"Haydi bir kaset koy da şöyle bir neşelenelim Semracığım."
- Turgut Özal, Yollar reklamından
"Anlaşılan İstanbul'u artık yalnız bir-iki müzelik eşyada ve bir de kitaplarda yaşayabileceğiz."
- Turgut Cansever, Kaybolan Şehir, 1997
Şu sıralar İletişim Yayınları'ndan H. Bahadır Türk'ün yazdığı Muktedir adlı kitabı okuyorum. Türk sağ geleneği içerisinde Erdoğan’ın analitik siyasal portresini çiziyor yazar. Bunu yaparken önce Menderes, Özal, Demirel ve Erbakan'ın politikasını masaya yatırıyor. Daha sonra da bu masaya Erdoğan'ın politikasını ekliyor. Yazıya neden başka bir kitabın içeriğini aktararak başladım? Çünkü bu kitabı okuyarak gördüğüm şey şu; 1950 yılından sonra "2000'li yılların Türkiye'si" hazırlıklarında "yol" büyük bir önem taşımış, el'an taşıyor. Adnan Menderes döneminde sadece İstanbul'da 50'den fazla cami, yol açma ve değişik imar faaliyetleri sebebiyle yıkıldı. Bunlara mescit, çeşme, tarihi bina da ekleyebiliriz. Özal döneminde "Bir ülkenin kalkınma ölçüsü, yaptığı yollar ve mevcut yolları genişletme, korumasıdır" ilkesi, Boğaz Köprüleriyle kıt'aları birbirine bağladı. Demirel de keza kafayı yollara fena halde takmıştı ki, 8 Kasım 1968'de Adalet Partisi Ankara il kongresinde "Yollar yürümekle aşınmaz" diye bir söz etti. Bu sözü aslında, kendisi aleyhindeki protesto yürüyüşlerine dair söylemişti. Erbakan'ın yollarla ilişkisi için eski yol arkadaşları(!) hakkında bahsetmek gerekir ki, bu konu bahsetmek istediğim kitapla alakasız. Onu geçip, kitaba ve İstanbul'a dönelim.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki İstanbul'un mâzisini iyi okumak için sadece Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Münir Nurettin Selçuk romantizminden çıkmamız gerekir. İstanbul'un kimliğini tüm temeliyle öğrenmek için Dukas'ın fetih kroniklerini de, Nâzım Hikmet'in Ağa Camii şiirini de, Turgut Cansever'in ve hatta Aydın Boysan'ın kitaplarını da okumak gerekir. Ayrıca Osman Nuri Ergin'in İstanbul Şehreminleri; Süheyl Ünver'in İstanbul Risaleleri, Sevdiğim İstanbul'u, İstanbul'dan Bir Demet'i; Sermet Muhtar'ın İstanbul Yazıları, nihayet son dönemde Beşir Ayvazoğlu'nun Geceleyin Dersaadet'i ve Divanyolu adlı kitapları da İstanbul'a dair aşkla yazılmış mühim kitaplardan. İstanbul'un günümüzdeki vaziyetini en güzel özetleyecek şiirlerden biri de Ahmet Haşim'in Tahattur'u olsa gerek: "Bize bir zevk-i tahattur kaldı / bu sönen, gölgelenen dünyâda!"
Timaş Yayınları'ndan Önder Kaya imzasıyla 2011 yılında neşrolunan Yitip Giden İstanbul, kaybolan bir mirası sorguluyor, izinde koşuyor. Bu koşusundaki her hayal kırıklığı ise onu yoruyor, düşündürüyor, üzüyor. Ömer Halit Camcı'nın fotoğraflarıyla zenginleşen kitap sadece tarihi eserleri incelemiyor. Mesela 13 rakamının uğursuzluğunu da İstanbul üzerinden yorumluyor, Fatih'in kütüphanecisi Molla Lütfi'nin diline hakim olamayınca başının kesildiğini de aktarıyor, İnönü Stadı'nın bir zamanlar gerçekten birilerine mezar olduğunu da anlatıyor, İstanbul'a büyük emek vermiş Cemil Topuzlu'dan da bahsediyor, İstanbul'un evde kalmış kızlarının bir dönem Telli Baba'ya değil Hacı Baba'ya gittiğini de detaylıca fısıldıyor. Şimdi hep beraber bilge mimar Turgut Cansever'in 1997'de yazdığı "Kaybolan Şehir" başlıklı yazısından aşağıdaki paragrafı okuyalım. Sonra da eğer bu yazıyı okuduğunuz yerde nefes alabilecek bir yer varsa çıkıp etrafa bakarak biraz yazı hakkında düşünelim:
"Nedim "Hep halkının etvarı pesendide vü makbul" mısraını laf olsun diye söylememiştir. Şimdi o güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri gibi, sanki bütün bir şehir, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu... Eski İstanbul'dan en küçük bir iz taşıyan portre, aile resmi, sokak vs. her türlü fotoğraf artık birer antika değerinde. Anlaşılan İstanbul'u artık yalnız bir-iki müzelik eşyada ve bir de kitaplarda yaşayabileceğiz."
Bu yazıyı okuyanlar arasında en az 20'li yaşların başında olanlar, çocukluklarında çok az da olsa eski İstanbul'u görmüş olabilirler. Hasbelkader. Belki misket oynamışızdır, oyun konsolları henüz dostluğumuza incir ağacı dikmemiştir, mahalle maçları bitmemiştir, komşuya ekmek almak için koşa koşa bakkala -markete değil- gitmişizdir, evin önündeki yeşillikte haftada bir gün piknik yapmışızdır. En azından bunlar olmuştur. Babalarımızdan ve hatta dedelerimizden dinlediğimiz İstanbul'un yanında, kitaplardan okuyup öğrendiğimiz o güzelim İstanbul bizi masallar dünyasına götürür getirir. Şehir tarihçisi Önder Kaya'nın "Yitip Giden İstanbul"undaki yazıların bir kısmı, 2006 yılında neşrolunan "Yarim İstanbul" kitabında yer alıyordu. Bu kitap ise daha zenginleşmiş, fotoğraflarla güçlenmiş. Önder Kaya bir tarihçiden çok, kapı komşumuz gibi belgesel tadında anlatıyor bize olanları, pardon, İstanbul'a olanları. İstanbul bizim değilse, kimin? Hemen aklıma bir Metin Eloğlu şiiri geliveriyor: "Bu sokaktan biri geçince / başka biri de geçebilir demek / ne demek?". Hadi bir de İsmet Özel olsun: "Baksan bulacak mısın / Koskoca İstanbul’da / Nef’î diye bir semt / ama Bayram Paşa var."
Bu kitapla; Ahi Çelebi Camii, Aya Poliektos Kilisesi, Fatih Medreseleri, Acemoğlu Hamamı, Şehzade Aşhanesi, Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı, Cellat Mezarlığı, Revani Çelebi Camii, Darüşşafaka, Ayastefanos Anıtı, Bayezid Yangın Kulesi, Ayaspaşa Mezarlığı, Haydarpaşa, İnönü Stadı, Koca Ragıb Paşa Kütüphanesi, Abide-i Hürriyet, Yangın Kuleleri ve daha nicesi, Önder Kaya'nın akıcı üslubuyla, geçmişi ve şimdisiyle, birbirinden güzel ve hatırlatıcı fotoğrafıyla ellerimizde. Maalesef ki kayıp gidiyor. Kitabın önsözünden aldığım şu cümleler, aslında yazarın temel derdi:
"Ne yazık ki reklam panolarına ünlü türkücülerin fotoğraflarını asıp onlara "Ben İstanbulluyum" dedirtmekle İstanbullu olunmuyor. Zaten bu yolla ulaşılan İstanbullular için de şehir, Taksim Meydanı'ndan ibaret kalıyor."
"50'li, 60'lı ve 80'li yıllarda "imâr faaliyeti" adı altında yapılan yıkımlara alkış tutan da, şimdilerde kaybettiği değerlere hayıflanan da aynı toplum olunca insan söyleyecek söz bulamıyor."
"Ayasofya'yı yeniden inşa edemez, ikinci bir Süleymaniye yaapacak Mimar Sinan'ı bulamazsınız. Halkın takdirine yönelik belediyecilik anlayışıyla yapılan her iş ne yazık ki olumlu sonuç vermiyor. Yani her halükârda halka hizmet, hakka hizmet olmuyor."
Cahit Zarifoğlu'nun "Bir Değirmendir Bu Dünya" kitabında, bazı kitapları okurken müzik dinlememek gerektiğini okumuş ve sonra bunu yaşayarak öğrenmiştim. Konu İstanbul olunca istiyoruz ki fonda Sevim Tanürek söylesin, hatta Tanburi Cemil Bey çalsın. Halbuki öyle değil. İstanbul'u tanımak ne kadar ciddi bir işse, sevmek de öylesine, ölesiye ciddi bir iştir. Mesela yok olmaya yüz tutmuş bir Acemoğlu Hamamı vardır İstanbul'umuzda. Süleyman Ağa bir dönem bu hamamı işletmiş, bir kurban bayramı doğan oğluna İsmail adını koymuştur. Evet, Hammamîzâde İsmail Dede Efendi'den bahsediyoruz ve İstanbul'la birlikte böyle güzel insanları da belki o güzel atlara biz bindiriyoruz. Kaybediyoruz. Şehrimizle birlikte kendimizi de kaybediyoruz. Yok mudur bir Hızır Çelebi, sadece Allah'ın adaletine güvenerek Fatih gibi bir komutanı suçlu bulup ellerinin kesilmesini isteyecek? İstanbul'u yok eden ellere kim dur diyecek?..
Yazının başlığı bir Metin Eloğlu şiiri. Tamamlayıp, yazıyı sonlandırayım: Hadi git azıcık İstanbul iste / kosunlar o denizi bir çanağa / bir çıkına elesinler o günlerimi / yazdan Üsküdar'dan ne kaldıysa Elif'ten / doldur ceplerine."
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
22 Eylül 2014 Pazartesi
19 Eylül 2014 Cuma
Bir çocuktan bir Kudüs yapmak
Nasıl Sezai Karakoç’un Monna Rosa’sı on yıllar boyunca Mona Roza namıyla elden ele dolaştıysa Nuri Pakdil’in Anneler ve Kudüsler’i de kitaplaşmadan önce elden ele öyle dolaşıyordu. Nitekim Turan Koç’un 2004 yılında yayınlanan Hece Dergisi’nin Nuri Pakdil özel sayısında kaleme aldığı yazı, kitabın önceki macerasını özetler. Edebiyat dergisinde çoğu Ebubekir Sonumut müstearıyla yayınlanan şiirler, Nuri Pakdil’in 42. kitabı olarak okuruyla buluştu. (Her şiirin sonuna derginin hangi sayısında hangi müstearla yayınlandığı bilgisini veren editöryel titizliği de bu vesileyle kutlamak isterim.)
Bir Nuri Pakdil şiirinin en ayırt edici iki vasfı “ses ve öfke”dir. Dilin en yalın haliyle eylem yapar gibi hatta devrim yapar gibi yazar Pakdil. Tıpkı denemelerinde ve tiyatro oyunlarında olduğu gibi…Pakdil’in dergi çıkartırken de, yazarken de, kitap yayınlarken de esas meselesi, sadece bir sorumluluk bilincini aşılamak değil o sorumluluk bilincini bütün ağırlığıyla yaşamaktır. Pakdil’in şiire yüklediği bu sorumluluk şiirden taviz verdiği anlamında yorumlanmamalı. O yazdığı türün estetik yükümlülüklerini de aynı sorumluluk ve bilinçle taşımaya da taliptir. Pakdil’de poetik farklılık da politik farkındalık da biri diğerine yeğ tutulmadan at başı koşturulur.
Arınmışlık, fazlalıklardan azat olmuşluk Pakdil’in hayatının başat unsurlarından bir diğeridir. Nitekim Nuri Pakdil’in “Herşeyi attım üzerimden / elimde bir kitap kaldı” mısraları onun şiirinin ve hayatının rafineliğini yansıtır.
Nehirlerde birbirine çarpa çarpa pürüzlerinden arınan taşlar gibi Pakdil’in şiirlerinde de kelimeler birbirine çarpa çarpa çapaklarından azade olurlar. Sükût Suretinde adlı kitabında yer alan şiirlerine şiirin kaçıncı yazılışı olduğuna dair notlara göz atanlar kelimelerin çarpışmasına şahit olabilirler. (Örneğin Sükût Sureti’nde yer alan ‘Tohumlar’ isimli şiirin 387. yazılışıdır: “Atılacak bir sonraki adım ka- / dar güzeldir sessiz tek gece bile’ye ulaşıyor. Bir beyitten ibaret olması 387 sayısına farklı bir boyut katacaktır elbette.)
Pakdil’in öfkesinin kaynağını ve hedefini ise “Benim işim/devrim/ yapmak” mısralarında bulabiliriz. Nuri Pakdil’in şiiri, esasen mazlum milletlerin yanında yer almayı öngören bir “DağDuruşu”dur. (Not: Dizgi düzelti yanlışı yok: DağDuruşu.)
Pakdil’in öfkesinin kıblesi ise Kudüs’tür. Kudüs’ün Pakdil için ayrı bir anlamı vardır. Yaşadığımız çağda İslam dünyasında işlenen her zulümün simgesi Kudüs’tür esasen. Nitekim Bilal Can bir yazısında Necip Fazıl için Büyük Doğu, Mehmet Akif için Asım’ın nesli ne ise Pakdil için de Kudüs odur yorumunu yapar.
Saatini Kudüs’e ayarlayan Pakdil’in İslam coğrafyasında olanları adım adım takip eder. Kudüs, Pakdil için hayati bir önem taşır. Kitaba ismini veren Anneler ve Kudüsler şiiri Pakdil’in bütün sanat, aksiyon ve fikir dünyasının muhtasar bir özeti gibidir. “Yürü kardeşim/Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin” mısralarıyla Pakdil yaşamakla yazmanın biri tercih edilmesi gereken iki şık olmadığını eylem/yazı/şiir/hayat dörtlüsünün birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu ifade etmekle kalmaz “yürü” ihtarıyla çıkış yolunu da gösterir. Annelerin çocuklarından birer Kudüs yaptıkları, babaların içlerinde birer Kudüs canlandırdıkları günler için yazılmıştır bu şiir.
“İnsan
soyaçekim
göğe yansır umudu
baktıkça aynada
Ve çocuk gülünce
ışır el-aksâ
el-aksâ bilir ki
çocuk koyacak o taşı
Ki biraz kirazdır ki biraz silâhtır
çocukların
gözleri
parmakları
Getirince baba
kudüs’ü özümseyen ekmeği
yeniler anne andını
kirazın ve silâhın üstüne”
Pakdil, “Batıya baka baka boynu tutulan” Türkiye’ye kıbleyi göstermeyi amaçlar. Eline aldığı her gazeteyi satır satır tarayıp, Ortadoğu’ya Kudüs’e dair haber arayan Pakdil için devrimci olmak yazar olmaktan her zaman daha önceliklidir. Onun için Edebiyat dergisi “kirli siyasa”nın dışında ve “kirli mülkiyet zebanileri”ne karşı “Kutsal Ekmek, Kutsal Emek, Kutsal El”in kurduğu bir gerilla birliğidir. Anneler ve Kudüsler’de yer alan şiirleri de bir gerilla birliği gibi değerlendirebiliriz. Zaten Bir Yazarın Notları’nın 3. cildi “Bu kitabı da namluya sürün!” direktifiyle biter. Çünkü “Sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşma; gene sanatla kalkacağız ayağa.” diyen Pakdil’e göre “Sanatla Kudüs rüzgarları estirmeli”dir. Anneler ve Kudüsler o rüzgarın örneği şiirlerle yüklüdür.
Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları’nda “İnsan! Seni savunuyorum sana karşı!” ihtarında bulunuyordu. Anneler ve Kudüsler o büyük cephenin önemli siperlerinden biri olarak Pakdil kitaplığındaki yerini aldı.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
Bir Nuri Pakdil şiirinin en ayırt edici iki vasfı “ses ve öfke”dir. Dilin en yalın haliyle eylem yapar gibi hatta devrim yapar gibi yazar Pakdil. Tıpkı denemelerinde ve tiyatro oyunlarında olduğu gibi…Pakdil’in dergi çıkartırken de, yazarken de, kitap yayınlarken de esas meselesi, sadece bir sorumluluk bilincini aşılamak değil o sorumluluk bilincini bütün ağırlığıyla yaşamaktır. Pakdil’in şiire yüklediği bu sorumluluk şiirden taviz verdiği anlamında yorumlanmamalı. O yazdığı türün estetik yükümlülüklerini de aynı sorumluluk ve bilinçle taşımaya da taliptir. Pakdil’de poetik farklılık da politik farkındalık da biri diğerine yeğ tutulmadan at başı koşturulur.
Arınmışlık, fazlalıklardan azat olmuşluk Pakdil’in hayatının başat unsurlarından bir diğeridir. Nitekim Nuri Pakdil’in “Herşeyi attım üzerimden / elimde bir kitap kaldı” mısraları onun şiirinin ve hayatının rafineliğini yansıtır.
Nehirlerde birbirine çarpa çarpa pürüzlerinden arınan taşlar gibi Pakdil’in şiirlerinde de kelimeler birbirine çarpa çarpa çapaklarından azade olurlar. Sükût Suretinde adlı kitabında yer alan şiirlerine şiirin kaçıncı yazılışı olduğuna dair notlara göz atanlar kelimelerin çarpışmasına şahit olabilirler. (Örneğin Sükût Sureti’nde yer alan ‘Tohumlar’ isimli şiirin 387. yazılışıdır: “Atılacak bir sonraki adım ka- / dar güzeldir sessiz tek gece bile’ye ulaşıyor. Bir beyitten ibaret olması 387 sayısına farklı bir boyut katacaktır elbette.)
Pakdil’in öfkesinin kaynağını ve hedefini ise “Benim işim/devrim/ yapmak” mısralarında bulabiliriz. Nuri Pakdil’in şiiri, esasen mazlum milletlerin yanında yer almayı öngören bir “DağDuruşu”dur. (Not: Dizgi düzelti yanlışı yok: DağDuruşu.)
Pakdil’in öfkesinin kıblesi ise Kudüs’tür. Kudüs’ün Pakdil için ayrı bir anlamı vardır. Yaşadığımız çağda İslam dünyasında işlenen her zulümün simgesi Kudüs’tür esasen. Nitekim Bilal Can bir yazısında Necip Fazıl için Büyük Doğu, Mehmet Akif için Asım’ın nesli ne ise Pakdil için de Kudüs odur yorumunu yapar.
Saatini Kudüs’e ayarlayan Pakdil’in İslam coğrafyasında olanları adım adım takip eder. Kudüs, Pakdil için hayati bir önem taşır. Kitaba ismini veren Anneler ve Kudüsler şiiri Pakdil’in bütün sanat, aksiyon ve fikir dünyasının muhtasar bir özeti gibidir. “Yürü kardeşim/Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin” mısralarıyla Pakdil yaşamakla yazmanın biri tercih edilmesi gereken iki şık olmadığını eylem/yazı/şiir/hayat dörtlüsünün birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu ifade etmekle kalmaz “yürü” ihtarıyla çıkış yolunu da gösterir. Annelerin çocuklarından birer Kudüs yaptıkları, babaların içlerinde birer Kudüs canlandırdıkları günler için yazılmıştır bu şiir.
“İnsan
soyaçekim
göğe yansır umudu
baktıkça aynada
Ve çocuk gülünce
ışır el-aksâ
el-aksâ bilir ki
çocuk koyacak o taşı
Ki biraz kirazdır ki biraz silâhtır
çocukların
gözleri
parmakları
Getirince baba
kudüs’ü özümseyen ekmeği
yeniler anne andını
kirazın ve silâhın üstüne”
Pakdil, “Batıya baka baka boynu tutulan” Türkiye’ye kıbleyi göstermeyi amaçlar. Eline aldığı her gazeteyi satır satır tarayıp, Ortadoğu’ya Kudüs’e dair haber arayan Pakdil için devrimci olmak yazar olmaktan her zaman daha önceliklidir. Onun için Edebiyat dergisi “kirli siyasa”nın dışında ve “kirli mülkiyet zebanileri”ne karşı “Kutsal Ekmek, Kutsal Emek, Kutsal El”in kurduğu bir gerilla birliğidir. Anneler ve Kudüsler’de yer alan şiirleri de bir gerilla birliği gibi değerlendirebiliriz. Zaten Bir Yazarın Notları’nın 3. cildi “Bu kitabı da namluya sürün!” direktifiyle biter. Çünkü “Sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşma; gene sanatla kalkacağız ayağa.” diyen Pakdil’e göre “Sanatla Kudüs rüzgarları estirmeli”dir. Anneler ve Kudüsler o rüzgarın örneği şiirlerle yüklüdür.
Nuri Pakdil, Bir Yazarın Notları’nda “İnsan! Seni savunuyorum sana karşı!” ihtarında bulunuyordu. Anneler ve Kudüsler o büyük cephenin önemli siperlerinden biri olarak Pakdil kitaplığındaki yerini aldı.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
18 Eylül 2014 Perşembe
Düşünsel, siyasal anlamda önemli kişiler ve Kalemin Yükü
"Toplumsal maceramızı, bu sürecin kahramanlarının ve düşünsel, siyasal mimarlarının yeterince anlaşılmasıyla kavrayabiliriz ancak. Bu çaba, onlar için değil, kendimiz içindir.”
Pek çok değerli fikir ve edebiyat adamının hayatına, yaptıklarına, eserlerine yeni bir yorum katmış bu eserinde Hüseyin Su. Kalemin Yükü omuzlarında yük olmaktan çok bir vazife bir “…ne güzel yaşamışsın sevaplar gibi” durumudur çoğu için. ‘Bir düşünce çizgisi’ni hakkıyla okuma durumudur bu deneme kitabı. Özellikle son yüzyıl için birer deniz feneri niteliğindeki şahıs ve dergiler üzerine son on sekiz yıl boyunca Hece Dergisi sayfaları arasında yer almış kimi denemelerden oluşmaktadır.
Değerlendirmelerini yaparken, Hüseyin Su’nun, “Ben de kendimi bu çaba içinde düşünen, yazan birisi olarak gördüm her zaman. Kalemim bağlı bunlarla ve kalemimin yükünü anlamaya, sorumluluğunu yerine getirmeye çalışıyorum” deyişindeki samimiyeti satırlar arasında yakalamak mümkün. Farklı sanat, kültür, edebiyat anlayışlarına ve siyasal düşüncelerine rağmen ortak noktalarına odaklanır Su.
Düşünür, yazar ve şairlerin kendi dönemlerine has ayrıcalıklı yanlarını ön plana çıkarma gayreti takdire şayandır. Özellikle vurguladığı bir husus var ki, hak vermemek elde değil:
“Bugün, Türkiye’de gerek düşünce, sanat, edebiyat, kültür, gerekse siyaset ve toplumsal anlamda bir uygarlık hesaplaşması bağlamında süren kavga, yanlışları ve doğruları, eksileriyle ve artılarıyla hâlâ Necip Fazıl’ın ve Büyük Doğu’nun 1940’lı yıllarda başlattığı entelektüel İslâm düşüncesi düzleminde ve bağlamında bir hesaplaşma ve kavga dilinin ve sesinin yankısının açtığı alanda sürmektedir.”
Hindistanlı bir şairle, Türkiyeli bir şairin, neden bizde aynı etkiyi bıraktığını anlatmış Su. Yani İkbal ve M. Akif… İlk şiir kitabının ilk baskısının yakılmasının ardından, “Özüm hiç değişmedi!” diyen “insanca ve artistçe” yazan Cahit Zarifoğlu’nu anlatıyor bize Su. İnsanın bağırsaktan ibaret olmadığını “gönül”den bahis açan, “Bağlanma”nın yazarını tanıtıyor bize, Fethi Gemuhluoğlu’nu. Düşünce ve kültür hayatımıza ışık tutacak nitelikte Kalemin Yükü.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.
Pek çok değerli fikir ve edebiyat adamının hayatına, yaptıklarına, eserlerine yeni bir yorum katmış bu eserinde Hüseyin Su. Kalemin Yükü omuzlarında yük olmaktan çok bir vazife bir “…ne güzel yaşamışsın sevaplar gibi” durumudur çoğu için. ‘Bir düşünce çizgisi’ni hakkıyla okuma durumudur bu deneme kitabı. Özellikle son yüzyıl için birer deniz feneri niteliğindeki şahıs ve dergiler üzerine son on sekiz yıl boyunca Hece Dergisi sayfaları arasında yer almış kimi denemelerden oluşmaktadır.
Değerlendirmelerini yaparken, Hüseyin Su’nun, “Ben de kendimi bu çaba içinde düşünen, yazan birisi olarak gördüm her zaman. Kalemim bağlı bunlarla ve kalemimin yükünü anlamaya, sorumluluğunu yerine getirmeye çalışıyorum” deyişindeki samimiyeti satırlar arasında yakalamak mümkün. Farklı sanat, kültür, edebiyat anlayışlarına ve siyasal düşüncelerine rağmen ortak noktalarına odaklanır Su.
Düşünür, yazar ve şairlerin kendi dönemlerine has ayrıcalıklı yanlarını ön plana çıkarma gayreti takdire şayandır. Özellikle vurguladığı bir husus var ki, hak vermemek elde değil:
“Bugün, Türkiye’de gerek düşünce, sanat, edebiyat, kültür, gerekse siyaset ve toplumsal anlamda bir uygarlık hesaplaşması bağlamında süren kavga, yanlışları ve doğruları, eksileriyle ve artılarıyla hâlâ Necip Fazıl’ın ve Büyük Doğu’nun 1940’lı yıllarda başlattığı entelektüel İslâm düşüncesi düzleminde ve bağlamında bir hesaplaşma ve kavga dilinin ve sesinin yankısının açtığı alanda sürmektedir.”
Hindistanlı bir şairle, Türkiyeli bir şairin, neden bizde aynı etkiyi bıraktığını anlatmış Su. Yani İkbal ve M. Akif… İlk şiir kitabının ilk baskısının yakılmasının ardından, “Özüm hiç değişmedi!” diyen “insanca ve artistçe” yazan Cahit Zarifoğlu’nu anlatıyor bize Su. İnsanın bağırsaktan ibaret olmadığını “gönül”den bahis açan, “Bağlanma”nın yazarını tanıtıyor bize, Fethi Gemuhluoğlu’nu. Düşünce ve kültür hayatımıza ışık tutacak nitelikte Kalemin Yükü.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.
Hû: Dönüşü daima kendine yap
Şair Hüseyin Akın'ın bu yıl Ülke Kitap'tan bir toplu şiir (Sevmek, Karanfil ve Kiraz), üç de deneme (Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli, Yalan Dünyanın Yanlış İşleri, Hû Dönüşü) kitabı yayımlandı. Bir nevi Türk edebiyatının şiir alanına mitralyözle, deneme alanına mayınlar döşeyerek yeniden girmiş oldu şair. Neden mayınlar döşeyerek? Deneme denen arazide atılacak her adım bir risktir. Biz Türkler buna risk yerine rızk mı demeliyiz? Evet, demeliyiz. Rızkı aramanın peşine önce şiirle düşen Hüseyin Akın, Hû Dönüşü'nde mayınlarını modern hayat üzerine kuruyor. Modern hayatın her cilvesini birer mayınla havaya uçuruyor. Uçuşanlar da genellikle din, muhafazakarlık ve kültür tohumlarıyla yeniden toprağa serpiliyor. Okuyucuya düşen ise okuduklarını birer tohum kabul ederek toprağa serpilmesinde rol almak, sabretmek ve güçlenmek. Sonrası ise başta söylenene ulaştıracaktır; rızka.
Ben Hüseyin Akın'ın deneme kitaplarını okumaya şöyle başlıyorum: konu başlıklarını içindekiler bölümünden peş peşe okuyorum. Sonra tahayyül edebileceğim şeyleri sıralıyorum. Neler geldi aklıma? Ezanı kötü okuyan müezzinler, insanların sürekli mazeret üreten bir fabrika haline dönüşmesi, hidayeti takunyada ve takkede aramak, camiye iki bin liralık iki ayrı akıllı telefonla girmek, sabah işe başlamadan evvel mesai arkadaşına hal hatır sormamak, gösteriş budalalığı, insanın gördükleriyle bildiklerini birbirine karıştırması, alaycılık ile mizahın arasındaki çizgi, ciddiyetle tebessüm arasındaki dostluk, inanç ve iman arasındaki kuvvetli bağ. Hatta şöyle özetlemek isterim ki Hûd Suresi'nin 112. ayetinde bize "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" diye meal edilenin aslında "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol" hakikatine Hû Dönüşü farklı bir yolla tevcih etmemiz gerektiğini anlatıyor. Yine ve yine: görmek isteyene. Görmek de bu tip hususlarda kesinlikle gönülle olan bir eylemdir.
"Özeleştiri niteliğinde bir kitap. Herkesin 'U dönüşü' yaptığı bir dünyada insanları Mevlânâ misali Hu dönüşüne davet ediyorum. Hidayet yazıları da diyebilirsiniz buna. Biraz ironik çokça hüzünlü yazılardan oluşuyor. Sosyal meselelere edebi bir kıvamla yaklaşmanın örnekleri. Sosyal ve dini mevzuları şiirle düşünmek nasıl bir şey onu ortaya koymaya çalıştım. Kısacası 'Hu dönüşü', dönüşü olan bir kitap. Dönüp dolaşıp okumak gerek." (Röportaj: Vecd gerek bize, vicdan gerek, 16 Nisan 2014)
İnsanın şerefinin, hayvanlardan ayrıldığı noktada olduğunu keşfetmek için söze bakmak gerekiyor. Yani ağza. İnsanın dili acaba kalbinin titreşimlerini mi ahenkle aktarıyor yoksa beynindeki hırs kalıplarını mı tezgaha döküyor. İlkinden yana olanların tercihi, şüphesiz ki tilki olmamaktır. Çünkü tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır. İnsanın ise dönüp dolaşıp geleceği yer yine kendidir, kalbidir, gönül istikametidir.
"Ahlaklı olmanın imkânları büsbütün elimizden alınmadan, başkasına gittiğimiz kadar kendimize gelelim." (Ahlâk vardır ve birdir, Hû Dönüşü, sf.33)
"Her türlü elbise insan nefsinin fırtınalarıyla savrulur ya da açılır; sadece takva elbisesidir sımsıkı sarıp insanı kendine iade eden." (Tepmeli tepki, Hû Dönüşü, sf.73)
Malum, Ramazan ayını geride bıraktık. Bu ayı bir "Yorulmama ayı" hödüklüğü ve "Nerede o eski ramazanlar?" berduşluğu ile geçirmemek adına da Hüseyin Akın'ın çok sade, güçlü ve derin anlamlı cümleleri var:
"Huylu huyundan vazgeçer mi? Evet, geçer. Ramazan ayı tam da bunun içindir. Karaktere yapışan tozları silkeler."
"Ramazan ve oruç, alışkanlıklarımızı terbiye eder. Geri çekilmeyi öğretir. Kurulu insanın ayarlarını değiştirir."
Hû Dönüşü, Hüseyin Akın’ın denemeleri arasında geldiği, döndüğü son nokta. Şair nereye geldi yahut döndü? Kendine. Kendimize gelmemiz için u değil, hû dönüşü yapmamız gerektiğini anlatan bu deneme kitabı, neyi kaybettiğimizi hatırlamamız için tekrar tekrar denememiz ve düşünmemiz gereken fikirlerle dolu.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazı daha önce Dergâh dergisinin 294. sayısında yayımlanmıştır.
Ben Hüseyin Akın'ın deneme kitaplarını okumaya şöyle başlıyorum: konu başlıklarını içindekiler bölümünden peş peşe okuyorum. Sonra tahayyül edebileceğim şeyleri sıralıyorum. Neler geldi aklıma? Ezanı kötü okuyan müezzinler, insanların sürekli mazeret üreten bir fabrika haline dönüşmesi, hidayeti takunyada ve takkede aramak, camiye iki bin liralık iki ayrı akıllı telefonla girmek, sabah işe başlamadan evvel mesai arkadaşına hal hatır sormamak, gösteriş budalalığı, insanın gördükleriyle bildiklerini birbirine karıştırması, alaycılık ile mizahın arasındaki çizgi, ciddiyetle tebessüm arasındaki dostluk, inanç ve iman arasındaki kuvvetli bağ. Hatta şöyle özetlemek isterim ki Hûd Suresi'nin 112. ayetinde bize "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" diye meal edilenin aslında "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol" hakikatine Hû Dönüşü farklı bir yolla tevcih etmemiz gerektiğini anlatıyor. Yine ve yine: görmek isteyene. Görmek de bu tip hususlarda kesinlikle gönülle olan bir eylemdir.
"Özeleştiri niteliğinde bir kitap. Herkesin 'U dönüşü' yaptığı bir dünyada insanları Mevlânâ misali Hu dönüşüne davet ediyorum. Hidayet yazıları da diyebilirsiniz buna. Biraz ironik çokça hüzünlü yazılardan oluşuyor. Sosyal meselelere edebi bir kıvamla yaklaşmanın örnekleri. Sosyal ve dini mevzuları şiirle düşünmek nasıl bir şey onu ortaya koymaya çalıştım. Kısacası 'Hu dönüşü', dönüşü olan bir kitap. Dönüp dolaşıp okumak gerek." (Röportaj: Vecd gerek bize, vicdan gerek, 16 Nisan 2014)
İnsanın şerefinin, hayvanlardan ayrıldığı noktada olduğunu keşfetmek için söze bakmak gerekiyor. Yani ağza. İnsanın dili acaba kalbinin titreşimlerini mi ahenkle aktarıyor yoksa beynindeki hırs kalıplarını mı tezgaha döküyor. İlkinden yana olanların tercihi, şüphesiz ki tilki olmamaktır. Çünkü tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanıdır. İnsanın ise dönüp dolaşıp geleceği yer yine kendidir, kalbidir, gönül istikametidir.
"Ahlaklı olmanın imkânları büsbütün elimizden alınmadan, başkasına gittiğimiz kadar kendimize gelelim." (Ahlâk vardır ve birdir, Hû Dönüşü, sf.33)
"Her türlü elbise insan nefsinin fırtınalarıyla savrulur ya da açılır; sadece takva elbisesidir sımsıkı sarıp insanı kendine iade eden." (Tepmeli tepki, Hû Dönüşü, sf.73)
Malum, Ramazan ayını geride bıraktık. Bu ayı bir "Yorulmama ayı" hödüklüğü ve "Nerede o eski ramazanlar?" berduşluğu ile geçirmemek adına da Hüseyin Akın'ın çok sade, güçlü ve derin anlamlı cümleleri var:
"Huylu huyundan vazgeçer mi? Evet, geçer. Ramazan ayı tam da bunun içindir. Karaktere yapışan tozları silkeler."
"Ramazan ve oruç, alışkanlıklarımızı terbiye eder. Geri çekilmeyi öğretir. Kurulu insanın ayarlarını değiştirir."
Hû Dönüşü, Hüseyin Akın’ın denemeleri arasında geldiği, döndüğü son nokta. Şair nereye geldi yahut döndü? Kendine. Kendimize gelmemiz için u değil, hû dönüşü yapmamız gerektiğini anlatan bu deneme kitabı, neyi kaybettiğimizi hatırlamamız için tekrar tekrar denememiz ve düşünmemiz gereken fikirlerle dolu.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazı daha önce Dergâh dergisinin 294. sayısında yayımlanmıştır.
17 Eylül 2014 Çarşamba
Biçim biçim aşkın hâlleri
Aşk deyince, Şeyh Galip’ten Nedim’e varıncaya dek, herkesin bir diyeceği olmuş bu çağlar boyunca. Fuzuli ise, başka bir formda seslenmiş yüzyıllar ötesinden. Aşkın tanımını yapmak ne kadar doğrudur, aşkın halleri var mıdır, şayet varsa nelerdir, diye akla sorular gelebilir. Halden hale su misali adeta akan insanın aşkta sabitlenmesini bekleyebilir miyiz? Beyhude bir çaba olur elbette. Aşkın Halleri’nde; ne var diyecek olursanız, neler yok ki? Varolma nedenimizle ilintili olarak aşkın görünen ve görünmeyen yanlarını Aşkın Halleri’nde yeniden ustaca yorumlamış Hüseyin Su. Bunu yaparken yazılı sözlü geleneği hiçe saymamış.
Aksine karakterler naif. Dini duyarlılıklardan bihaber bir anlatıma göz kırpmamış. Kaybolmaya yüz tutmuş eski mahalle kültürünün izlerini sürmüş öykülerinde. Her yaş grubu bu kültürün farklı motiflerini hayatlarına serpiştirmiştir adeta. Öykülerin kahramanı olan hem delikanlılar, hem orta yaştakiler ve ihtiyarlar aşkın başka başka hallerini o zamanın içindeymişiz hissiyle dolmamıza neden olacak sahicilikte yaşarlar. Kadınları anlama ve yeniden tanımlama gayreti içindeki satırları da unutmayalım:
“Erkeğin kendine duyduğu güvenin en az yarısını, bir kadın tarafından görüldüğü, sevildiği, belki çok saçma gelecek ama korunduğu düşüncesinin sağladığını da bilmez kadınlar.”
“Akşamdan sabaha, sabahtan akşama dek burada oturup geçmişti gelecekti, diye düşünerek seni çoğaltıyorum, çoğaltıyorum sonra da gönlüm karışıyor, aklım şaşıyor.”
“Güzel bulduğumuz için sevdiğimiz bir kadınla, sevdiğimiz için güzel bulduğumuz kadını biz mi karıştırırız, yoksa gerçekten karıştıracak kadar bir ayrıma tabi tutulamaz varlıklar mı bunlar, hâlâ seçebilmiş değilim.”
Kederlere gömülmüş kırılgan kadınlar, Eyüp sabrıyla yaşayan hoyrat erkekler. Kabe’ye hiç konmayan güvercinlerden dem vuran aşıklar… Birbirine tatlı oklarla açtığı yaraların nasıl kangrene dönüştüğünü kaygıyla izleyen karakterler… Hepsi bizdendir. Hem ayrı hem beraber, hem yakın hem uzak tipler, ama sorulduğunda bir sorun yaşamadıklarını normal hayat sürdüklerini iddia edenler… Bir peri suretlinin peşinde şehrin kaldırımlarını arşınlayan Nedim misali tipler… Ayrılık, kavuşma, hayal kırıklığı, gerçekler, beklentiler, yani yalın hayatın ta kendisi; kesit kesit başarıyla verilmiş. Son derece ustalıklı bir dil ve anlatım sözkonusu. Olayların ve insanların geçmiş zamandan bu zamana geçişleri var. Öykülerdeki karakterlerin yanıbaşındayız sanki. Öyle bir hisse kapılıyoruz bilhassa. Öykü atmosferindeki bu samimi ve akışkan durum gözden kaçırılacak gibi değil.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.
Aksine karakterler naif. Dini duyarlılıklardan bihaber bir anlatıma göz kırpmamış. Kaybolmaya yüz tutmuş eski mahalle kültürünün izlerini sürmüş öykülerinde. Her yaş grubu bu kültürün farklı motiflerini hayatlarına serpiştirmiştir adeta. Öykülerin kahramanı olan hem delikanlılar, hem orta yaştakiler ve ihtiyarlar aşkın başka başka hallerini o zamanın içindeymişiz hissiyle dolmamıza neden olacak sahicilikte yaşarlar. Kadınları anlama ve yeniden tanımlama gayreti içindeki satırları da unutmayalım:
“Erkeğin kendine duyduğu güvenin en az yarısını, bir kadın tarafından görüldüğü, sevildiği, belki çok saçma gelecek ama korunduğu düşüncesinin sağladığını da bilmez kadınlar.”
“Akşamdan sabaha, sabahtan akşama dek burada oturup geçmişti gelecekti, diye düşünerek seni çoğaltıyorum, çoğaltıyorum sonra da gönlüm karışıyor, aklım şaşıyor.”
“Güzel bulduğumuz için sevdiğimiz bir kadınla, sevdiğimiz için güzel bulduğumuz kadını biz mi karıştırırız, yoksa gerçekten karıştıracak kadar bir ayrıma tabi tutulamaz varlıklar mı bunlar, hâlâ seçebilmiş değilim.”
Kederlere gömülmüş kırılgan kadınlar, Eyüp sabrıyla yaşayan hoyrat erkekler. Kabe’ye hiç konmayan güvercinlerden dem vuran aşıklar… Birbirine tatlı oklarla açtığı yaraların nasıl kangrene dönüştüğünü kaygıyla izleyen karakterler… Hepsi bizdendir. Hem ayrı hem beraber, hem yakın hem uzak tipler, ama sorulduğunda bir sorun yaşamadıklarını normal hayat sürdüklerini iddia edenler… Bir peri suretlinin peşinde şehrin kaldırımlarını arşınlayan Nedim misali tipler… Ayrılık, kavuşma, hayal kırıklığı, gerçekler, beklentiler, yani yalın hayatın ta kendisi; kesit kesit başarıyla verilmiş. Son derece ustalıklı bir dil ve anlatım sözkonusu. Olayların ve insanların geçmiş zamandan bu zamana geçişleri var. Öykülerdeki karakterlerin yanıbaşındayız sanki. Öyle bir hisse kapılıyoruz bilhassa. Öykü atmosferindeki bu samimi ve akışkan durum gözden kaçırılacak gibi değil.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
* Bu yazı daha önce Star Kitap'ta yayımlanmıştır.
16 Eylül 2014 Salı
Para için şiir yazmak yahut patronaj
"Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı."
- Nef''î
"Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şairân-ı şehd-mekâ."
- Hayâlî
7 Eylül'de 98. yaşı kutlandı Halil İnalcık'ın. Gerek yaşı gerek eserleri vesilesiyle yaşayan en büyük tarihçimiz olduğu konusunda herkes hemfikir. Kutlama gününden fotoğrafları ve şu sıralar edebiyatımızdaki "teşvik" konusunu yan yana koyunca aklıma İnalcık'ın "Şair ve Patron" kitabı geldi. Hakkında bir şeyler yazmayı arzu ettim. Zira 2003 yılında çıkmış ve edebiyatımıza sosyolojik pencereden attığı bakışla çığır açmış bir kitapçık idi. 6 ay içinde yeni baskısını yapmış ve uzun süre edebi tartışmalara yol açmıştı ki incecik bir kitap için onur verici olsa gerek. Elbette yazar Halil İnalcık olunca o inceliğin içinde ne kalın belgeler bulunuyor, söylemeye gerek yok.
Kitap için çok fazla eleştiri, inceleme ve öneri yazıları kaleme alınmıştı. Çıkış döneminde "O ne demekmiş canım? Para için şiir yazılır mı?" diyenler, günümüzde konuya farklı bakmaya başladılar. Herhalde dünya şartları olsa gerek bu dönüşümün sebebi. Konu divan edebiyatı olunca mangalda kül bırakmayan şairler, yazarlar ve araştırmacılar, mevzu modern Türk şiirine gelince divanlarına uzanır oldular. Halbuki para her zaman para idi, peki şiir her zaman şiir miydi? Paranın olduğu yerde şiir, şiirin olduğu yerde para geçer miydi, geçerli miydi? Galiba uzun bir zaman daha sürecek bu tartışma. Biz kitaba dönelim.
Max Weber'in "patrimonyal devlet yapısı" tanımlamasından yola çıkan İnalcık'ın bu kitapla hedefi "divan şairlerinin sanatlarını değerlendirmek ve bir maîşet sağlamak için daima bir “hâmî” (patron) aramak zorunda kaldıklarını belirtmeye çalışmak, kendi dillerinden kanıtlar vermek" olmuştur. Yani İnalcık'ın derdi "Şiirden para kazanılması" falan değil, olmuş olanları yazmak. İnalcık'a bu kitabı yazdıran neler ve kimler olmuştur mesela? Klasik şairlerimiz arasında daima bir hâmî arayan ve dokuz akça maaş alamayınca Nişancı Celâlzâde’ye o müthiş “Şikâyetnamesi”ni yazmış Fuzulî, geçinmek için yüzlerce kâside yazıp satan Zatî, İskender Çelebi'nin himayesinde önce Belgrad'da sonra başka yerlerde kâtiplik elde etme peşinde koşan Latîfî, İslâm dünyasının Voltaire'i olarak gösterilen ve Fatih Sultan Mehmed'in 5000 altın göndererek İstanbul'a davet ettiği Abdurrahman Câmî... Bu isimler sadece birkaçı. Ancak Fuzulî ile ilgili olan bölüm son derece önemli. Gerek Kanunî'yi gerekse Şehzâde Bayezid'i kendine hâmi yapmak için çok dil dökmüştür Fuzulî. "Leyla ile Mecnun"da patronajın ne kadar gerekli olduğunu da bazı yerlerde şöyle vurgular:
"Tutsan elini ben fakîrin
Hak ola hemîşe destgîrin."
...
"Her birine hâs oldu bir şah
Zevk-i suhândan oldu agâh
Türk ü Arab u Acem'de eyyâm
Her şâ'ire vermiş idi bir kâm."
...
"Sarf eyle rı'âyetimde eltâf
Tenhâlığımı gör eyle insâf."
...
"Var ümmdim kim hemîşe irtifâ'-i kadr ile
Ola ihsânun neşât-engîz-i her kalb-i hazîn."
Öte yandan Osmanlı sultanını göklere çıkarmak, onun hilâfetini ve imâmetini belirtmek de Fuzulî'nin özen gösterdiği durumlardır. 1534'den önce İran Şahı için kullandığı kıymetli sözleri Sultan Süleyman'a da Hadîkatu's-Su'adâ adlı dîbâcesinde ve hâtimesinde dile getirmiştir. Hakkında yazılan eserlerde özellikle İranlı Hüseyin Vâ'iz'den bir tercümesi olan Hadîkatu's-Su'adâ eserinde, Vâ'iz'in eserini belâgat ve fesâhatte kat kat geçtiği belirtilir. Şehzade Bayezid'e gönderdiği mektubunda görmek istediği "hidmet-i şerîfe" olarak münşî-kâtiplik hizmeti söylenir. Bunca çabası ve istediği ayrıcalıklarla hayli sıkıntı veren Fuzulî'nin nesir eserleri dersaadet tarafında da seviliyor olacak ki Musul sancakbeyi Ahmed Bey'e gönderdiği cevabnâmenin başına koyduğu 3-6 beyitleri, İran'a kaçan Şehzâde Bayezid için Sultan Süleyman'ın İran Şahına gönderdiği nâmeye de alınmıştır.
Patrimonyal Devlet ve Sanat, Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu’arâsı, Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı, Şu’arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron, Fuzûlî ve Patronaj gibi bölümleri olan kitabın en dikkat çeken bölümü şu: İn’âm Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şâirlerin Menşei ve Mesleği. Burada birçok divan şairinin aldığı bayramlık, armağan, inam ve sadakaların listesini görüyoruz ki yine bir Halil İnalcık ilki olarak tarihe geçmiştir.
Yazının hemen başına aldığım Nef'î'nin ve Hayâlî'nin sözlerine bakarsak, hükümdarı övmekten başka bir şey yapmayan şairin kim olduğunun, değerinin ve geleceğinin ne olacağının cevabını bulmuş oluruz. Zira şairler olmasaydı hükümdarları kim bilebilirdi? Bunlarla beraber eğer bir şairin temel özelliği kaside yazıp abartmalı övgüler dizerek hükümdardan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î; birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve IV. Murad'ın karşısına dikilip "Sen mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezlerdi.
Halil İnalcık'ın tarihçiliğindeki temel kaygısı; olmuş olanı, dönemin toplumsal ve iktisadi çerçevesi içinde de açıklamaktır şüphe yok ki. "Şair ve Patron" için de "Sanat sosyal bir olgudur. Bugün tarihçi bir sanat üslûbunu açıklamak için, sanatkârın bireysel psikolojisi ve deneyimleri kadar yaşadığı toplumdaki genel koşulları, hitab ettiği kitleyi anlamaya çalışmaktadır." açıklamasını yapmıştır. Bu kitabında András J. E. Bodrogligeti ve M. E. Subtelny gibi Orta Asya tarihçilerinin çalışmalarını da örnek göstererek Timur devri sanat çevresi ve Osmanlı sanat çevresi arasındaki yakınlığa dikkat çekmiştir. Sadece başsağlığı için mersiye yazıp para kazanan şairler de vardır geçmişimizde. Kitap üzerinde eleştirilere yine aynı yıl içinde cevap veren İnalcık şöyle demiştir: "Sanatta patronaj, belli toplum koşulları altında kaçınılmaz bir zaruretti. O zamanlar şâir için kitap bastırıp geçimini sağlama imkânı yoktu (Gerçi bu durum bizde bugün için de değişmemiştir). Aslında patronaj, iki doğrultuda işleyen bir yoldu. Patron, nasıl sarayının ihtişamı “hadem ve haşemiyle” ve de devrin büyük sanatkârlarının “hâmisi” olmakla öğünürse, sanatkâr da haşmetli bir hâmînin iltifatıyla akrânı arasında sivrilmenin, sultanu’ş–şu’arâ olmanın peşinde idi."
İrfan Karakoç'un kitap hakkındaki yazısından öğrendiğime göre, "Şair ve Patron"un yayımlanmasından kısa bir süre sonra Hilmi Yavuz beş, Mehmet Tekin iki, Kemal Kahramanoğlu, İlber Ortaylı ve İskender Pala birer yazı yazdılar. Orhan Bilgin, Muhammet Nur Doğan ve Atillâ Şentürk ise 4 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Divan Şairleri Para Kazanmak İçin mi Şiir Yazıyordu?” başlıklı haberde görüşlerini belirttiler. Halil İnalcık ise on gün sonra, yani 14 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde tüm bu yazılara çok kısa bir cevap verdi. Yazısının sonuna eklediği dizeler ise son derece ironikti:
"Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan."
Kitap, patronajın ne kadar sakat bir anlayış olduğunu aslında açık gözlere anlatıyor. Günümüzde sanat ile iktidar yakınlığının nelere sebebiyet verdiğini öyle veya böyle görebiliyoruz. Bu konuda daha ciddi araştırmalar yapılmasını, kitaplar yayımlanmasını bekliyoruz. Bu minvalde, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 2009 yılında yayımlanan "Tutsan Elini Ben Fâkirin - Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği" adlı kitabı da mühim. Yazım biterken naçizane, 26 Nisan 2013 tarihinde İsmet Özel'in Zonguldak'ta "Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır" başlıklı konuşmasından bir alıntı aktarmak isterim:
"Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar."
Özellikle her fırsatta "İsmet Özelci"(?) olduğunu beyan edenlerin, yaşayan son büyük Türk şairinin bu sözleri için ne düşündüklerini de çok merak ederim. "Şair ve Patron" yoruma açık, tüm belgeleriyle gerçek, büyük bir eser. Geçmiş için belki bir ibret, gelecek için de belki bir imkân. Aşırı belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Dehre devletle gelip yine giden sultânı."
- Nef''î
"Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şairân-ı şehd-mekâ."
- Hayâlî
7 Eylül'de 98. yaşı kutlandı Halil İnalcık'ın. Gerek yaşı gerek eserleri vesilesiyle yaşayan en büyük tarihçimiz olduğu konusunda herkes hemfikir. Kutlama gününden fotoğrafları ve şu sıralar edebiyatımızdaki "teşvik" konusunu yan yana koyunca aklıma İnalcık'ın "Şair ve Patron" kitabı geldi. Hakkında bir şeyler yazmayı arzu ettim. Zira 2003 yılında çıkmış ve edebiyatımıza sosyolojik pencereden attığı bakışla çığır açmış bir kitapçık idi. 6 ay içinde yeni baskısını yapmış ve uzun süre edebi tartışmalara yol açmıştı ki incecik bir kitap için onur verici olsa gerek. Elbette yazar Halil İnalcık olunca o inceliğin içinde ne kalın belgeler bulunuyor, söylemeye gerek yok.
Kitap için çok fazla eleştiri, inceleme ve öneri yazıları kaleme alınmıştı. Çıkış döneminde "O ne demekmiş canım? Para için şiir yazılır mı?" diyenler, günümüzde konuya farklı bakmaya başladılar. Herhalde dünya şartları olsa gerek bu dönüşümün sebebi. Konu divan edebiyatı olunca mangalda kül bırakmayan şairler, yazarlar ve araştırmacılar, mevzu modern Türk şiirine gelince divanlarına uzanır oldular. Halbuki para her zaman para idi, peki şiir her zaman şiir miydi? Paranın olduğu yerde şiir, şiirin olduğu yerde para geçer miydi, geçerli miydi? Galiba uzun bir zaman daha sürecek bu tartışma. Biz kitaba dönelim.
Max Weber'in "patrimonyal devlet yapısı" tanımlamasından yola çıkan İnalcık'ın bu kitapla hedefi "divan şairlerinin sanatlarını değerlendirmek ve bir maîşet sağlamak için daima bir “hâmî” (patron) aramak zorunda kaldıklarını belirtmeye çalışmak, kendi dillerinden kanıtlar vermek" olmuştur. Yani İnalcık'ın derdi "Şiirden para kazanılması" falan değil, olmuş olanları yazmak. İnalcık'a bu kitabı yazdıran neler ve kimler olmuştur mesela? Klasik şairlerimiz arasında daima bir hâmî arayan ve dokuz akça maaş alamayınca Nişancı Celâlzâde’ye o müthiş “Şikâyetnamesi”ni yazmış Fuzulî, geçinmek için yüzlerce kâside yazıp satan Zatî, İskender Çelebi'nin himayesinde önce Belgrad'da sonra başka yerlerde kâtiplik elde etme peşinde koşan Latîfî, İslâm dünyasının Voltaire'i olarak gösterilen ve Fatih Sultan Mehmed'in 5000 altın göndererek İstanbul'a davet ettiği Abdurrahman Câmî... Bu isimler sadece birkaçı. Ancak Fuzulî ile ilgili olan bölüm son derece önemli. Gerek Kanunî'yi gerekse Şehzâde Bayezid'i kendine hâmi yapmak için çok dil dökmüştür Fuzulî. "Leyla ile Mecnun"da patronajın ne kadar gerekli olduğunu da bazı yerlerde şöyle vurgular:
"Tutsan elini ben fakîrin
Hak ola hemîşe destgîrin."
...
"Her birine hâs oldu bir şah
Zevk-i suhândan oldu agâh
Türk ü Arab u Acem'de eyyâm
Her şâ'ire vermiş idi bir kâm."
...
"Sarf eyle rı'âyetimde eltâf
Tenhâlığımı gör eyle insâf."
...
"Var ümmdim kim hemîşe irtifâ'-i kadr ile
Ola ihsânun neşât-engîz-i her kalb-i hazîn."
Öte yandan Osmanlı sultanını göklere çıkarmak, onun hilâfetini ve imâmetini belirtmek de Fuzulî'nin özen gösterdiği durumlardır. 1534'den önce İran Şahı için kullandığı kıymetli sözleri Sultan Süleyman'a da Hadîkatu's-Su'adâ adlı dîbâcesinde ve hâtimesinde dile getirmiştir. Hakkında yazılan eserlerde özellikle İranlı Hüseyin Vâ'iz'den bir tercümesi olan Hadîkatu's-Su'adâ eserinde, Vâ'iz'in eserini belâgat ve fesâhatte kat kat geçtiği belirtilir. Şehzade Bayezid'e gönderdiği mektubunda görmek istediği "hidmet-i şerîfe" olarak münşî-kâtiplik hizmeti söylenir. Bunca çabası ve istediği ayrıcalıklarla hayli sıkıntı veren Fuzulî'nin nesir eserleri dersaadet tarafında da seviliyor olacak ki Musul sancakbeyi Ahmed Bey'e gönderdiği cevabnâmenin başına koyduğu 3-6 beyitleri, İran'a kaçan Şehzâde Bayezid için Sultan Süleyman'ın İran Şahına gönderdiği nâmeye de alınmıştır.
Patrimonyal Devlet ve Sanat, Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu’arâsı, Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı, Şu’arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron, Fuzûlî ve Patronaj gibi bölümleri olan kitabın en dikkat çeken bölümü şu: İn’âm Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şâirlerin Menşei ve Mesleği. Burada birçok divan şairinin aldığı bayramlık, armağan, inam ve sadakaların listesini görüyoruz ki yine bir Halil İnalcık ilki olarak tarihe geçmiştir.
Yazının hemen başına aldığım Nef'î'nin ve Hayâlî'nin sözlerine bakarsak, hükümdarı övmekten başka bir şey yapmayan şairin kim olduğunun, değerinin ve geleceğinin ne olacağının cevabını bulmuş oluruz. Zira şairler olmasaydı hükümdarları kim bilebilirdi? Bunlarla beraber eğer bir şairin temel özelliği kaside yazıp abartmalı övgüler dizerek hükümdardan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î; birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve IV. Murad'ın karşısına dikilip "Sen mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezlerdi.
Halil İnalcık'ın tarihçiliğindeki temel kaygısı; olmuş olanı, dönemin toplumsal ve iktisadi çerçevesi içinde de açıklamaktır şüphe yok ki. "Şair ve Patron" için de "Sanat sosyal bir olgudur. Bugün tarihçi bir sanat üslûbunu açıklamak için, sanatkârın bireysel psikolojisi ve deneyimleri kadar yaşadığı toplumdaki genel koşulları, hitab ettiği kitleyi anlamaya çalışmaktadır." açıklamasını yapmıştır. Bu kitabında András J. E. Bodrogligeti ve M. E. Subtelny gibi Orta Asya tarihçilerinin çalışmalarını da örnek göstererek Timur devri sanat çevresi ve Osmanlı sanat çevresi arasındaki yakınlığa dikkat çekmiştir. Sadece başsağlığı için mersiye yazıp para kazanan şairler de vardır geçmişimizde. Kitap üzerinde eleştirilere yine aynı yıl içinde cevap veren İnalcık şöyle demiştir: "Sanatta patronaj, belli toplum koşulları altında kaçınılmaz bir zaruretti. O zamanlar şâir için kitap bastırıp geçimini sağlama imkânı yoktu (Gerçi bu durum bizde bugün için de değişmemiştir). Aslında patronaj, iki doğrultuda işleyen bir yoldu. Patron, nasıl sarayının ihtişamı “hadem ve haşemiyle” ve de devrin büyük sanatkârlarının “hâmisi” olmakla öğünürse, sanatkâr da haşmetli bir hâmînin iltifatıyla akrânı arasında sivrilmenin, sultanu’ş–şu’arâ olmanın peşinde idi."
İrfan Karakoç'un kitap hakkındaki yazısından öğrendiğime göre, "Şair ve Patron"un yayımlanmasından kısa bir süre sonra Hilmi Yavuz beş, Mehmet Tekin iki, Kemal Kahramanoğlu, İlber Ortaylı ve İskender Pala birer yazı yazdılar. Orhan Bilgin, Muhammet Nur Doğan ve Atillâ Şentürk ise 4 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Divan Şairleri Para Kazanmak İçin mi Şiir Yazıyordu?” başlıklı haberde görüşlerini belirttiler. Halil İnalcık ise on gün sonra, yani 14 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde tüm bu yazılara çok kısa bir cevap verdi. Yazısının sonuna eklediği dizeler ise son derece ironikti:
"Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan."
Kitap, patronajın ne kadar sakat bir anlayış olduğunu aslında açık gözlere anlatıyor. Günümüzde sanat ile iktidar yakınlığının nelere sebebiyet verdiğini öyle veya böyle görebiliyoruz. Bu konuda daha ciddi araştırmalar yapılmasını, kitaplar yayımlanmasını bekliyoruz. Bu minvalde, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 2009 yılında yayımlanan "Tutsan Elini Ben Fâkirin - Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği" adlı kitabı da mühim. Yazım biterken naçizane, 26 Nisan 2013 tarihinde İsmet Özel'in Zonguldak'ta "Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır" başlıklı konuşmasından bir alıntı aktarmak isterim:
"Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar."
Özellikle her fırsatta "İsmet Özelci"(?) olduğunu beyan edenlerin, yaşayan son büyük Türk şairinin bu sözleri için ne düşündüklerini de çok merak ederim. "Şair ve Patron" yoruma açık, tüm belgeleriyle gerçek, büyük bir eser. Geçmiş için belki bir ibret, gelecek için de belki bir imkân. Aşırı belki...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
15 Eylül 2014 Pazartesi
Var olmak - yok olmak
Tanpınar, mâzi ile bugünü nasıl bağlayacağımız sorusu etrafında ortaya çıkan bir bunalımın çocuğu olarak tanımlar kendi kuşağını. Hamlet’ten daha keskin bir şekilde duyulan “olmak ya da olmamak” davâsını, bir benlik ve şuur buhranı olarak niteler. Mâzi, benlik, şuur gibi üç anahtar kavramla Tanpınar’ın üslûbuna yansıyan bunalımını şahsî olarak okumanın ötesinde toplumsal bir kimlik duygusu içinde yazdığı muhakkaktır. Bu kimlik, “biz” vurgulamasıyla ön plana çıkan, ortak bir tarihe ve bugüne işâret ederek geleceğe de bir var oluş sorgulaması ile bakan bir aidiyeti gösterir ki mezkûr buhranı, millî kültüre iliştirmek mümkündür.
Temeli kültür olarak ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin muasırlaşma gayreti ile doruğa ulaşan ve cumhuriyetten evvelde de epeyce devam etmiş olan Batı’ya temâyülü, Tanpınar’ın “olmak ya da olmamak” temelinde ele aldığı benlik ve şuur buhranının esâs çıkış noktasıdır. Bugün millî kültür etrafından baktığımızda bu buhranın, artık neredeyse hissedilmeyecek kadar kronikleştiğini söylemek mümkündür. Bununla beraber, küreselleşme kavramı çerçevesinde açık bir teslimiyet süreci yaşanmaktadır. “Osmanlı’dan önce, tarihsel köklerini büyük idealara bağlayan etnisetelerin, Bizans’ın elinde Batıya karşı varlıklarını yitirdiklerini belirten” Lütfi Bergen’in belirttiği gibi Türkiye özelinden hareket edersek bugünkü durumun da aynı olduğunu söylemek gerekmektedir.
Devlet Ana’yı, Kemal Tahir’in Osmanlı Devleti hakkındaki fikirlerinin ilk dönem içinde ele alınışının edebî düzlemi biçiminde okumak mümkündür. Ancak belirtilmesi gerekir ki yazar, romanda özellikle bir kuruluş şeması ve söyleminden kaçınmış gibi durmaktadır. Romanını bir devletin tarihsel kuruluşu ile sınırlamamış, bir potansiyelin zorunlu neticesine odaklamıştır. Bunun anlamı, Tahir’in nev’i şahsına münhasır romancılığıyla tarihî bir hikâye anlatmaktan ziyâde bir toplumsallığın kendince keşfettiği var oluş kodlarını anlaşılır kılma gayretidir. Nitekim bu maksat, romanın ismindeki “ana”lık vurgusundan itibaren kendini belli etmektedir. Daha önce romanın ismini bu maksada uygun olarak Osmanlı Çekirdeği olarak düşündüğü de bilinmektedir. Tahir, “günümüz toplumunun problemlerinin çözümü ve geleceğe hazırlanması için mâzinin iyi irdelenmesi gerektiğini vurgular. Böylece, “Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini saptamak için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yedi yüz yıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerektiğini” vurgular.”
Bu açıdan ele alındığında bize Osmanlı’nın toplumsal yapılanması ve kültürel çekirdeğine dâir bir perspektif sunabilecek olan Devlet Ana, Ertuğrul Gazi’nin yaşlılığı ile ölümünü, Osman Gazi’nin beyliğinin başlangıcını ve Orhan Gazi’nin ilk gençlik dönemine kadar olan kısmı ele alır ki, tarihî dönem takriben 1290-1300 yılları arasıdır denilebilir. Bu dönemde bir beylik halinde örgütlenmiş olan Osmanlı, Anadolu’yu istilâ etmiş olan İlhanlıların çekilmesi ve Selçukluların yıkılma süreci içinde olmasıyla sınırlarını genişletme ve devletleşme süreci içindedir. Osmanlıların XIV. asrın ikinci yarısında Balkanlar’da Bizans mirası üzerinde bir imparatorluk haline gelebilmelerini “gâzâ geleneği ve Türkmenlerin kitlesel göçü”ne bağlayan Halil İnalcık, 1284’te Moğolların kuklası durumundaki Sultan Mesûd’u Selçuklu tahtına oturtmalarının beyliklerin doğumuna imkân verdiğini yazar: Türkmenlerin gözlerini Bizans topraklarına dikmesiyle Batı-Anadolu’nun fethi başlar ve diğer beyliklerle beraber Osmanlı da bu bölgede hayat bulur. Roman bu tarihsel arkaplanda kuruludur ve Tahir, “eserde, özellikle Türk kültür ve medeniyeti ile Batı’yı karşılaştırır. Feodalitenin ve din sömürücülerinin Batı’yı karanlığa hapsettiğini belirtirken, Türklerdeki aile birliği, devlet-millet arasındaki uyum, milli ve manevi değerlere bağlılık ve adâlet devlet kurma yeteneği ön plana çıkarır.”
Kemal Tahir’in Devlet Ana ile kurgusal bir tarzda ele alarak anlatmak istediği, salt iktisâdî bir temelden okunan tarih ile ideolojik çıkarımlara dayanan bir sosyoloji üzerine binâ edilmiş görülüyor. Özellikle Osmanlılık/Bizans adlı notlarında da yaptığı değerlendirmelerde bu çabanın zihnî arka planı da net bir şekilde görülmektedir. Ne var ki geleneksel dünyanın modern dünya değerlerinden ayrıldığı husûsunu göz ardı eden bu materyalist bakış açısı, Osmanlı’nın kuruluş aşamasını ele alırken bazı hatalara sebep olmuş, Marx’ın sanayi toplumunun doğuşundan hareketle yorumlarken kullandığı metodlar ve dayandığı kavramsallaştırma, yazarın romanda güzel bir zenginlikle aktarılan kültürel var oluşu biçimlendiren dînî ve mânevî saikleri görmesini engellemiştir.
Sonuç olarak, Kemal Tahir, âlemle beraber ortaya çıkmış ahenk ve düzenin bir tecessümü olarak vücud bulan devlet olgusunu, tam aksi yönde, bir çatışmanın varlık sâhâsı olarak okur. Böylece Gelenekle ilişkilendirmesi icâp ederken Doğu devletini, üretim tarzı ve mülkiyet ilişkileri gibi maddî bir çerçeve içinde ele alır. Bu sebeple Osmanlı’nın kuruluşunu da, toplumun üretim tarzının, var olmak-yok olmak ikilemi içinde bir karşılığı olarak gören Kemal Tahir; “olmak ya da olmamak” sorununu kültürel benlik ile karşılayan Tanpınar’ın kullandığı bir ifade olan “İmparatorluğun İç Nizâmı”na eğilememiş, satıhta kalmıştır denilebilir.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Temeli kültür olarak ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin muasırlaşma gayreti ile doruğa ulaşan ve cumhuriyetten evvelde de epeyce devam etmiş olan Batı’ya temâyülü, Tanpınar’ın “olmak ya da olmamak” temelinde ele aldığı benlik ve şuur buhranının esâs çıkış noktasıdır. Bugün millî kültür etrafından baktığımızda bu buhranın, artık neredeyse hissedilmeyecek kadar kronikleştiğini söylemek mümkündür. Bununla beraber, küreselleşme kavramı çerçevesinde açık bir teslimiyet süreci yaşanmaktadır. “Osmanlı’dan önce, tarihsel köklerini büyük idealara bağlayan etnisetelerin, Bizans’ın elinde Batıya karşı varlıklarını yitirdiklerini belirten” Lütfi Bergen’in belirttiği gibi Türkiye özelinden hareket edersek bugünkü durumun da aynı olduğunu söylemek gerekmektedir.
Devlet Ana’yı, Kemal Tahir’in Osmanlı Devleti hakkındaki fikirlerinin ilk dönem içinde ele alınışının edebî düzlemi biçiminde okumak mümkündür. Ancak belirtilmesi gerekir ki yazar, romanda özellikle bir kuruluş şeması ve söyleminden kaçınmış gibi durmaktadır. Romanını bir devletin tarihsel kuruluşu ile sınırlamamış, bir potansiyelin zorunlu neticesine odaklamıştır. Bunun anlamı, Tahir’in nev’i şahsına münhasır romancılığıyla tarihî bir hikâye anlatmaktan ziyâde bir toplumsallığın kendince keşfettiği var oluş kodlarını anlaşılır kılma gayretidir. Nitekim bu maksat, romanın ismindeki “ana”lık vurgusundan itibaren kendini belli etmektedir. Daha önce romanın ismini bu maksada uygun olarak Osmanlı Çekirdeği olarak düşündüğü de bilinmektedir. Tahir, “günümüz toplumunun problemlerinin çözümü ve geleceğe hazırlanması için mâzinin iyi irdelenmesi gerektiğini vurgular. Böylece, “Anadolu halklarının kişisel ve toplumsal özelliklerini saptamak için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yedi yüz yıl yaşamasını sağlayan gücün kaynağına bakmak gerektiğini” vurgular.”
Bu açıdan ele alındığında bize Osmanlı’nın toplumsal yapılanması ve kültürel çekirdeğine dâir bir perspektif sunabilecek olan Devlet Ana, Ertuğrul Gazi’nin yaşlılığı ile ölümünü, Osman Gazi’nin beyliğinin başlangıcını ve Orhan Gazi’nin ilk gençlik dönemine kadar olan kısmı ele alır ki, tarihî dönem takriben 1290-1300 yılları arasıdır denilebilir. Bu dönemde bir beylik halinde örgütlenmiş olan Osmanlı, Anadolu’yu istilâ etmiş olan İlhanlıların çekilmesi ve Selçukluların yıkılma süreci içinde olmasıyla sınırlarını genişletme ve devletleşme süreci içindedir. Osmanlıların XIV. asrın ikinci yarısında Balkanlar’da Bizans mirası üzerinde bir imparatorluk haline gelebilmelerini “gâzâ geleneği ve Türkmenlerin kitlesel göçü”ne bağlayan Halil İnalcık, 1284’te Moğolların kuklası durumundaki Sultan Mesûd’u Selçuklu tahtına oturtmalarının beyliklerin doğumuna imkân verdiğini yazar: Türkmenlerin gözlerini Bizans topraklarına dikmesiyle Batı-Anadolu’nun fethi başlar ve diğer beyliklerle beraber Osmanlı da bu bölgede hayat bulur. Roman bu tarihsel arkaplanda kuruludur ve Tahir, “eserde, özellikle Türk kültür ve medeniyeti ile Batı’yı karşılaştırır. Feodalitenin ve din sömürücülerinin Batı’yı karanlığa hapsettiğini belirtirken, Türklerdeki aile birliği, devlet-millet arasındaki uyum, milli ve manevi değerlere bağlılık ve adâlet devlet kurma yeteneği ön plana çıkarır.”
Kemal Tahir’in Devlet Ana ile kurgusal bir tarzda ele alarak anlatmak istediği, salt iktisâdî bir temelden okunan tarih ile ideolojik çıkarımlara dayanan bir sosyoloji üzerine binâ edilmiş görülüyor. Özellikle Osmanlılık/Bizans adlı notlarında da yaptığı değerlendirmelerde bu çabanın zihnî arka planı da net bir şekilde görülmektedir. Ne var ki geleneksel dünyanın modern dünya değerlerinden ayrıldığı husûsunu göz ardı eden bu materyalist bakış açısı, Osmanlı’nın kuruluş aşamasını ele alırken bazı hatalara sebep olmuş, Marx’ın sanayi toplumunun doğuşundan hareketle yorumlarken kullandığı metodlar ve dayandığı kavramsallaştırma, yazarın romanda güzel bir zenginlikle aktarılan kültürel var oluşu biçimlendiren dînî ve mânevî saikleri görmesini engellemiştir.
Sonuç olarak, Kemal Tahir, âlemle beraber ortaya çıkmış ahenk ve düzenin bir tecessümü olarak vücud bulan devlet olgusunu, tam aksi yönde, bir çatışmanın varlık sâhâsı olarak okur. Böylece Gelenekle ilişkilendirmesi icâp ederken Doğu devletini, üretim tarzı ve mülkiyet ilişkileri gibi maddî bir çerçeve içinde ele alır. Bu sebeple Osmanlı’nın kuruluşunu da, toplumun üretim tarzının, var olmak-yok olmak ikilemi içinde bir karşılığı olarak gören Kemal Tahir; “olmak ya da olmamak” sorununu kültürel benlik ile karşılayan Tanpınar’ın kullandığı bir ifade olan “İmparatorluğun İç Nizâmı”na eğilememiş, satıhta kalmıştır denilebilir.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)