken Cumhuriyet devrinde böyle bir ceza için yasa teklifi vardı. Yozgat Milletvekili Süleyman Sırrı Bey tarafından 1929 yılında verilen bir kanun teklifi, “Bekârlık Vergisi” adı altında yeni bir vergi öngörüyordu. Tasarıya göre 25-45 yaşları arasında bulunan tüm bekâr erkekler ve 20-35 yaşları arasında olup resmi bir daireden maaş alan tüm bekâr kadınlar ödedikleri verginin bir mislini bekârlık vergisi olarak verecekti. Yasa kabul edilmedi; aynı kanun teklifi 01.04.1941’de tekrar verildi, ancak yine kabul görmedi. Ahlâk bir dayatma değildir. Ancak bir topluluk kendi varlığını korumak için ahlâkî ortak değere bağlanmışsa ahlâk dışılığı tercih eden kişileri aralarına almak zorunda değildir. Buna göre ahlâk bir halk oluşturur; ahlâk dışılık ise toplum-yığın istemektedir. Halk’ın yığın olmamak gibi bir hakkı vardır; buna uygun tedbirleri de alabilir. Hukukun kaynağı ahlâktır. Bunu şöyle kanıtlayabiliriz: Eşitlik gibi pozitif hukuk ilkesi haline gelmiş bir ilkenin gerçekleşmesi için tarafların eşit olmasa bile birbirine eşit davranma kaygısı ile hareket etmesi gerekir. İşte bu kaygı buyruk’tan değil ahlâkîlikten gelmektedir.

Lütfi Bergen
twitter.com/BergenLutfi
* Koray Güven, “Hart-Dwarkin Tartışması” başlıklı makalesinden alınmıştır.

26 Mart 2015 Perşembe

Mesnevi okuyup sigara içen mütesettir kızlar beni neden sevmezler Erkan?

İzdiham, son yıllarda kâh yayınlarıyla kâh dergisiyle genç olsun şiir yolculuğunda kendini ispatlamış olsun bazı şairleri Türk edebiyatıyla buluşturuyor. Bu buluşmada hassas bir nokta var: İzdiham'dan şiir kitabı yayımlanmış, yayımlanacak olan hiçbir şair pıtrak gibi ortaya çıkmamış. Yıllardır edebiyat dergilerinde şiirleriyle yahut yazılarıyla çalışkanlığını göstermiş. Çalışkan olmak ne kadar şerefli bir şeyse o kadar da başa bela getiren bir şeydir. Derdinizi izah etmek için hem nazımı hem nesiri tercih ettiğinizde bu çalışkanlık yanlış anlaşılabiliyor. Çünkü ülkemizde hâlâ "Şair sen sus, otur şiirini yaz!" gibi abuk subuk bir terane dolaşıyor. Dönen milyonlarca dolaptan biri bu. Susmayan şairlerden biri de Süleyman Unutmaz. 1977'de konuşmaya başlamış, söyleyecek çok şeyi var. Hem de Fena.

Naçizane; 2014 yılında yayımlanan şiir kitapları arasında en çok Onur Bayrak'a ait "Şairi Öldürdüler" adlı kitabı beğenmiştim. 2015 yılında ise Süleyman Unutmaz'ın "Fena"sını. Yılın henüz bitmemiş olması umurumda değil zira muhatapla yapılan bütün muhabbetin akıbetini ilk cümle belirler. Coen kardeşlerin 2009'da gösterime giren "A Serious Man" filmini belki beş kere izlemişimdir. Şairin kitaba bu filmden bir replikle başlaması, okuyucunun gönlüne neler getireceğinin fragmanı gibi: "Bize cevapları vermeyecekse neden soruları hissettiriyor?"

Altı bölüme ayrılan kitap Münacat ile başlıyor. Şairin bu şiirdeki "Ve bana göster rüyamda sonsuzluğu" dizesi Yahya Kemal'in "İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar" dizesine bir reddiye gibi. Oldukça da doğru bir reddiye. İsmet Özel, Üç Mesele adlı eserindeki "Rüya ve Siyaset" serlevhalı makalesinde, Yahya Kemal'in bu sözünden hoşnutsuz olduğu belirtir ve noktayı şöyle koyar: "Bir uyanıklık, bir teyakkuz olan rüyayı övüyorum ve bir müphemlik, bir narkoz olan hayale lânet ediyorum.''

Kitabın ikinci bölümü olan Çöl Saati şairin şiddetli darbelerini göstermeye başladığı yer. Bu yazıya başlığını veren şiir "Mesnevi okuyup sigara içen mütesettir kızlar beni neden sevmezler erkan" hem toplumcu gerçekçi hem de sert bir eleştiri mahiyetinde. "Öyle şey mi olur Erkan niye yüzüm ekşisin İsrail’i lanet mitinglerinde / 4X4’lerde Filistin bayrağı bana neden vermesin gaza sevinci / iftarda Cola Turca içen kardeşlerim yıkacak bir gün İsrail’i / kalbim mühürlendiyse o benim iman eksikliğim" dizeleri hâlâ yaşanan bir gerçekliğin nabzını tutuyor. Şiirin adının, okuyucuyu nereye götürdüğünü Mustafa Kutlu "Bu işte Çorlulu Medresesi, At Meydanı, Tophane’yi çağrıştırıyor ve iki arada bir derede kaldığımızı gösteriyor" diyerek açıklamıştı. Lakin kendisinin bu tip, hızlı okunması gerekebilen dizeler barındıran şiirler için yaptığı "rap şiir" tanımı beni memnun etmedi. Ortada vahim bir gerçek var ve bunun rap müzikle herhangi bir alakası yok diye düşünüyorum. Rap insanları ikna etmeye, inandırmaya çalışır. Şair yanına dertdaş arar. Rap'in muhatabı geniş kitleler olabilir, şair kitleyi bırakıp gönüllere girmeyi ister. Ya da ben bugün sigarayı çayı fazla içtim, bilmiyorum. Ritmik manada da çok rap gibi gelmiyor bana Süleyman Unutmaz şiiri. Mesela Göksel Baktagir'in bir hüzzam saz semaisini dinlerken okuduğum şiir beni ritmik manada zorlamıyorsa ben ona "rap şiir" diyemem. Keza Reşat Aysu, Udî Nevres Bey ve hatta bu yazıyı yazarken arkada döndürüp durduğum Nedim Ağa'nın sultâniyegâh saz semaisi de bu "test"e tabii... Elbette ülkemizde bu rap şiire merak sarmış şairler vardır, olabilir. Rap müzik Tupac Shakur hâlâ çözülmemiş bir suikastla öldürülene kadar sosyal ve siyasi sorunları erkekçe dile getiriyordu. Kaldıysa Jedi Mind Tricks kalmıştır ama o da korkusundan olsa gerek yerin üstüne çıkamıyor. "Design in Malice" adlı şarkılarında şöyle bir söz geçer: "Over a billion Muslims, you could never stop Islam."

Rap'i bırakıp şiire geri döneyim. Şairin İlk Kitabı bölümü bir yüzleşme gibi. Şiirlerin isimlerini sıralarsak daha belirginleşiyor: Bi Şeyim Yok, Ruhun İşleri, Duyuyorum, Kaşıntı, Elma. Bir sonraki bölüm olan Ölümün Çocukluk Fotoğrafları'nda duvarlara yazılmaması gereken bir şiir var: Persona Non Grata. "Geciktim tarihime asker toplamaktan", "Ve hep küçük harflerle düştüm kendimden", "Ne geldiyse yüklendim yanlış sevişmelerden", "Hayat neyi saklıyor çürüyen limanlarda?" gibi usta işi dizeler bu şiirde saklı. 

Kitabın beşinci bölümü Allah'ın Bütün İsimleri'ndeki şiirlerde, diğer bölümlere ve şiirlere nazaran biçim daha oturaklı, liriğe yakın, heceleri belirgin, peşrev havasında. "Annesinin yerine üşüyen çocuk"lardan "çıkılmaz sokaklara kıvrılan yol"lara kadar beyhude ömrün tüm arayışlarını şiire yansıtmış şair. Bunu yaparken gayretini gözümüze sokmuyor, düz konuşuyor. Memleketimizde herhangi bir düzlüğün nadir bulunduğu zamanlardayız, bu zamanları da gözetiyor Süleyman Unutmaz. Şehri eleştiriyor, insanını eleştiriyor. Kavuşma Bitti adlı son bölümde, bölümle aynı ada sahip ve Kürt başlıklı bir şiir yer alıyor. Kavuşma Bitti oldukça uzun, Savaş Bitti'yi hatırlatırcasına. "Cennette olacağım yaşa geldim" dizesiyle başlıyor. "Anlattıkça inandığım bir kader yazdım" dizesini gençler umarım dövme yapmazlar kollarına çünkü insanın zihnine olduğu gibi kazınıyor. "Bozulmuş bekâretin bozuk sütü / ağzımın kenarında" dizeleriyle biten şiiri bir gün okuyup kendi başıma dinlemeyi düşünüyorum. Böyle uzun şiirler başkaları tarafından seslendirildiğinde kıymeti daha bir ortaya çıkıyor sanki ya da bana öyle geliyor. Öyle olsun. Kürt adlı şiirde Süleyman Unutmaz'ın diğer şiirlerinde zaman zaman rastlanan tasavvufî tarafını daha pürüzsüz yakaladığım dizeler oldu. Özellikle "Kâğıttan ateş yapsak ister misin tutuşmak" dizesi -ki son dizedir- aklıma Muallim Nâci'nin "Ter geçme ateş-i teri ey rind-i bi-haber / yakmıştır al ile o nice hanümanları" beyitini getirmiştir.

Sözün kısası; kapağıyla, şiiriyle, şairiyle fena bir kitap. Şiir için fenalaşmaya değer.

Yağız Gönüler

25 Mart 2015 Çarşamba

Hayatı boyunca dik durmuş bir Türk, gönül adamı bir şair

"Allah Hayy’dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah’a... Her şey fanidir."
- Şeyh Seyyid Muhammed Râşid [k.s]

"Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu “adam gibi adam”dı; Hz. Ömer’in tarifinde yer alan; “doğru, dürüst, mert, babayiğit, er ve eren” nitelemelerini gerçekten hak eden ender bir şahsiyetti. Mâhût 28 Şubat döneminde, sürecin mimarı olan Bir’ileri “5 milyon insanı kesmekten” söz edince, “Türkiye Suriye olmayacaktır; gerekirse 5 bin insanla dağlara çıkarız” diyecek kadar babayiğitti."
- Abdullah Yıldız

Çok zamandır yazmak istediğim kitaplardan biriydi Muhsin Başkan. Kitabın çıkış tarihi, merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun şehit olmasından iki ay sonrasına rastlıyor. Bu yazı da kendisinin vefat yıldönümüne rastladı. Nasip bugüneymiş. Sadık Yalsızuçanlar'ın hazırladığı kitabın içeriği bir siyaset okuması olarak değil, Yazıcıoğlu'nun şahsının daha iyi anlaşılabilmesi açısından önemli. Çünkü yakınlarının ağzından anılar ve düşünceler kitabın sonlarında mevcut. Sayfaları çevirmeye başlarken okuyucu en önce, Yazıcıoğlu'nun 19 Mart 2009 günü BBP'nin Karaman seçim bürosunda yaptığı konuşmasıyla, son konuşmasıyla karşılaşıyor. 6 gün sonra da Muhsin Başkan Hakk'a yürüyor. Önce bu konuşmayı yine ve yine hatırla(t)mak gerekiyor:

"Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok. Yani, ruh bir saniyeliktir. Püf dedi mi gitti. Bunun da nereden geleceği, nasıl geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hakim değilsiniz. Bir saniyesine bile hakim olamadığımız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. Allah’ın izniyle, olsak da milletle olacağız. Olmasak da milletle olmayacağız. Yarın Ahirette Allah, bize "Niye iktidar olmadın?" diye sormayacak. Sorsa da "Vermediniz" diyeceğiz."

Sadık Yalsızuçanlar son derece duygusal bir önsöz yazmış kitaba. "Ben ölürsem mezar taşım iniler / bu dert beni iflah etmez öldürür" dizeleriyle biten Harput Türküsü'yle başlıyor önsöz. 28 Şubat'taki dik, ilkeli ve tavizsiz duruşuna kadar Yalsızuçanlar'ın kaleminden Muhsin Başkan anlatılıyor. "Namlusunu millete çevirenlere selam durmam" sözü kıyamete kadar unutulmayacaktır şüphesiz. Kah pek duyulmamış özellikleriyle, kah bilinip de orada burada pek rastlanmamış bilgileriyle Muhsin Başkan'ı okuyucuyla tanıştırma gayreti güden bu önsöz Gabriel Riqueti de Mirabeau'nun bir sözüyle bitiyor: "Adalet topaldır, ağır ağır yürür, fakat gideceği yere er geç varır."

12 Eylül 1980, Mamak, Menzil, Seyyid Muhammed Raşit Hazretleri, postmodern darbe süreci, Dink suikastı, Kırlar Bahçesi'yle başlayan şiir serüveni, aile reisliği, anılar, düşünceler ve şüpheli ölümü üzerine söylenenler, kitabın içindekileri oluşturuyor. 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl cezaevinde geçmiş çileli bir ömür Yazıcıoğlu'nunki. O bu yıllarını "Medrese-i Yusufiye" dönemini olarak adlandırdı. Kalabalıkların içinde her daim yalnız yürüdüğünü gözlerine bakarak anlamak mümkündü. "Yiğit" kelimesini çok sevdiğinden mütevellit meydanlarda çok görünmesi istenmez, bir şekilde mani olunur, olunamasa da ekranlarda çok kısa süreli haberlerde kendisine "belki" yer verilirdi. Sebebi de şuydu: Halkın yanındaydı. Halkın tüm dertlerini yüklenmeye, Türkiye'nin menfaatlerinden gayrısına yüz çevirmemeye yeminliydi. Bunun için genel başkanlık koltuğuna oturduktan çok sonra "Ben siyaseti Allah rızası ve içinden çıkmış olduğum Anadolu insanı için yaptım" sözünü, siyaset sahnesinde olanlara göz yummadan da "Millet yanmasın diye kendini ateşe atanların davası olması gereken siyaset, kendisini kurtaranların davası olmuştur." demiştir.

Bugün Türk siyasetinde dönen dolaplar, insanların göründüklerinden ziyade yaşadıkları hayattan bambaşka bir karaktere sahip olmasından ileri geliyor. Bu inancı taşıyan Muhsin Başkan şöyle demiştir:

"Toplumu kendi isteği doğrultusunda değiştirmeye talip olan­lar, önce kendilerini o istikamette değiştirmekle işe başlamalıdır­lar. Kendi hayatını, inandıklarını, uygun şekilde tanzim edemeyen insanların, başkalarının dünya görüşünü değiştirmek ve hayatları­nı tanzim etmek gibi bir işe talip olması, neticesiz ve boş bir gay­rettir veya en basit tabiriyle insanları hiçe saymaktır ve topluma karşı saygısızlıktır."

Hem meclisteki yasa teklifleri ve konuşmalarıyla hem de 55 yıllık yaşamında her zaman dile getirdiği Türk kimliğiyle birçok gencin bilinçli yetişmesinde pay sahibi oldu. Türkiye'nin sağlığı için milli hassasiyetlerden hiçbir zaman ayrılınmaması gerektiğini söyledi. Demokrasiyi savunurken Türk milletinin menfaatini hiçe sayan batı baskısından hiç korkmadı. Yürüyüşünde hiç yılmadı, çok kısıtlı imkânlara rağmen gidilmedik köy bırakmadı. Yürürken de ölümü göze aldı. Her Türk gibi ata binmeyi çok severdi, yazın gittiği köyünde atın üstünde trenlerle yarışırdı. Şehadet şerbetini içerken Mamak Cezaevi’nde yazdığı "Üşüyorum" şiirini Türk milletine bıraktı. Bitirirken İsmet Özel'in Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümü hakkında söylediklerini paylaşmak isterim:

"Muhsin Yazıcıoğlu öldükten sonra yaşadığından daha tesirli oldu denemez. Muhsin Yazıcıoğlu zaten gittikçe tesirini artıracağı için, eğer Türkiye bir şekilde başkanlık rejimine geçtiği takdirde Türkiye'de Muhsin Yazıcıoğlu'ndan başka Türkiye'nin başına geçecek adam kalmadığı için öldürüldü. Yani, vakitlice onun cismini ortadan kaldırdılar. İsmi daha çok büyüdü mü? Hayır. Bunda da en büyük kabahat BBP'lilerindir... Bakışlarımızla, birbirimize ne nazarla baktığımızla, biz bir müşterek saha temin etmiş idik..."

Kendisi yaşatılmadı lakin ismi, şahsiyeti ve hedefleri bu milletin yüreğinde yaşayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Biz hâlâ “Turgut Uyar’ın Dizeleriyiz”

Gezi’ye aktif bir şekilde katılan ya da katılmayan herkes yukarıdaki sloganı tebessümle hatırlıyordur eminim. O gazın, hengâmenin, siyasi kibrin, ikiyüzlülüğün arasında, evimizin sıcaklığına dönmek gibiydi bu sloganı duvarda görmek. Belki de o zamanların travmasıyla, geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları’ndan çıkan, Derviş Aydın Akkoç’un hazırlamış olduğu Turgut Uyar’ın Çocuklarıyız isimli kitabı görünce de aynı sıcaklığı hissettim.

Bu defa sloganın kahramanı Turgut Uyar’ın biyolojik çocukları: Semiramis Uyar, Şeyda Uyar Dikmen, Tunga Uyar ve Turgut Uyar. Derviş Aydın Akkoç soruyor, onlar babalarını anlatıyorlar. Babalarını, çocukluklarını, dönemin edebiyat çevrelerini, Tomris’i, Edip’i, Bilge Karasu’yu, Yaşar Kemal’i…
Aslında Orhan Koçak’ın “Sunuş” yazısında belirttiği, Derviş Aydın Akkoç’un da belli aralıklarla tekrarladığı gibi, Turgut Uyar’ın pek de memnun kalacağı bir çalışma değil bu. Mahremiyetine özen gösteren, vasiyetiyle ona ait mektupların bile imha edilmesini garantiye alan bir şair Turgut Uyar. Derviş Aydın Akkoç da bu hassasiyeti aklında tutarak hazırlamış kitabı. Önsözde bu kitabı hazırlarken Cemal Süreya’nın “Şairin hayatı şiire dahildir,” sözünü akılda tuttuğunu söylüyor: “Bu söz uyarınca çetrefil bir soru çıkıyor ortaya tabii. Uyar’ın hayatı şiirine nasıl ve hangi şekillerde dahil olmuştur? Çalışmayı yapmaktaki başlıca maksadım işte bu soruya ucundan kıyısından cevaplar aramaktı.

Orhan Koçak, “Şairin bir biyolojik evlatları vardır, bir de kelimelerden, harflerden yapılmış çocukları,” diyor. Ama Derviş Aydın Akkoç Turgut Uyar’a bu çocukları arasında seçim yaptırmıyor. Çünkü iyi baba, kötü baba sınavından geçirmiyor şairi. Kendi deyimiyle “babalık hallerini mercek altına almaya” çalışıyor. “Hayatım düpedüz ve kupkurudur,” demiş bir adamın hayatından, çocukları aracılığıyla anı biriktiriyor okurlar için.

Uyar’ın ilk çocuğu Semiramis, 1947’de, ikinci çocuğu Şeyda 1950’de, ilk oğlu Tunga 1952’de, Tomris Uyar’dan olan oğlu Turgut ise 1969’da doğmuş. Çocukların hepsi şimdi bize, “kıyıp da tek kelimeyle çağıramadıkları”, her zaman “siz” diye hitap ettikleri babalarını anlatıyorlar. Karşımıza bambaşka bir Turgut Uyar çıkarıyorlar.

20 yaşında baba olmuş Turgut Uyar. İlk göz ağrısı ise Semiramis. Posof’ta Turgut Uyar’ın asker olarak görev yaptığı zamanlarda doğmuş. Turgut Uyar’ın kızı olmaktan önce babasının kızı olmayı seven Semiramis Uyar, sürekli değişen evlerini, babasının ikinci evliliğini, hastalık günlerini anlatıyor. Hastalığı süresince her akşam babasının başında beklemiş. Ölüme hazırlandığını, ölümünü bildiğini anlatıyor. Son günlerde masasında tek bir kâğıt, tek bir yarım kalmış şiir bırakmadığını, ölüme hazır olduğunu söylüyor.

Şeyda Uyar Dikmen aslında Turgut Uyar’ın üçüncü kızı. İkinci kızı Serap 1949’da doğmuş, çok küçükken kaybetmişler. Şeyda Uyar Dikmen’in anlattığına göre, bu konu her konuşulduğunda gözleri dolarmış Turgut Uyar’ın. Şeyda Hanım, gülleri çok sevdiği için her doğum gününde bir gül, bir de pastayla eve gelen babasını anlatıyor. Daha sonra gelip Giresun’da yanında kalan, hastalık döneminden hemen önce, Tomris’le ilişkisi yolunda gitmediği zamanlarda gidip kızının yanına yerleşmeyi planlayan, ama ne yazık ki ömrü bu plana yetmeyen babasını…

Şairin ilk oğlu Tunga Uyar’da ise durum biraz farklı. Kızların babalarıyla sevgi dolu anıları Tunga Uyar’da baba-oğul çatışmasına bırakıyor kendini. Baba sevgisi eksikliği çekmediğini, ama bu sevgiyi tam olarak da yaşayamadığını söylüyor. Babasının intihar girişimini yakalayan da intihar ederken babasına yakalanan da o olmuş. “Babama kızgınlığım yok. Çocukluğumda yahut ilk gençlik yıllarımda varsa bile zamanla silindi. […] Babamdı işte, adı Turgut Uyar’dı,” diyor.

Yazarın Tomris Uyar’la olan evliliğinden tek çocuğu Turgut Uyar ise belki de aralarında en şanssız olanı. Lise yıllarında kaybetmiş babasını. Ama yine de sahip çıkmış babasına ve şiirlerine. Mektupları kıyamayıp bir süre saklayan ama sonra annesiyle babasının vasiyetine saygısızlık yapmamak için imha eden de o. Diğer çocuklardan farklı olarak babasına “siz” diye hitap etmemiş. Annesi ve babasıyla meyhanede dizlerinde uyuduğu günleri, evlerine gelip gidenleri küçük bir çocuğun gözlerinden anlatıyor.

Kitabı bitirdiğinizde Turgut Uyar’a da şiirlerine de bir adım daha yaklaştığınızı hissediyorsunuz. Sakinliğini, gerginliğini, öfkesini bir nebze daha tanımış olarak ayrılıyorsunuz anılardan. Kendisi istemese de daha çok tanımalı Turgut Uyar’ı insan, daha çok okumalı. Ne de olsa biz hâlâ, göğsümüzü gere gere, “Turgut Uyar’ın Dizeleriyiz”.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio
* Yazı daha önce Cumhuriyet Kitap'ta yayımlanmıştır.

Eski köprünün altındaki kervansaray

Geçtiğimiz aylarda “EmineSevgi Özdamar'ın daha önce yayımlanmış iki kitabı Hayat Bir Kervansaray ve devamı niteliğindeki Haliçli Köprü, İletişim Yayınları'ndan tekrar yayımlandı ve sessiz sedasız vitrindeki yerini aldı. Kitaplığa yerleştireceğim zaman “acaba nereye koymalıyım ya da kimin yanında durmalı?” diyeceğim kitaplardan Hayat Bir Kervansaray ve Haliçli Köprü. Sonra kitapçıları düşündüm; acaba onlar tam olarak nereye koyuyorlardı bu kitapları?  Otobiyografi mi, roman mı, Türkçe edebiyat mı, Dünya edebiyatı mı? Tam olarak neydi? Çağdaş Türkçe Edebiyat dizisinden çıkmıştı kitaplar. Bütün bunları düşünürken zaman zaman alevlenen anadili olmayan, sonradan kazanılmış -öğrenilmiş- dilde yazılan roman hangi dile aittir, tartışmasında söylenenlerin yanlış olmasa bile yanlı ve çokça eksik olduğunu düşündüm...

Kitapları nereye koyacağıma, anlattıklarıyla karar verecek olursam “Emine” Sevgi Özdamar benim hikâyemi anlatıyor, derdim. Peki benim hikâyem hangi dile aitti? Kitapla tanışır tanışmaz, daha kitaplığımda kendisine yer hazırlarken yüzleştiğim bu aidiyet sıkıntısı işin içine giriyorsa okunduğunda kim bilir neler olacaktı. Pekâlâ “Göçmen Edebiyatı” deyip işin içinden de çıkabilirdim velhasıl kelam Almanya'da “Göçmen”liğe bağlantılanan edebiyat burada nereye konulurdu? Bu tartışmayı bu yazıda derinleştirmeden bir virgül koyarak bu yazının yazılmasına sebep olan konuya, eserlerin içeriğine rotayı çevirmek istiyorum.

Birinci kitap diye bahsedeceğim Hayat Bir Kervansaray anlatıcının cenin olarak, doğumundan önceki, anne karnındaki macerasını dile getirerek başlıyor. Seneler geçtikçe çocuk ve genç kız olarak devam ediyor ama tonu hiç değişikliğe uğramadan, saflığını ve samimiyetini koruyor. Özdamar'ın hayatıyla kesişen bir hayli olay olması esere “otobiyografik” özellikler kazandırıyor ama “otobiyografi” deyip geçmek büyük bir haksızlıktan başka bir şey olmuyor bana göre. Anlatıcının roman boyunca “büyüyüp” didaktikleşmemesi, kör göze parmak hesabıyla çıkarılan derslerin analizine girişmemesi, okuru özgür bırakması, Hasan Ali Toptaş'ın çok haklı olarak, roman için söylediği “okura, okuma serüveni boyunca, kafasında yazma alanı” bırakması Özdamar'ın üslubunun gücünü artırırken, araya yazarın girmediği kitapta okur, yalnız başına bir serüvene çıkıyor. Devamı niteliğindeki Haliçli Köprü'den bağımsız düşündüğümüzde bildungsroman olarak da değerlendiremiyorum Hayat Bir Kervansaray'ı ve elbette yepyeni bir şey okumanın heyecanıyla postmodern romanın yükselişine şahit olduğumu hissediyorum.

Bu iki kitabı geç okuduğum için kendime kızgınlığım, kitaplarda ilerledikçe artıyor. Hem heyecanı hem de kızgınlığı artıran başka bir konu daha, bir süre önce bilinç akışı tekniğini kullanmak için seçilen en uygun anlatıcı üzerine kafa yorarken tam da -Hayat Bir Kervansaray'da ya da Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri'nde olduğu gibi- çocuk anlatıcının bu teknik için biçilmiş kaftan olduğuna kanaat etmem. -Ben buna kafa yorarken, henüz Hayat Bir Kervansaray'la yollarımız kesişmemişti.-  Çünkü çocuk zihni ve anlatısı konular arası bağlantıları şaşılacak kadar hızlı ve “saçma” kurabilirdi. Bu da anlatıdaki ve kurgudaki samimiyetin yakalanmasını sağlardı. Peki, sırf samimiyet uğruna çocuk anlatıcı seçmek kolaycılık mıydı? Bence değildi, hem örnekleri azdı hem de büyümenin makbul olduğu günümüz dünyasında düşüncedeki saflığı korumak ve oradan kağıda dökmek zoru seçmekti. Öncelikle büyüklerin dünyasında kendini dinletmeyi başarabilmek vardı. Bu kadarla da kalmıyordu üstelik, yazar diyelim dinletmeyi başardı çocuğu, onu hem tekrarlardan ve uçlara dalgalanmadan koruyacak hem de saflığını kaybetmemesini sağlayacak. Çocuk “papyonlu cümleler” kurmayacak ama edebiyatın söz söyleme sanatı olduğunu da unutmayacak...
Birinci kitabın anlatıcısı, etrafında kurulan “İnandığım insanlar beni anlamıyorlar, ama insanlara inanmak iyidir,” cümlesinde gözleri buğulanacak kadar olgun; “eğer nar yerken tek bir taneyi bile yere düşürmezsen cennete gidersin,” diyene de inanıp nar yerken cenneti düşleyecek kadar saf; yatağına yatar yatmaz uyuyana kadar, hayatı boyunca tanıdığı tanımadığı, yanında adı geçen gerçek mi uydurma mı olduğu bile belirsiz ölülere tek tek dua okuyacak kadar kederli oyunlar oynayan bir çocuk.

Hayatta bir türlü dikiş tutturamayan duygusal babanın peşinden, şehir şehir dolaşan bir ailenin en büyük kızının gözünden hem hayat bir kervansaray hem de mucizeler yumağı. Gündelik telaşlardan unuttuğumuz ya da göz ardı ettiğimiz sıradan, günlük mucizeler, her komşuyla birlikte kitaba giren yeni bir renk, “o apartmanı, o yokuşu tanıyorum!” dedirten içtenlikle anlatılan odalar, evler, şehirler, sokaklar, insanlar, aileler... Hayat bin bir kapısı olan bir kervansaray, üstelik bunu bu dünyaya fırlatılmış ve adeta neye uğradığını şaşırmış birinin; ceninin, çocuğun, kadının kelimelerinden okuyunca daha da iyi görüyorum.

İkinci kitap Haliçli Köprü, Hayat Bir Kervansaray'ın bittiği yerden devam ediyor; zira hem bağımsız iki kitap hem bir bütün olarak değerlendirmek mümkün. İsmini bilmediğimiz anlatıcımıza kendi “kervansaray”ında rastlaştığı insanlar ilk kez isim veriyorlar. Kendisini keşfeden, büyümeye zorlanan bir kadınla aynı yolu yürüyoruz sayfalar ilerledikçe. Bir kadın olarak, göçmen olarak, solcu olarak, işçi olarak, tiyatrocu olarak yine aynı samimiyetle, aynı hayat acemisi haliyle yaşarken anlatıyor bize... Geçmişte olanı değil de o anı anlatıyor, bizimle öğreniyor, bizimle “ben şimdi ne yapacağım?” soruyor kendisine. Okura kadın olmayı, göçmen olmayı, solcu olmayı, işçi olmayı, tiyatrocu olmayı öğretmiyor; kendisi öğrenmeye çalışıyor bu esnada, tam da bize anlatırken yapıyor bunu. Olduğu ya da olamadığı hiçbir şeyden utanmıyor anlatıcı, “elmasını kaybetmek” de “saklamak” da savruluşunun, varolma şeklinin bir parçası. Ve ismini bilmediğimiz belki kendi ismimizle belki de en sevdiğimiz isimle zihnimizde canlandırdığımız anlatıcı iki kitabın sonunda bizi bildiğimiz sokaklarda gezdirip, tanıdığımız insanlarla karşılaştırıp, onları hiç bakmadığımız taraflarıyla görmemizi sağlıyor. Bana kalırsa Özdamar'ın bu iki romanını okuma listesine almayan kalmamalı; bir yandan herkesi okuma serüveninde kendi keşfiyle baş başa bırakmak istesem de öte taraftan bir müjde verir gibi herkese bu iki kitabın artık baskısının olduğunu ilan etmek istiyorum.

Son olarak, bir grup feminist kadının okuma gruplarında Haliçli Köprü okuduklarını öğrendim. Sosyoloji, özellikle göçmen sosyolojisi ya da teori kitaplarının arasına gömülerek siyaset bilimi çalışan grupların ya da kişilerin de Özdamar'ın göçmenlik ve sınıflı toplumu anlattığı bu kitapları okuması gerektiğini düşünüyorum.

Benim “kitapları kitaplıkta nereye koyacağım?” soruma gelince; bunu düşünmeye devam edeceğim, zira kitaplar ben bitirir bitirmez başka insanların okuması için dolaşmaya başladı. Eğer geri dönerlerse nereye, kimlerin yanına ve neden koyduğumu da yazarım.

Ayla Duru Karadağ

17 Mart 2015 Salı

Hakiki bir mûsikişinasın düşünceleri

"Her bitki kendi kökünden beslenir; sanat da böyledir. Başkalarının hazmettiği gıda ile biz beslenemeyiz."
- Eero Saarinen, Mimar

"Sadece çıplak melodi açısından kıyaslandığında, Itrî'nin bulduğu müzik cümleleri, çağdaşı Bach'ın bulduğu müzik cümlelerinden çok daha üstündür. Sırf bize benzemek için Türk mûsikisini çokseslendirmeye çalışmak, mûsikînize yapacağınız en büyük kötülük olur."
- Joseph Marx, Viyana Müzik Akademisi Müdürü, 1932

"Batı bizim seslerimizdeki hassasiyet ve derinliği 500 sene sonra belki anlayabilir."
- Emin Işık

Mûsikişinaslarımız arasından maalesef ki anılarını, yaşadıklarını, tespitlerini yahut tenkitlerini yazan çok az isim çıkmıştır. Merhum Cinuçen Tanrıkorur, bir ud virtüozu ve bestekâr olmanın yanısıra; mızrabını hakkaniyetle söze döken, fikirleriyle ve hatta muhayyilesiyle insanın dimağını genişleten, haklıya karşı nezâketini haksıza karşı ise öfkesini asla gizlemeyen, ilmi ve sanatıyla daima müziğimiz içinde adı yaşayacak nadide bir isim. Bilhassa müziğimizin gözle görülür hâlde katledildiği yılların arasında, yani zor zamanda yazdıklarıyla ne kadar mûsikişinas ise o kadar fikir adamı olduğunu da ispatlamıştır. Güzel sanatların mimarlık bölümünden mezundur, müthiş bir tarih okuyucusu ve şiir meraklısıdır. Bu da onun müziğimize olan hâkimiyetini kuvvetlendirmiş, yazıya dökerken de pırıl pırıl bir Türkçe ile gerek edebiyat gerek müzik camiasında aksülamel uyandırmıştır. 14 yaşındayken ferahnâk saz semaisi ve Fuzûlî'ye ait "Menem ki kafile sâlâr-i kârbân-i gamem" şiirini şevkefzâ makamında bestelemek takdir edilmeli ki herkese nasip olacak bir şey değil. Türk milliyetçisidir, İstiklâl Marşı'nın üzerine hassasiyet gösterir ve bestesine yönelik tenkitlerini her seferinde yineler, marşımız için yaptığı bir beste olduğunu biliyoruz. Eserlerini bestelediği isimler arasında kimlerin olduğunu sayarsam belki şahsiyeti hakkında daha derin bilgi vermiş olurum: Yûnûs Emre, Azîz Mahmûd Hüdâî HazretleriBâkîFuzûlîŞâir Eşref, Necmettin OkyayNeyzen Tevfik Kolaylı, Cenap ŞahâbettinGüngör Fahri TüzünMustafa Nâfiz Irmak, Fâruk Nâfiz ÇamlıbelHâlit Fahri OzansoyYahyâ Kemâl Beyatlı, Nâzım Hikmet Ran...

Dergâh Yayınları tarafından yayımlanan "Müzik Kültür Dil" kitabı, merhum Tanrıkorur'un Aksiyon dergisinde 1997 yılından 1999'da Kanada'ya tedavi için gitmesine kadar yazdıklarından müteşekkil. "Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi", "Türk Müzik Kimliği" ve hatıralarından oluşan "Saz ü Söz Arasında" ise diğer kitapları. "Müzik Kültür Dil", adından da anlaşılacağı gibi üç bölümden oluşuyor. Kitabın hazırlanmasına vesile olan İsmail Kara, sunuş yazısında bir Cinuçen Tanrıkorur'la bir anısından bahseder: "Hastahanede yanında refakatçi kaldığım gecenin ilerlemiş "uzun" saatlerinde ağrı ve ızdıraplarının nisbeten hafiflediği bir sırada ellerini kaldırarak ağlamaklı bir sesle "İsmailciğim ben dua edeyim sen de âmin de" diyerek "Ya Rabbi! Bana sıhhat ver, beni ayağa kaldır, biraz daha çalışayım... Kendim için istemediğimi biliyorsun, şu sahipsiz ve kimsesiz garip memleketim için biraz daha çalışayım.... "Yeter" diyorsan Sen bilirsin ya Rabbi... Daha ne yaptım ki! Süheyl Ünver'lere göre, Ekrem Hakkı Ayverdi'lere göre yaptıklarım ne ki?!" niyazı hâlâ kulaklarımdadır."

İlk bölüm olan "Müzik"te, Tanrıkorur birçok konuyu okuyucunun gündemine sokar. Bu tabiri özellikle kullandım zira kimsenin umurunda olmayan müziğimizin asaletini unutturmamak için elinden geleni yapar. "Alaturka"nın Türk mûsikîsinin adının olmadığı, Alaturka'nın aslının ne olduğu, müziğimizin teksesli olup olmadığı, sanat müziğiyle halk müziğinin köklerinin ayrı olup olmadığı, mûsikî öğretmenin şerefi, müzik ve politika, müzikte evrensellik, görgüsüz TRT, papyonlu folklor, koro, konservatuar, gerçek yobazlık, Tanburî Cemil, Zekâî Dede, Mevlânâ, İngiliz'in Mevlevi âyini, teşhir, makam, mûsikîmizde usûl, perde, ney(zen), tanbur(î), kanun(î), kemençe(vî), ud(î) ve davul bazı konu başlıkları. "Okullarda Türk müziği derslerinin konma aşamasına gelinmiş olması irticanın sarıksız olarak geri dönmesi" olarak görülen dönemleri yazar Tanrıkorur. İstiklâl Marşımızın bozuk müziğinin bestecisi Z. Üngör'ün öğrencilerine "Siz benim mikroplarımsınız, Türkiye'ye Batı müziğini siz yayacaksınız" demesinden bahseder. Tanrıkorur adeta Alâeddin Yavaşça'nın "Sanat halkın zevkine inen değil, o zevki yükseltendir" sözünün takipçisi olarak Türk müziğinin ne olduğunu anlatma davasının bekçisi olmuştur. "Müziğimiz Teksesli Mi?" başlıklı serisinin ikinci yazısında şu muazzam açıklamaları dikkate değerdir:

"120 kişilik senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim yapan bir ney'in önünde aciz, yapayalnız, çırılçıplaktır. Senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim niye yapsın ki diyeceksiniz. Teşekkür ederim; yazının bir amacı da buydu zaten. O niye ben olmaya çalışsın? Ben niye o olmaya çalışayım? Onun dili (müzik her kültürün kendi mantık, estetik ve semantiği içinde konuştuğu bir dildir) ona güzeldir, çünkü onun tarih, inanç ve geleneklerini anlatır. Benim dilimse bana güzeldir, çünkü benim tarihi, inanç ve geleneklerimi anlatır. Bütün insanların anladığı ortak bir dil olmadığı gibi, bütün insanların aynı şekilde anlayıp duygulandığı ortak bir müzik de yoktur. Yalnız bir tek şey vardır; öbür güzel sanat dallarında da olduğu gibi birçok insanın, hangi kültürden olursa olsun, yakın duygu ve zevkler alabileceği, kültürlerüstü ortak konuları işleyen üstün müzik eserleri olabilir. O da sadece Batı sanat ve sanatkarlarına özgü değildir: Bach'ın Brandenburg konçertolarıyla, Vivaldi'nin Mevsimler'i ne kadar evrenselse, Itri'nin Segah Ayini'yle, Tanburi Cemil'in Gülizar Taksimi de o kadar evrenseldir."

İkinci bölüm olan "Kültür"e Tanrıkorur "Batıyı Anlamak" dizisiyle başlar. Bizlere dayatılan Amerikan kültürünün ne olduğunu, batıyı anlamanın başka, batıda ne varsa almanın başka bir şey olduğunu güzel izahlarla anlatır. Fast food müziği, başörtülü futbolcu, doğu ile batı, Rektör Alemdaroğlu'na başlıklı iki mektup, kanaat ve ölüm, rikkatin ölümü, sen seni bil, teslimiyyet, "Beslenme Üzerine" dizisi bu bölümün en hassas yazıları. Buraya sadece Rikkatin Ölümü başlıklı yazısından bir bölümü alıyorum:

"Bin yıldır birlikte yaşadığı, hüznünü-sevincini paylaştığı insanların konuştuğu dilin; İsmail Dede merhumun bırakıp kaçmak zorunda kaldığı II.Mahmud sarayı gibi yabancılaştığını, soğuk ve duygusuz hale geldiğini gören Türkçe’nin, o dili kaderine terk edip uzlet köşesine çekilmiş olmasından daha tabii ne olabilir? Yüzüyle gücünün güzelliğini, dininin nuru, feyzi ve tertemiz ahlakı ile birleştirip zarafet, tevazu ve teslimiyetin zirvelerine çıkmış olan bir zamanki Türk, çocuklarına Emine, Hatice, Ayşe, Fatıma, Zehra, Fahrünnisa, Mihri, Zeynep, Makbule, Lütfiye, Mümine, Atıyye, Leyla, Feride, Cemile, Şükran gibi isimler koyardı. Cumhuriyet bunlara Adalet, Müsavat, Uhuvvet gibi Fransız ihtilalinden aktarma isimleri ekledi. Sonra Melahat, Mübahat, Saffet, Hamiyet, Nedret, Rikkat gibi kavramlar isim olarak kondu. Ve nihayet, Aylin, Funda, Fidan, Filiz, Çiğdem, Çağla, Lale, Banu, Şebnem, Emel, Müge, Arzu, Ahu ve Figen’lerle, Yunancadan alınma Sibel’ler, Melisa’lar ve çağdaş Amerikan kültürümüzün meyvesi Melodi’ler çağı geldi. Kızların Elif, Elifgül, Gülşah, Meleknur vb. en güzel Müslüman-Türk isimlerini veren müzisyen aileleri azınlıkta. 21.yüzyılın müzisyenleri çocuklarına belki de Tamtam, Gümgüm, Cıstak gibi gayet müzikal isimler de verebilirler!..."

Son bölüm olan "Dil"de Tanrıkorur, sevdiği şairlerden, şiirlerden, Türkçe'mizin güzelliklerinden, eski(mez) yazımızın derinliklerinden kısacası dilimize dair neyin ne olduğundan bahseder. Güngör Fahri Tüzün, Memduh Cumhur, Mehmet Turan YararHarun Öğmüş gibi şairler ilk sayfaların misafirleri oluyor bu bölümde. Devamında "Tanrı Değil, Öğretmen Bey!", zavallı Türkçe, isme özen, harika görünüyorsun, "Musikişinas!", Fuzuli ve bir vali, telefon, "Sevgili Gençler" dizisi, sözlük ve aruz yazılarının akabinde 15 Nisan 2000'de yazdığı veda yazısıyla okuyucuya elveda der Tanrıkorur.  "Harika Görünüyorsun" başlıklı yazısından bir paragraf nakledeyim:

"Bir insana ‘Harika görünüyorsun’ veya Berbat görünüyorsun’ demek Anglo-sakson kültüründe normal olabilir. Ama bizim sosyal yapımızın sonucu olan hitap şekillerimiz ve bunları kelimelerle ifadesi bambaşkadır. Biz ‘Maşallah, bu ne güzellik!’ deriz. Muhatabımız hastalıktan kurtulmuş biri ise ‘Şükürler olsun, seni /sizi çok iyi gördüm’ deriz. Karşımızdaki erkekse ‘Bütün yakışıklılığın üstünde!’, kızsa ‘Çok şık ve zarifsin, elbisen çok yakışmış, kıyafetin pek güzel’, genç bir çocuksa ‘Aslan oğlum, kocaman olmuş maşallah!’, bir kızsa ‘Leyla da artık genç kız olmuş maşallah!’ deriz. Karşımızdakinin durumunu beğenmemişsek, ‘Ne oldu sana, bu ne hal böyle?’, ‘Hayırdır, pek bitkin / keyifsiz görünüyorsun; canını sıkan bir şey mi oldu?’ filan deriz. Ama Amerikan kabalığıyla ‘Berbat görünüyorsun!’ demek, her şeyden önce bizim edebimize sığmaz. Bu pis Türkçeyi TV’den duyan çocuk da tabii ki bu dille konuşacaktır."

Kendi adı ve soyadıyla dalga geçebilecek kadar yüksek mizah anlayışına da sahip olan Cinuçen Tanrıkorur'un vücudunda, yaşamının ortalarından sonuna kadar birçok hastalık vuku bulmuştur ve peş peşe birçok ameliyat olmuştur. Yazılarını "Bu köşedeki son yazıları dahi büyük zahmetle yazdım. Ne elimde kalem tutacak güç, ne dilimde söyleyeceklerimi yazdıracak enerji var." ve "Allah’ın inayeti, Peygamberimizin şefaati, Evliyalullah Hazeratının himmeti ve dostların duaları sayesinde sizlerle yeniden kalem sohbetleri yapabilecek sağlığa kavuşana kadar" diyerek sonlandırmıştır. Bu vedasından iki ay sonra da Hakk'a yürümüştür. Mezarı Ümraniye Kocatepe'dedir. Mezar taşında kendisine ait şu beyit yazmaktadır: "Kapılır sûziş-i gönlüm bu tahassür seline / yüreğimden gelir âhım sazımın her teline."

Müziğe (müziğimize), kültüre (kültürümüze) ve dile (dilimize) hassasiyetle yaklaşan, alaka duyan ve hatta araştırmalar yapmak isteyen herkes Cinuçen Tanrıkorur'un kitaplarından, makalelerinden, internete düşmüş video kayıtlarından ve elbette güftelerinden, bestelerinden istifade edecektir. İnsanın şifasını nerede bulacağı belli olmaz lakin bu topraklar asırlarca şiir ve musiki ile şifasını bulmuştur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Mart 2015 Cuma

Yokluğu merak edenlere

"Bir Sabah Uyandığımda Yoktum", 1984 doğumlu editör Işıl Kocaoğlan’ın ilk romanı. İletişim Yayınları tarafından basımı yapılan kitap bol soru işaretli, bol merak duygusu yüklü ve bol felsefi bir metin. ‘Yokluk’, ‘Döngü’ ve ‘Hayat’ adlı üç ana başlıktan oluşan Kocaoğlan’ın kitabı Hakan Bıçakçı’nın ‘Doğa Tarihi’ ve Gayle Forman’ın 'Eğer Yaşarsam’ isimli romanlarını çağrıştırıyor. Benzer bir olaydan yola çıkmasına rağmen Kocaoğlan’ın metnini Bıçakçı ve Forman’ınkilerden farklı kılan taraf karakterinin ‘Erkek’ ve ‘İsimsiz’ olması. Üstelik hiç var olmaması. 36 yaşında lüks sayılabilecek bir hayat süren, prestijli bir şirketin yönetim kadrosunda çalışan kitabın ana karakterinin, tizlikle döşenmiş evinde uyandığı sabahlardan birinde fiziksel olarak yok olduğunu fark etmesiyle başlıyor hikaye…

"O kadar yoktum ki, içeride eşyalardan başka hiçbir şeyin bulunmadığına dair ben bile bahse girebilirdim."

Sadece bir bilinçten ibaret olduğunu anladığında büyük bir dehşete kapılarak yavaş yavaş varlığını aramaya koyulan ‘ben bileleri’ bol bu egoist adamın debdebeli yolculuğunun novellası aslında Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, akıp giden metropol hayatı içerisinde esen rüzgara kaptırdıklarımızı bize daha önceden başarılı bir şekilde ‘kadın’ imgesiyle gösteren Hakan Bıçakçı ve Gayle Forman’ın aksine merkezine erkeği alan bu öyküde tersten giden bir anlatım tekniği söz konusu. Bıçakçı ve Forman’ın karakterleri kanlı canlı yola koyulup yolun sonunda yok olurken Kocaoğlan’ın karakteri başından sonuna dek süren bir yokluğun ana malzemesi olarak konumlandırılıyor.

Işıl Kocaoğlan; iş hayatının, modern kentin gürültülü yaşantı biçiminin ve yapay insan ilişkilerinin aslında özünde çok değerli hazineler barındıran bir bireyi nasıl koflaştırdığını acımasızca gözler önüne seriyor. Anlam kaybedildikçe mi yok olunur, yoksa kazanıldıkça mı? Sorularını statüler ve statü göstergesi nesneler üzerinden sorgulatmayı amaçlayan yazar, karakterin hangi nedenlerden bir yokadama dönüştüğü probleminin çözümünü ise tamamen okuruna bırakıyor.‘Peki bir insan nasıl olur da ortada hiçbir neden yokken salt bir bilince dönüşebilir?’ diye kendisine soran karakterini ise adeta tokat yağmuruna tutuyor.

Bu noktada yazarın kendi yaşam pratikleri ve deneyimleriyle de bir hesaplaşmaya girdiği dikkat çekiyor. Hikaye boyunca yok adamın var olma mücadelesinde karşısına çıkan gizemli kadın aslında yazarın kendisinden başkası değil. Yazar hayatı boyunca kabul etmek istemediği bir oyunu belirli bir bilinç düzeyine ulaşmayı başaramamış eğitimli ve yetişkin bir adama bilinç kazandırmaya çalışarak oynuyor.

Kocaoğlan’ın karakteri o denli maddeci ve düz bir karakter olarak aktarılıyor ki fiziksel yokluğunu kabul etmeyi başardığında ilk düşündüğü şeyler işi, bir daha nasıl cinsel ilişkiye girebileceği, statüsü ve eşyaları oluyor.

"Yok olduğumu fark etmemin üzerinden geçen o kısacık idrak anı sona erdiğinde kendimi yaşadığım durumun ciddiyetiyle çelişir biçimde bundan sonra nasıl sevişeceğimi düşünürken buldum. Peki ya gerçekse? Gerçekten geçici ya da hatta kalıcı bir şekilde yok olduysam? O zaman ne olacak? İşim ne olacak?"

Tıpkı Hakan Bıçakçı gibi Işıl Kocaoğlan da hikayenin akışı esnasında genel anlatımı kesip bol bol toplumsal özeleştiri pasajlarına yer veriyor. Okumak, büyümek, evlenmek, iş sahibi, aile sahibi olmak, para kazanmak, para harcamak, tatiller, satın almak. Kapitalist sistem ve tüketim kültürünün katedralleştirdiği alışılagelmiş düzene de bıçak saplıyor yazar. Derin kesikleri ve kan kaybını umursamayan bir karakterin küçük bir çizikten bile incinir hale gelişini çözümlüyor. Yer yer yokadam konuşuyor yer yer Işıl Kocaoğlan. Yokadamın konuşmalarından belki de kitabın meselesini en güzel özetleyenlerinden birisi ise hikayenin başında yokluğunun katlanılmaz olacağına inanırken hikayenin sonunda gelip geçiciliğinin farkındalığına ulaştığında sarf ettiği şu sözler;

‘İşte bu kadar basitti. Birkaç gün ortadan yok olurdun, onlar da seni sonsuzluğa gönderirlerdi. Aksini düşündüğüm için gerçek bir ahmak olmalıydım. Ölmek için doğuyor, arada geçen yıllar boyunca bunu unutmaya çalışarak yaşıyordu herkes.’

Yazar aynı zamanda karakterin duygusal kimliğini de analiz ediyor. Suzi isminde bir kadına olan zaafının yok olmadan önce sadece bir heves olduğuna kendini inandırmaya çalışan, günlük rutini içerisinde aşka yer ayırmaktan, bağlanmaktan kaçınan ana karakter yok oluşunun ardından Suzi’nin onun için önemini de deneyimleme şansı elde ediyor. Bu sayede yazar duygusal ilişkilerin toplumsal hegemonya içinde nasıl eriyip gittiğini yokadamın düşüncelerinden aktarıyor okuruna.

Bir Sabah Uyandığımda Yoktum’un Gayle Forman’ın Eğer Yaşarsam’ıyla olan dikkat çekici benzerliğine değinilecek olduğunda ise, iki kitapta da karakterlerin çözümü imkansız gibi görünen bir ‘belirsizlik ve anlamsızlık’ yumağı içerisinde yaşadıkları sıkışmışlık hissi söz konusu. Ancak Forman’da merkezi çekim kuvveti ölüm ve yaşamken Kocaoğlan’da ise yokluk, toplumun dayattığı genel geçer düzenin yok ettiği birey kimliği, özerk olarak var olabilmenin getirdiği dayanılmaz ağırlığın çöküşü halinde meydana gelebilecekler ve sonuç olarak yitim.

"Nasıl oluyor da geçmiş aynı anda hem bir dakika öncesi kadar yakın, hem de bir asır kadar uzak gelebiliyordu? Evet, zaman yoktu artık. Geçmişin ya da geleceğin bir önemi yoktu. Artık şimdi bile yoktu. Günler, geceler, saatler ya da aylar önemsizdi. Hiçbiri bana ait değildi. Buna nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Devam edip edemeyeceğimi, bunu isteyip istemediğimi. Yorulmuştum. Düşünmekten, sorgulamaktan, anlamlar aramaktan, her şeyi en ince detayına kadar irdelemekten."

Hikayenin son kısmında karakterin maruz kaldığı yokluğu kabullendiğini ancak varlığı sırasında sorgulamaya, düşünmeye ve durmaya zaman ayırmadığı için bu kabullenişe karşı hissettiği karamsar tutum okuyucuya aktarılıyor. Şaşırtıcı sonları seven okuru fazlasıyla tatmin edeceğine inandığım Bir Sabah Uyandığımda Yoktum, ne yaparsak yapalım topluma karıştığımız ve düzenin işleyişine dahil olduğumuz an yok olmaya mahkum olduğumuz anlatan felsefeyle sağaltılmış bir roman… Kendi yokluğuna dair kafa yormak isteyenlere…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_