4 Kasım 2013 Pazartesi

Neyi kaybettiğini hatırla

"Fırsat el vermiş iken vakti ganimet bilelim
Ömrümüz hâsılını mihr ü muhabbet bilelim."
- Cemâleddîn-i Ezherî

"Zaman: solgun ve gri bir koridordu
Orada çok üşüdüm."

- Birhan Keskin

Geçen zamanın ne kadar farkındayız? Neredeyiz ve ne yapıyoruz? Nasıl bir sahnede rol oynadığımızı biliyor muyuz? Yoksa rolleri reddedip kendimiz olmak, kendimiz kalmak için bir şeyler yapıyor muyuz? Neyin farkındayız? Sorular, sorular ve sorular. Bir şeylerin farkına varabilmek için önce sorulacak sorulara, sonra da verecek cevaplara ihtiyacımız var. Farkındalık değil bu, farkında olmak. Yani önemsemek. Kendimizi.

Tevazu, alçak gönüllü olmak değil; nerede ne yaptığını bilmekten gelir. Biz daha durduğumuz yerin bile farkında değilken, nereye varacağımızı kestirmemiz de mümkün olmuyor. Tüm bu koşullarda, gördüklerimizi anlatacağımız ve derdimize "dertdaş" bulacağımız bir ortam arıyoruz. Arıyor muyuz? Bu arayış bir bela aramaya dönüşebilir mi aynı zamanda? Derdine ortak arayan, belasını da arıyor olsa gerek. Farkında olan, belki de belasını bulmuş olandır. Bunu Şule Gürbüz'e sormak lâzım.

"Bir şairin anlattığı ve yansıttığı dünya benim sürekli bakışımdı. Üstelik onların çoğu bu bakışı zorla satın alırken ya da bir kere şiir yazmayı öğrendikten sonra aynı zehri farklı şekil ve hallerde sadece uyguluyorlardı. onlar, içmeyen uyuşturucu satıcıları gibiydiler. Ben ve bazı benzerlerim şiirin zehriyle ayakta duracak gücü bulamıyor, sallanıp duruyor, her an hasta, her an ölecek gibi, yüzülmüş derimizle ortada duruyorduk. Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."

Şiir yolundan da sağlam geçmiş bir yazarın kalemi bu kez bir şeylerin farkına varabilme yolunda kılavuz olma derdinde. Devayı bulup bulmamak da okuyucunun elinde. "Kambur" ve "Coşkuyla Ölmek" kitaplarından farklı olarak bu kez Şule Gürbüz, canımızı sıkıyor. Çünkü bakıp geçtiklerimizi, gözümüze sokuyor. "N'oldu?" diyor, "Hadi!" diyor, "Buyurun!" diyor. Halil İbrahim sofrası değil bu, dert sofrası. Yerseniz.

"Hiçbir zaman, hiçbir an kendimi unutup, nasıl göründüğümü yok sayamadığımı, geri çekilip çekilip kendime bakmaktan, gördüğümü beğenmeyip ona hayalimdeki şekli vermeye çalışmaktan önümdekini hep ıskaladığımı görüyorum şimdi. "Peki şimdini görüyor musun?" diye sormayın, onun da var en az bir on beş senesi. insanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on-on beş senede bir anlamasından."

Her ne kadar içinde birkaç hikâye varmış gibi görünse de ilk bakışta; bir hikâye, öykü ya da romandan çok deneme-inceleme tavrı var "Zamanın Farkında"da. Kendisinin viyolonselci, mekanik saat ustası ve şair olduğunu biliyoruz. Saat tamirciliğinin bir insanı "zamanı görme" konusundaki ustalığa taşıyacağını da yine bu kitabından rahatlıkla görebiliyoruz. Sanılmasın ki kitap rahatlıkla okunabiliyor. Tam aksine, zor koşullara sokuyor okuyucuyu. Türkçeyi ustalıkla kullanırken, günümüz gençliğinin ağzındaki lakayt üslubu da alaşağı ediyor. Yerin dibine sokuyor, iyi de yapıyor. Ellerine sağlık. Şu cümleye bakarsak da, yine günümüzün rahatlarının rahatını bozacak güzellikler yakalayabiliriz.

"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye'den Tünel'e kadar yürüseydim."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mezar taşında yazan şiiri, "Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir anın parçalanmaz akışında" dizelerini hatırlayarak, zamanın farkına varmak gerek. Bir an önce. Dolayısıyla bu yazının başlığı için en uygunu, bir İsmet Özel kitabının adıydı. Mazur görülür inşallah. Hayat, koca bir mazeret zira...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Kasım 2013 Pazar

Elbet aydınlanacaktır günlerimiz

Anlamadım! Ne dediniz? Fikret büyük şair değil miydi?
 Fikret karanlıklar içinde bir nur görüp halkı o nura doğru götürmeye çalışırken siz nerelerde idiniz?

Demiş Mustafa Kemal onun hakkında. Kendisiyle tanışamasa da bütün eserlerini okumuş olduğunu söyleyen Atatürk, “Efendiler! Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkışmayalım.” diye de eklemiş. Sahiden de sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda eşine az rastlanır bir adammış Tevfik Fikret. Öğretmen maaşları kesintiye uğradı diye Galatasaray Lisesi müdürlüğünden istifa eden, oğlunun mürebbiyesine karşı büyük bir hayranlık ve sevgi duysa da karısına olan sadakatinden ödün vermeyen, yalnızca ona şiir yazmakla yetinen, zulmün karşısında, hiçbir gruba ait olmadan tek başına özgürlük mücadelesi veren bir şairmiş.

Hıfzı Topuz’un Elbet Sabah Olacaktır kitabını okuyana kadar bu kadar saygıdeğer bir şairimiz olduğunu bilmiyordum. Elbette ki daha önce Tevfik Fikret şiiri okumuş, kelimelerinden beslenmiştim fakat sansüre karşı olan mücadelede en önde yer alan, yalan ve haksızlığın olduğu yerde karşısındaki kim olursa olsun tepkisini esirgemeyen, meşrutiyet ilan edildikten sonra herkes İttihatçıları alkışlarken,  Padişahın zulmünün bitmesine sevinmesine rağmen İttihatçıların iktidarda nasıl baskıcı bir hale bürüneceklerini öngörebilen bir şair olduğunu bilmiyordum. Atalarının Sakız Adası’ndaki katliam sonrası İstanbul’a getirilerek bir Türk ailesi tarafından yetiştirildiğini de...

Şiir okumak insanın ruhunu besler, evet. Ama bu besin kaynağının içindekileri özümseyebilmek için dizelerin nasıl bir düzen içinde akıtıldığını bilmek gerekir. Ancak o zaman insan o şairle bir olabilir, kullandığı noktalama işaretlerinin bile neden orada olduğunu anlayabilir. Şair aracılığıyla da dönemin sosyolojik analizini yapabilir.


Tevfik Fikret’i ister, ister sevmeyin; eğer II. Abdülhamit döneminde halkın durumunu, aydınların bu baskıcı yönetimde yerini ve II. Meşrutiyet sonrasında değişen güçleri, gazete ve dergilerin sansürle nasıl savaştıklarını merak ediyorsanız,
Elbet Sabah Olacaktır kitabını okumanız gerekenler listesine ekleyin derim. Sonra belki hep birlikte o zamanlarla bugünler arasındaki benzerlikleri görüp bu savaşı vermiş şairlerden, yazarlardan feyz alma vaktinin geldiğini fark ederiz.

Elbet aydınlık olacaktır günlerimiz.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio             

23 Ekim 2013 Çarşamba

İyiye doğru, umutla, her zaman

"Gerçeği aramasını ve söylemesini bilememek, gerçek olmayanı söylemesini bilmenin örtemeyeceği bir kusurdur."
- Boris Pasternak

Sahaf gezmek, kitap okuyucusuna yahut tutkununa türlü sürprizleri de beraberinde getiren, adrenalini yüksek bir hareket. İstediğiniz kitaba ulaşıp ulaşmama endişesinin yanında bir de hiç beklemediğiniz kitaplarla karşılaşma güzelliğini yaşayabiliyorsunuz. İlk baskısı 1968 yılında Ant Yayınları'ndan, ikinci baskısı ise 1985 yılında Su Yayınları'ndan yapılan bu kitapla karşılaşmamın özeti şu: sahaf talihi.

Kitabın üzerine tükenmez kalemle "Bunu Oku" yazılması kabul edemediğim şey, fakat en az on yıldır aradığım bu kitabın önemini bildiğim için ses etmedim. Şairin yaşamını görmek, okumak istiyordum çünkü bir an evvel.

"Bir şairin yaşamı şiiridir. Gerisi ancak dipnot olabilir. Şair, ancak, okuyucu onu avucunun içinde tutuyormuşçasına, her şeyiyle -duyguları, düşünceleri ve eylemleri ile- görebiliyorsa, şairdir... Şiir aldanmaz. Şiir sahtekarları ortada bırakır. Şiir yalanı asla bağışlamayan bir kadındır."

Yevgeni Aleksandroviç Yevtuşenko, Rusya'nın (doğduğu 1933 yılını düşünürsek SSCB demeli) en büyük şairlerinden biri. Özellikle Stalin'in son dönemleri sonrasına etki ediyor. Derdi ise şu, tüm gerçekleri korkmadan ama biçim kaygısı gütmeden, özgürce haykırabilmek. Bu yolda çok çile çekmese de türlü badireler atlatıyor. Şiirleri başlarda küçük ve önemsiz görülürken kısa bir süre sonra on binlere hitap eden konuşmalarla ve okuduğu şiirleriyle "Yevtuşenko şiiri" tüm dünyaya nam salıyor. İlk devrimci şairler Vladimir Mayakovski ile Sergey Yesenin'in etkisini, kendi üslubundan geçirerek çoğaltıyor. Böylece dünya Rus şiirine iyice dikkat kesiliyor.

"Erken Yazılmış Bir Yaşam Öyküsü", Yevtuşenko'nun kendi ellerinden çıkan kısa hayat hikâyesi. Sadece şiir üzerine değil, özellikle siyasal ve toplumsal olarak gördüklerini, yaşadıklarını, çok detaya inmeden aktarıyor. Bazı anlarını okurken bir taraftan da Alexander Scriabin ve Sergey Rahmaninov‎ dinlerseniz; okuduğunuz ânın içine daha rahat yerleşebilirsiniz.

"Annem şair olmamı istemiyordu. Şiiri sevmediğinden değildi bu. İnandığı bir şey vardı. Şair işkence çeken, durulmamış, güvensiz, tedirgin bir yaratıktı. Çoğu Rus şairin sonu pek trajikti. Puşkin ve Lermantov düelloda öldürülmüşlerdi. Blok deliler gibi çalışarak kendini tüketmiş, sonunda intihar etmişti; Yesenin kendini asmıştı; Mayakovski kendini vurmuştu. Bana hiç söz etmemekle birlikte pek çok şairin de Stalin'in toplama kamplarında öldüğünü biliyor olmalıydı. Bütün bunlar benim geleceğimden endişelenmesine neden oluyor, defterlerimi yırtıyor ve kendi deyimiyle "daha ciddi" bir şeyler yapmam için beni sıkıştırıyordu. Ama bence dünyadaki en ciddi şey şiirdi."

Bu kitabı bitirirken, okuyucuda önce Pasternak ve Mayakovski okumaları yapma içgüdüsü oluşuyor ki okunmalı. Peşinden önce klasik müzik sonra da resim beğenisi oluşturmak ve keşfetmek geliyor. Böyle güzel şeylerin de peşinden gitmeli elbette. O hâlde Mayakovski'den bir dörtlük paylaşmak elzem oldu:

"Hayatın en hüzünlü anı,
Mevsimine kapıldığın kişinin
Bahçesinde açabilecek bir çiçek
Olmadığını anladığın andır."


İnsanın öyle bir ânı vardır ki, canına şiirden başka bir şey değemez. Bazı şiirler bu yüzden can simididir. Şiir, can simididir...

Bazen de bezginlik uykusundan uyanmak için koca gerçekler patlar gözlerimizde. Sonra uyanır ve umudu ararız onlarca kötülük içinde. İyiye doğru, umutla, her zaman.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Ekim 2013 Pazar

Yürüdüğü yolda, gölgesi öfke olanlara

"Yola çıkmak, haklı çıkmaktır diyorum 
Halis muhlis Bursa çakısı gibi zihnim
Keskin sirke, ekşitiyor kalbimi
İyi olacak, biliyorum."

- Yağız Gönüler, Dergâh, 273, Kasım 2012

Bu yazıya kendi şiirimden bir bölümle başlama densizliğini gösterdiğim için öncelikle kitap dostlarından özür dilerim. Bu hadsizliğim, yola çıkmak ve yürümek üzerine olan tutkuma telakki edilirse bir nebze ferahlarım.

Kitaplar üzerine yapılan önermelerde, "kişisel gelişim", "baş ucu", "yol" yahut "konsantrasyon" kategorileriyle, insanları adeta veritabanı tablolarına bölen sermaye aşkına inat, Birhan Keskin neşeli ve endişeli şiirlerinden oluşan bu kitabıyla okuyucuya bir yol yapıyor. Bu yol 2006'da yapılmış olup önce "Taş Parçaları"yla başlıyor, ardından da "Eski Dünya"ya ulaşıyor.

Kadın şairlere ve yazarlara, öfke çok yakışıyor. Bu minvalde Şule Gürbüz'ü anmadan olmaz. "Kambur"daki öfke, tüm suskun tamburları hareketi geçirebilir zira. Birhan Keskin'in "Y'ol"u da çok sert açılıyor. "Sunu ya da bir parça matematik" isimli giriş taksiminde şair uyarıyor:

"Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm... Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü... Her gün bir taş parçası söktüm içimden... Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim... Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm."

Derken şiirler peşi sıra akıyor, bol sarsıntılı bir yol gibi. Elinizde sıcak bir içecek varsa şayet, dökebilirsiniz. Neden mi? Bakalım.

"Hava aldıkça sızlayan bir diş var içimde.
Susmam bundan, konuşmam bundan.
Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata.
İnsan olmuştum ilk o zaman.
Ya da bozmuşlardı beni yenidoğandan.
Kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım,
Ölünmüyordu, hatırladım."


Sıradaki eser ise tam bağımsız ve daima öfkeli "akrepler" için geliyor:

"Hani adalet?
Bir kasım'dan öteki kasım'a
Bir yanım kör bir yanım sağır."


Bir aşkta vuku bulan tüm yenilgileri, yeniden ve değneksiz ayağa kaldırabilecek ağırlıkta şiirler. Kimi zaman taş, kimi zaman kum yutkunuyor okuyucu. Çok mu duygusal oldu bu? Hayır, çünkü:

"Bir su aygırı kadar yaralıyım dünyadan
Anlıyor musun?
İçimde uzağa bakan bir zürafa var
Hayat orda burda her yerde kaynıyor."


Modernizme de türlü türlü tokatlar var Birhan Keskin şiirlerinde. Mesela kitabın "Eski Dünya" bölümünden "Öteki" adlı şiir şöyle bitiyor:

"Siz "It was very amazing" derken "and fun"
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.

Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor."


Yolu çok fazla uzatmadan, kestirmeden ama "Keskin" gösteren şiirler...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

19 Ekim 2013 Cumartesi

Gerçeklik soyutluğunda gizli öyküler arayanlara

"Taş Bina ve Diğerleri" Aslı Erdoğan’ın 2009 yılında on yıl aradan sonra çıkarttığı son öykü kitabı. Öykü denmesi güç, şiirsel bir anlatımla örülmüş olan kitap, roman-öykü karışımı deneysel bir tür olma özelliği gösteriyor.

"…Sonuçta her insan hayatı bir yenilgidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi." diyor yazar hikayelerinin birinde ve bu cümle üzerinden giderek 134 sayfalık anlatısında yenilenlerin sesini duyurmaya çalışıyor. Erdoğan’ın Taş Binası kitaptaki öyküleri birbirine bağlayan ütopik bir öğe. Her karakter, her olay Taş Bina ya gidiyor. Ona çekiliyor. Binanın kapılarınca yutulup, parmaklıkları tarafından hapsediliyor.

Bu binanın içinden, kendisine çektiği duvarlar ardından öyküler anlatan karakter ise ‘’A.’’ Bu karakter Yusuf Atılgan’ ın C. sinden izler taşıyor.

"İnsan üzerine upuzun bir şiirdir A. Uzun, anlaşılmaz, duraksız bir şiir. Belki tek bir dize, vaktinden önce konmuş bir virgülle yarıda kesilen…"

A.’nın yalnızlığı, kendini içine hapsedişi, Taş Bina’nın taş duvarları ardında yaşadıkları, oradan görüp yaptığı çıkarımlar üzerinden giden öyküler yer alıyor kitapta. Başı ve sonu ayrı, ortasından birbirine bağlanan olaylar şeklinde kurgulanmış okunması zor öyküler bunlar.

Bu yönüyle de felsefi ve sosyolojik yönü oldukça ağır basan bir kitap "Taş Bina ve Diğerleri"... Dolayısıyla bu doğrultuda kazanılmış ortalama bir birikim gerektiriyor. Yoksa metinlerin büyük çoğunluğunda meydana gelen dağılmalar ve parçalanmalar okur için anlamsız ve sıkıcı bir hal alabiliyor. Ancak bu parçaları toplayıp saklamayı beceren okur anlatının gerekli yerlerinde eksikleri görüp, biriktirdiklerini devreye sokarak öykülerin tam anlamıyla içinde yer alabiliyor.

Öykülerin tümü yokuş yukarı gidiyor. Dik ve zor çıkılan yokuşlar bunlar. Kaybolmuş karakterlerin kaybettiklerini yokuşlar ardında bulabilme umutları. Yokluğun yokuşları.

Farklı memleketlerden farklı kadınların Taş Binası hastane, Tek başına çılgınlığıyla konuşanların Taş Binası hapishane, Kendini toplumdan soyutlayanların taş binası insanlar, serseri çocukların Taş Binası sokaklar… Kitapta onlarca taş bina var,bir o kadar da başka imge. Çoğalıp azalması kanaati okura bırakılmış. Erdoğan’ın karakterleri sorunlu karakterler. Kendileri ve çevrelerine karşı karanlıkta kalmayı seçmiş bunu da anlatım ve düşüncelerine yansıtan tipten insanlar. "Elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereliydi. Bavuldan taşan giysiler, masaya yığılan kitaplar sararıp solmuş, yırtılmış, lekelenmişti. Bardaklar saydamlıklarını yitirmiş, kalemler de, küflü ekmekler de iç karartıcı duvarlar gibi orasından burasından kemirilmişti…" Yazarın anlatımında karamsarlığı yoğun bir lirizmle beslediği gözlemleniyor. Dili anlatım tarzı olarak değil anlatım yöntemi olarak kullanıyor. Parçaların dış görünümlerini olabildiğince ruhanileştirip, gerçekliğini içlerine yerleştiriyor. Bu nedenle gerçeğe ulaşmak dikkat konsantre ve çaba gerektiriyor.

Taş Bina’ya ve onun karanlığına çekilen insanları anlatan A.nın kendi hikayesini de okuyoruz kitapta ‘’Gözlerini ona bırakan bir melek’’ var aşık olduğu. ‘’Gözlerini bende unuttun. Al onu, lütfen. Al onu benden’’ diyor sık sık.. Kızgın bir karakter A. Bir türlü yalnızlığıyla barışamamış ‘’Duvarlar kalınlaştıkça düşlerin genişler.’’ diyerek her şeye rağmen umudunu kaybetmediğini haykırıyor. Taş Bina dan kurtulma umudu var hikayesinin başlarında. Parmaklıkları insanların kendi yaratısı olarak görüyor. Bir taraftan ise alışmış taş binaya. Duvarlara, parmaklıklara ve havasızlığa… kurtulsa bile pek bir şeyin değişmeyeceğini içinde bir yerlerde biliyor. Tüm bunları şöyle dile getiriyor hikayesinin sonlarında:

"Hayat: iliğine kemiğine dek emilmiş bir sözcük, iç sızısını andıran bir uğultu, okyanuslar dolusu uğultu."

"Oysa ne bir başlangıç bekliyordu bizi, ne de baştan başlamakta bulunabilecek bir teselli. Hiçbir sihirli değnek alnımıza dokunmak istemeyecekti, bıçaklar vazgeçemezdi yaralarda bilenmekten, hiçbir kapı yarına doğru açılmayacaktı gelecekte, kimse hazır olmayacaktı işitmeye…. İhanet ederek, ihanetine uğramıştık yazgının, sağ kalarak, yaşar kalarak, biricik, korkunç zaferimizi kazanmış sonsuza dek yenilmiştik."

Aslı Erdoğan dilinde bir araya getirdiği zıtlıkları anlatıma yedirerek başlarda verdiği umutlu mesajı kitabın sonlarına doğru "kimse değişmez hayat değişmez" şeklinde dönüştürüyor ve okurun beklediği mutlu sonun kolay elde edilir bir şey olmadığını vurguluyor.

Taş Bina ve Diğerlerin’de yer alan "diğerleri" ise aslında kaybedenler A. Filiz, Somalili Çingene, Rus Pornocu, Dijana, Nadezda, Arjantinli Graciella, cüzdan çalan çocuklar ve diğerleri… Tüm bu karakterler aslında içinde bulunduğumuz toplumun kümesi olan Taş Binayı oluşturan yapı malzemeleri.

Aslı Erdoğan Taş Bina’nın tüm tuğlalarını kitap boyunca söküp çıkartıyor, binayı yıkıp yeniden inşa ediyor ama asla değiştiremiyor ve A. nın finalinde durumu kabul edip ‘’Aklımın erdiği pek çok şey var, ama hayat bunların arasında değil. Ellerim benden daha iyi anlar hayatı, belki bunun için hep susarlar, kabuk kabuk susarlar…’’ diyerek A.nın mücadelesini noktalıyor. Yazar Taş Bina ve Diğerlerin’de karanlıkta kalanları aydınlatmaya çalışıyor, onların var olma mücadelelerini, toprağın altında kalanları hızlıca çekip çıkartıyor. Gerçeğe soyutla dokunmak istiyor. Sonbaharın son günlerini yaşadığımız şu zamanlarda kendi Taş Binalarına dair kafa yormak isteyenlerin ilgisine…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

8 Ekim 2013 Salı

İnsanı anlamak isteyenlere

"1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın'ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler."

O baskında kimsesiz kalan Yusuf’un hikâyesini anlatmış Sabahattin Ali. Yusuf, kaymakam Salahattin Bey tarafından evlat edinilir; kaymakam bey, eşi Şahinde Hanım ve kızları Muazzez ile yaşamaya başlar. Salahattin Bey, Yusuf’u oğlu yerine koysa, Edremit’te, şehirde, yetiştirse de Yusuf’un yabancılığı, tedirginliği ve o kimselere benzemez halleri değişmez.

“Böylece küçük Yusuf, bir sur harabesi üzerinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi büyüyor, gelişiyordu.”

Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin 1937 yılında yayınlanan ilk romanı. Oldukça güçlü ve anlattığı dönemin toplumsal dinamiklerini de ortaya koyan bir hikâye. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf’ta, dili kullanmanın yanı sıra karakter yaratma konusundaki ustalığını da çok net bir şekilde göstermiş. Roman boyunca, toplumsal geri planı; karakterlerin gözünden, karakterlerin derinliğince veriyor.

"Hayat, birbirinden ayırdıklarını, kısa bir müddet için tekrar yaklaştırır gibi olsa bile, uzun zaman yan yana bırakmıyordu. Geçen günleri bir daha geri getirmek mümkün değildi ve sadece hatıralar, iki insanı birbirine bağlayacak kadar kuvvetli değildi.”
Ve elbette, aşk. Yusuf’un Muazzez’e duyduğu saf, güçlü ve özenli aşk…

"Konuşmaya ne lüzum vardı? Bütün güzel laflardan ve hoş insanlardan sıkılan bu mahlukları, birbirlerinin sessiz mevcudiyeti, yorgunluk verecek kadar doyuruyordu."

Hikâyenin, gerilim noktaları Yusuf ve Muazzez’in aşkı üzerinde yoğunlaşıyor. Güçlü, saf ve naif bir bağ var aralarında.

"Bir zamanlar birbirinden ayrılmak, birbirlerini kaybetmek ihtimalinin korkusunu çekmiş olmasalar, belki de birbirleri için ne kadar kıymetli olduklarını hala bilmeyeceklerdi. Hayatları o kadar birbirinin içinde kaybolmuş, birleşmişti. Belki o zaman evlenmeyi de düşünemeyeceklerdi; çünkü buna birbirlerini kaçırmak için en son çare diye müracaat etmişlerdi."

Kuyucaklı Yusuf, küçük bir kasabadaki insanların hikâyesi. İyilerin, kötülerin, zalimlerin ve âşıkların iç içe geçmiş, sahici ve dokunaklı anlatısı.

“Bazen insan avunmak için başka çare bulamıyor ama, sen nefsine hâkim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unutturur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten...”

Kitap bir tamamlanmamışlık hissiyle sona eriyor. Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf'u bir üçleme olarak tasarlamış; ancak ömrü bu hikâyeyi tamamlamaya vefa etmemiş.

Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali'yle tanışmak veya tanışıklığını güçlendirmek isteyenlere; insanı anlamak isteyenlere iyi gelecek bir kitap…

“Saadet, hayatı olduğu gibi kabul etmektir.”


Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

6 Ekim 2013 Pazar

Bir çocuk gibi umutlu ve tutkulu şiirler

"Kadın şairler aşktan bahsettikleri zaman 
Mangalın küle mahcubiyeti artar."
- İsmet Özel

Aşkın ve sevginin kadınlarda daha farklı işlediğini söylemek, doğal olanı tekrar etmekten öteye geçmez. Kadınlarda bu tip durumlarda tezahür eden şey derinlik oluyor. Kimileri bu derinliğe hüznü, kimileri tutkuyu inşa ediyor. Fatma Şengil Süzer şiirleriyle aşka dalarken, okuyucunun oksijen tüpü tutku olmalı. Bundan mütevellit Söyle Sessizlik en çok erkek okuyucuların elinde olmalı. Özellikle de derine dalmaktan korkan erkek okuyucuların.

Eskişehir doğumlu şair Fatma Şengil Süzer'i özellikle Dergâh, Yedi İklim ve İtibar dergilerinden takip edenlerin gayet iyi bileceği gibi, kendisi aynı zamanda bir hikâyecidir. 2002'de yayımlanan Avlunun Uğultusu adlı kitabını 2003'te bir anlatı kitabı olan Ferhat ile Şirin ve ardından 2006'da bir masal kitabı olan Gelincik Şarkısı takip etmiştir. Şairin ilk şiir kitabı ise 1997'de yayımlanan Su Siyah'tır. Okur Kitaplığı'ndan Nisan 2013'te çıkan Söyle Sessizlik, hem ismiyle hem de kapağıyla derdini açık ediyor aslında. Bir çiçek, simsiyah kesilmiş bir topraktan tutkuyla çıkabiliyor mesela. Üstelik gürültüsünü sadece tutkuyla yaşayanlar, yaşamı tutkuyla kavramaya çalışanlar duyabiliyor, herkes değil. Tutkusuz insan, umutsuzdur. Dolayısıyla da biçare.

"Küçücük işlerime dönüyorum ben / oğlumun ateşi, yastıktaki leke
Tarhananın kokusu, yavru kediler / gibi şeylere."

(Küçük)

"İki gözde bin göz velakin samut / dişlerini gösteriyor çakallar
Bir isim söyle bir büyük isim / gül kadar güçlü gülden yumuşak."

(Yiğit)

"Ağırdım yaralıydım söz bıçak / güneşin çiçekleri
Kırılınca boyunlarından / ekşi elma kokardı / yaşamak."

(Güneşin Çiçekleri)

Kafayı yoran şiirle kalbi yoran şiir arasında seçim yapmak, okuyucunun elindedir. Şairi tanımıyorsak şayet, birkaç şiirini okumak yeterlidir. Çünkü şair, şiir yoluna koyulurken bir derdi seçer. Ya kafayı yorar ya kalbi. Kalp yorgunluğu da kesinlikle kötüye yorulacak bir hadise değildir. Zira kalp yorgunluğunu; mücadeleye çıkmış, aşk savaşında bir şeyleri göze almış, müstahkem mevkiye ihtiyaç duymamış, onurunu parmaklarının ucuyla ezmiş ve inadından çoktan vazgeçmiş şairler iyi bilir, güzel söyler. Fatma Şengil Süzer, daima kalbî şiirler söyler.

"Ben artık çirkinim incindim incinmekten / kalbimin içinde bir fili
Taşıyıp duruyorken / gülümsemekten."

(Migren ve Anksiyete)

"Yine düştüm dünyaya kımıl kımıl huzursuz
Bir kemal et, gülümse, yeniden bir kelam et
Yine ayrıl kenara çürük elma bu elma
Herkes gibi hizada duramıyor merhamet."

(Çürük Elma)

"Parkın ışıkları yanmıyor mirim
Herkes evinde
Düşeceğim, bu defa sessizce üstelik
Büyülü bir gelin gibi yosunların üstüne."

(Köprünün Büyülüsü)

Söyle Sessizlik hakkında yazdığı bir yazıda Suavi Kemal Yazgıç ağabey, "Acemiliğini/naifliğini kaybeden şair daha önce ulaştığı şiirin ötesine geçemez" demişti. Fatma Şengil Süzer'in ilk şiir kitabı çıktığında henüz 11 yaşındaydım ve şiire olan ilgim "Cimbombomum benim / biricik sevgilim"den öteye geçmezdi. Ne zaman ki şiirle uğraşmayı göze alır insan, o zaman tanır yorgun ama tutku dolu şairleri. Fatma Şengil Süzer şiirlerini ilk okumaya başladığım zamandan şimdiye kadar, miyop gözlerimin ve kalbimin gördüğü şey şudur ki; şair, naifliğinden ve o ince ince işlediği acemiliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, daima üzerine eklemiş. Darısı, şiire merak sarmayan ve fakat şiirle yaşayan herkesin başına. Çünkü okumaktaki acemilik ve yazmaktaki acemilik aynı şeydir: tutku doludur.

Okuyan çocuk kalır: Sobe!
Okuyan âşık kalır: Aşk olsun!

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler