Bazuka: isim, askerlik Fransızca bazooka
Öz itmeli mermi atan, genellikle zırhlı araçlara karşı yakın savaş sırasında kullanılan hafif silah, roketatar.
- Türk Dil Kurumu
Üniversitede, kulakları çınlasın Türk Edebiyatı’nda Araştırma Metotları dersimizin kıymetli hocası Yard. Doç. Dr. Köksal Seyhan, edebiyatın, tabir-i caizse, kendini satması için hiç eskimeyen iki konusu vardır; biri savaş diğeri aşk, derdi. Uyurkulak’ın Metis’ten Nisan 2011’de çıkan öykü kitabı Bazuka, içinde yer alan dokuz öyküsüyle dokuz savaş sahnesini, dekorunda aşkı da eksik bırakmadan okuyucuyla buluşturuyor.
“Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler” yazıyor kitabın kapağında ve bu üç kelime öykülerin duygusunu çok iyi bir şekilde özetlemeye yetiyor.
“Ben de şiddeti, onu serinkanlı bir pervasızlıkla, sadece estetize etmekle yetinip çıplak haliyle anlatamayacak kadar yakından tanıdım sanırım. Öyle her tarafından irin ve kan fışkıran, insanların birbirlerinin gözünü oyduğu, feryat figanla dolu bir hayattan söz etmiyorum elbet. Ama gördüklerim bana yetti.” diyor Murat Uyurkulak Radikal Kitap’ta yayınlanan bir röportajında.
Hep bir kazanan ve kaybeden var bu dokuz anlatıda, tıpkı savaşlarda olduğu gibi ve biz okurken bakış açımız daima mazlumdan yana, onunla eş ve eşit hislerimiz. Söylendiği gibi, öykülerde bombalar patlamıyor, kimsenin kimseye silah doğrulttuğu yok, kan kırmızıya boyanmıyor sayfalar. Ancak savaşın en tehlikelisi var, hissettirmeden olanı, isimle cisim bulmayanı, seslendirmeden inkâr edileni, aşk için ve aşk ile yapılanı.
İlk öykü Tutkular Kitabı’nda kaliteli ancak hak ettiği değeri görememiş edebiyatın aşkı uğruna yapılan savaşı, okurun bu aşk ile kendini var etme çabasını görüyoruz. Öykülerin birçoğunda ise kadınlık ve erkeklik kavramları, beraberinde cinsel tercihlerin sorgulanmasını getiriyor ve aşkın engel tanımayacağını okuyucunun gözüne gözüne sokuyor. Kitaba ismini veren öykülerden biri olan Aşk, Yalnızlık ve Bazuka’da da yine kadın bedeni üzerinden edebi yollu bir siyasetin tartışıldığına şahit oluyoruz. Sadece bir meta olduğunda hakkında her türlü söylevi verebileceğimiz kadının kalbe dokunduğunda nasıl uğruna savaşılacak bir kutsal olduğunu görüyoruz.
Bazuka, inandıklarımızın, inandırıldıklarımızın, önyargılarımızın, kimliklerimizin, doğru bildiklerimizin, farkında olmadıklarımızın vücuda getirdiği dünyada yine bu yapı taşlarına karşı açılmış bir savaşın anlatısı, kılıcı da aşkla bilenmiş. O vakit, gazamız mübarek olsun.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
14 Eylül 2013 Cumartesi
Aitsiz Bir Kimlik: Zenime Hanım
Leylâ Erbil’in herhangi bir kitabını okuduktan sonra her
okur “dili çok iyi kullanıyor” diyecektir. Bu nedenle Cüce romanı için aynı şeyi söylemekle yetinmeyeceğim. Bu romanda
neredeyse dil devrimi yapmış, deyim yerindeyse dili kontrolden çıkarmış yazar. Kitabı
çok kısa sürede (neredeyse bir oturuşta) bitiriyorsunuz, çünkü bırakırsanız bir
şeyleri kaçırıyor hissine kapılıyorsunuz.
Yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitap da
eleştirilerle işlenerek yazılmış. Diğerlerinden farkı eleştirirken daha
göstermeci bir anlatımı tercih etmesi. Tüketici toplumundan medyaya,
insanların bakış açılarından siyasete kadar bizi rahatsız eden ne varsa
eleştiriyor Erbil. Üstelik komşusu Zenime’nin kalemini kullanarak.
“Yazarın Notu” bölümüyle
başlayan kitapta önce Zenime’nin kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, kitabı
intiharı üzerine onun yazdıklarını birleştirerek oluşturduğunu söylüyor Leylâ
Erbil. Daha sonra da başlıyor hikâyesini anlatmaya.
Bir gazeteciyi bekliyor Zenime Hanım. Okur da bu bekleyişte Zenime’nin
zihninin işleyişini izliyor. Yaşadığı sisteme ait olmadığını hisseden, onu
eleştiren bir kadın olsa da “sevgili okurlar” ını önemsiyor, öyle bir kitle
sürekli onu takip etsin istiyor.
Zenime’nin karışık zihninin yanında, Leylâ Erbil’in zaman
zaman şiirsel, zaman zaman tekerlemeyi andıran üslubu bir cümleyi birkaç kere
okumanıza neden oluyor. Ama kitabı bitirince biraz dinlendirdikten sonra o
cümlelere dönerseniz anlamlarını da, tüm kitap boyunca Zenime’nin evinde ve
dolayısıyla sayfalarda yürüyen karıncaların neyi simgelediğini de daha iyi
anlıyorsunuz.
Mustafa Horasan’ın çizimlerinin de yer aldığı kitap yalnızca
bir şeyler anlatmıyor aynı zamanda bir deneyim yaşatıyor okura. Yaşadığı sistemin
içinde boğulduğu halde onun bir parçası olmak zorunda kalanlar kendilerine bir
ayna arıyorlarsa Leylâ Erbil’in kelimelerine sığınabilirler.
Ümran Kio
12 Eylül 2013 Perşembe
"O adam"ı bekleyenlere
"Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve 'Ey kavmim!' dedi, 'Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!'"
- Yâsin Suresi, 20-21
Cemil Meriç, "Tek hürmet ettiğim adamdır. Kaybedilmiş bir davanın bu kadar fedakar kahramanı olabilir. Öyle görmek ve inandırmak ihtiyacında." diyordu Don Kişot’un arkasından.
Bir an duralım! Kısa bir an sadece…
Gündelik telaşlarımızın bizi nasıl sistematize ettiğini ve ilişkilerimizin, iletişimimizin nasıl yapaylaştığını düşünelim.
Sabah erken saatte günün ilk darbesini dijital çalar saatlerimizden yiyoruz. Eğer hala bizi öperek uyandıran bir annemiz, eşimiz, çocuğumuz, hatta kurmalı bir saatimiz bile varsa şükretmeliyiz. Ardından bir koşturmaca ile evden çıkarak kalabalık toplu taşıma araçlarında birbirimize son derece tahammülsüz bir şekilde yollara düşüyoruz biraz daha çalışmak, kazanmak, yükselmek, sonra yine kazanmak ve hep kazanmak için. Kulaklıklarımızı takıyoruz hemen; iç çekenleri, öksürenleri, içli içli ağlayanları, en insancıl, en kısık sesleri duymak istemediğimizden. Ardından toplantılar, deadline’ı yaklaşan projeler, ay sonu raporları… Gözümüz saatlere takılıyor durmadan, zaman hızla geçiyor bizi kendine katmadan. Son bir gayretle ya eş dosta vakit ayırıyoruz ay yükselirken gecede ya da evimize atıyoruz kendimizi, içinde yer aldığımız gerçeklikleri görmezden gelip televizyon karşısında adeta bir katarsis ruhuyla hayatı suni bir ekranda yaşayabilmek adına... Oysa neler kaçırıyoruz olağanüstü bir gerçeklikle yanımızdan geçip giden hayatta?
Belki hep geçtiğimiz cadde üzerinde, kim bilir birkaç kere vitrinine baktığımız, alışveriş yaptığımız bir mağaza “Kapanış nedeniyle zararına satışlar!” yapıyor. “Şu mağaza kapanmasaydı, iyiydi.” diye düşünüp, içeri girip de “Hayırdır abi?” demek geldi mi aklımıza?
Belki mahallemizde bir çocuk, yürüyemediği için sokakta oynayan akranlarına uzaktan bakıyor, işten dönüş saatimize denk geldiğinde gidip de başını okşadık mı?
Peki, mahalle bakkalımıza ne zaman tembihlemiştik “Bizim ufaklığa giderken harçlığını sen ver, dönüşte biz hallederiz.” diye? En son bizim kuşağa yetişti galiba bu gelenek.
Bir pazar yerinde, tezgâhlar kalktıktan sonra sokaklarda dolaşıp yere atılan sebze ve meyvelerden toplayan kadınlarla zaten yüz yüze gelmiyoruz alışverişimizi hafta sonları süpermarketlerden yaptığımız için.
Filistin’de, Myanmar’da, Suriye’de, Mısır’da… Dünyanın dört bir yanında ölen masumlar için son zamanların trendi, tweet göndermekten başka bir vicdan muhasebesine giriyor mu yüreklerimiz?
Ezber cümlelerin, ezber duyguların içinde aktığını varsayarken, gerçekte sevgilinin kalbine dokunmayı unutanlardan mı olduk?
Aldığımız eşyaların kıymetinin ertesi güne kalmadığı, her gün doymazlıkla yenilerini alıp eskilerinin değerini sıfırladığımız bir döngü içinde girdik duygusuzca.
İşte tüm bu şehrin kıyısında köşesinde kalmış insanlara, geleneklere, mekanlara, ruhlara, kısacası ötekileştirdiğimiz ne varsa, onlara ışık tutuyor “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak”. Tarık Tufan, koşarak şehre giren bu karakter tahayyülüyle, her şeyin son derece hızlı ilerlediği dünyamızda hepimizi gelip omuzlarımızdan sarsıyor birbirimize dönmemiz için.
İyi de yapıyor!
Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas
- Yâsin Suresi, 20-21
Cemil Meriç, "Tek hürmet ettiğim adamdır. Kaybedilmiş bir davanın bu kadar fedakar kahramanı olabilir. Öyle görmek ve inandırmak ihtiyacında." diyordu Don Kişot’un arkasından.
Bir an duralım! Kısa bir an sadece…
Gündelik telaşlarımızın bizi nasıl sistematize ettiğini ve ilişkilerimizin, iletişimimizin nasıl yapaylaştığını düşünelim.
Sabah erken saatte günün ilk darbesini dijital çalar saatlerimizden yiyoruz. Eğer hala bizi öperek uyandıran bir annemiz, eşimiz, çocuğumuz, hatta kurmalı bir saatimiz bile varsa şükretmeliyiz. Ardından bir koşturmaca ile evden çıkarak kalabalık toplu taşıma araçlarında birbirimize son derece tahammülsüz bir şekilde yollara düşüyoruz biraz daha çalışmak, kazanmak, yükselmek, sonra yine kazanmak ve hep kazanmak için. Kulaklıklarımızı takıyoruz hemen; iç çekenleri, öksürenleri, içli içli ağlayanları, en insancıl, en kısık sesleri duymak istemediğimizden. Ardından toplantılar, deadline’ı yaklaşan projeler, ay sonu raporları… Gözümüz saatlere takılıyor durmadan, zaman hızla geçiyor bizi kendine katmadan. Son bir gayretle ya eş dosta vakit ayırıyoruz ay yükselirken gecede ya da evimize atıyoruz kendimizi, içinde yer aldığımız gerçeklikleri görmezden gelip televizyon karşısında adeta bir katarsis ruhuyla hayatı suni bir ekranda yaşayabilmek adına... Oysa neler kaçırıyoruz olağanüstü bir gerçeklikle yanımızdan geçip giden hayatta?
Belki hep geçtiğimiz cadde üzerinde, kim bilir birkaç kere vitrinine baktığımız, alışveriş yaptığımız bir mağaza “Kapanış nedeniyle zararına satışlar!” yapıyor. “Şu mağaza kapanmasaydı, iyiydi.” diye düşünüp, içeri girip de “Hayırdır abi?” demek geldi mi aklımıza?
Belki mahallemizde bir çocuk, yürüyemediği için sokakta oynayan akranlarına uzaktan bakıyor, işten dönüş saatimize denk geldiğinde gidip de başını okşadık mı?
Peki, mahalle bakkalımıza ne zaman tembihlemiştik “Bizim ufaklığa giderken harçlığını sen ver, dönüşte biz hallederiz.” diye? En son bizim kuşağa yetişti galiba bu gelenek.
Bir pazar yerinde, tezgâhlar kalktıktan sonra sokaklarda dolaşıp yere atılan sebze ve meyvelerden toplayan kadınlarla zaten yüz yüze gelmiyoruz alışverişimizi hafta sonları süpermarketlerden yaptığımız için.
Filistin’de, Myanmar’da, Suriye’de, Mısır’da… Dünyanın dört bir yanında ölen masumlar için son zamanların trendi, tweet göndermekten başka bir vicdan muhasebesine giriyor mu yüreklerimiz?
Ezber cümlelerin, ezber duyguların içinde aktığını varsayarken, gerçekte sevgilinin kalbine dokunmayı unutanlardan mı olduk?
Aldığımız eşyaların kıymetinin ertesi güne kalmadığı, her gün doymazlıkla yenilerini alıp eskilerinin değerini sıfırladığımız bir döngü içinde girdik duygusuzca.
İşte tüm bu şehrin kıyısında köşesinde kalmış insanlara, geleneklere, mekanlara, ruhlara, kısacası ötekileştirdiğimiz ne varsa, onlara ışık tutuyor “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak”. Tarık Tufan, koşarak şehre giren bu karakter tahayyülüyle, her şeyin son derece hızlı ilerlediği dünyamızda hepimizi gelip omuzlarımızdan sarsıyor birbirimize dönmemiz için.
İyi de yapıyor!
Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas
11 Eylül 2013 Çarşamba
Şaşırmayı, haylazlığı ve neşeyi sevenlere
"Bu kitap birbirine sadık kalan insanlara ithaf edilmiştir" girişiyle başlayan tamda birbirine ve meselelerine sadık kalan insanların anlatıldığı bir roman "Kozmik Haydutlar."
Kendisi hakkında pek bir şeylerin bilinmemesi taraftarı olduğunun sık sık altını çizen yazar A.C Weisbecker, "Kozmik Haydutlar" sayesinde okura bol felsefe, farklı dünya görüşleri ve keyifli bir aksiyon sunuyor.
Oldukça eğlenceli ve farklı karakteri bir araya getiren kitapta olaylar: bir uyuşturucu kaçakçısının gasp ettikleri eşyaları karıştırırken arasından çıkan kuantum fiziği ve atom altı parçacığı kitaplarına merak sarması ve bir anda değişen hayata bakış açısı etrafında şekil alıyor.
Müşkülpesent köpeği High Pockets, en yakın haydut arkadaşı Jose ve çetenin diğer üyelerinin de ara ara olaylara dahil olmalarıyla, işsiz uyuşturucu kaçakçısı bir anda dünyanın varoluş sırlarının peşinde oradan oraya sürüklenen bir kaşife dönüşüveriyor.
Yazar kitap boyunca olayları birinci ağzı ana karakter üzerinden aktarıyor, ancak karakterin ismine yer vermiyor. Olaylara hakim gözlemci olarak bakan karakter hikayesi boyunca okuyucuya bol bol dipnot veriyor. Kitap genel olarak iki bölüm halinde ilerliyor. İşsizliği dolayısıyla fiziğe merak saran karakterin değişen görüşlerinin ve dönüşüme uğrayan tutumunun anlatıldığı birinci bölüm ve tüm öğrendiklerinden yola çıkarak okuduklarını yazan fizik profesörünü aramaya karar verişinden sonra gelişen olayların anlatıldığı aksiyon dozu yüksek ikinci bölüm. Hikaye başlarda karmaşık ve sıkıcı gibi görünse de ilk elli sayfadan sonra kendisini açıyor. Yazar zen öğretisi, atom parçacığı teorisi, büyük patlama, kuantum mekaniği, çeşitli fizik ve varoluş kuramları üzerine eğlenceli ve her yaştan okurun rahatlıkla anlayabileceği bir felsefe sunuyor.
Tüm bunları yaparken bilim ve öğrenme tutkusu birleştiğinde insanların nasıl değişimlerden geçebileceklerini sorgulatıyor. Bilimin etkisi herkes üzerinde aynı mıdır? sorusu ise ilerleyen sayfalarda kitabın ana sorunlarından birisi halini alıyor. Okuyucusundan, önce Kara düşünce, tek bakış açısı, boş yaşam, boş insan, kaybeden... gibi önyargılarla soğuttuğu karakterlerini "Vay be!" nidaları arasında sevdirmeyi başarıyor. Bu başarısını önyargıların geçersizliği fikrini kanıtlayarak ise ikiye katlıyor.
Hikaye, temposu hiç düşmezken sıkılan kurşunlar arasına düşünce kırıntıları serpiştiriyor. Kırılan kapıların ardından o kapılara karşı masa başında yapılan derin sohbetlere geçebiliyor. Okur "Tamam, şimdi bitti!" derken kurnaz haydutlar bir kez daha şaşırtmayı başarabiliyor.
Kozmik Haydutlar hava, kara, deniz dinlemeden kıtalar arası seyahat eden uçarı bir macera. Haydutların her durağı ise apayrı bir felsefe. Kendince varlık nedenlerini arayan bir grup amaçsızın amaçlı hale dönen yaşamlarından 194 sayfalık bir izlek. Çok kültürlü dokusu, kutuplaşan dünyaya yönelttiği ince hicvi, çılgınlıkta sınır tanımayan karakterleri ve boğmadan anlatmaya çalıştıkları ile okuyanın yanına kar kalacak bir kitap Kozmik Haydutlar. ilgilisine…
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Kendisi hakkında pek bir şeylerin bilinmemesi taraftarı olduğunun sık sık altını çizen yazar A.C Weisbecker, "Kozmik Haydutlar" sayesinde okura bol felsefe, farklı dünya görüşleri ve keyifli bir aksiyon sunuyor.
Oldukça eğlenceli ve farklı karakteri bir araya getiren kitapta olaylar: bir uyuşturucu kaçakçısının gasp ettikleri eşyaları karıştırırken arasından çıkan kuantum fiziği ve atom altı parçacığı kitaplarına merak sarması ve bir anda değişen hayata bakış açısı etrafında şekil alıyor.
Müşkülpesent köpeği High Pockets, en yakın haydut arkadaşı Jose ve çetenin diğer üyelerinin de ara ara olaylara dahil olmalarıyla, işsiz uyuşturucu kaçakçısı bir anda dünyanın varoluş sırlarının peşinde oradan oraya sürüklenen bir kaşife dönüşüveriyor.
Yazar kitap boyunca olayları birinci ağzı ana karakter üzerinden aktarıyor, ancak karakterin ismine yer vermiyor. Olaylara hakim gözlemci olarak bakan karakter hikayesi boyunca okuyucuya bol bol dipnot veriyor. Kitap genel olarak iki bölüm halinde ilerliyor. İşsizliği dolayısıyla fiziğe merak saran karakterin değişen görüşlerinin ve dönüşüme uğrayan tutumunun anlatıldığı birinci bölüm ve tüm öğrendiklerinden yola çıkarak okuduklarını yazan fizik profesörünü aramaya karar verişinden sonra gelişen olayların anlatıldığı aksiyon dozu yüksek ikinci bölüm. Hikaye başlarda karmaşık ve sıkıcı gibi görünse de ilk elli sayfadan sonra kendisini açıyor. Yazar zen öğretisi, atom parçacığı teorisi, büyük patlama, kuantum mekaniği, çeşitli fizik ve varoluş kuramları üzerine eğlenceli ve her yaştan okurun rahatlıkla anlayabileceği bir felsefe sunuyor.
Tüm bunları yaparken bilim ve öğrenme tutkusu birleştiğinde insanların nasıl değişimlerden geçebileceklerini sorgulatıyor. Bilimin etkisi herkes üzerinde aynı mıdır? sorusu ise ilerleyen sayfalarda kitabın ana sorunlarından birisi halini alıyor. Okuyucusundan, önce Kara düşünce, tek bakış açısı, boş yaşam, boş insan, kaybeden... gibi önyargılarla soğuttuğu karakterlerini "Vay be!" nidaları arasında sevdirmeyi başarıyor. Bu başarısını önyargıların geçersizliği fikrini kanıtlayarak ise ikiye katlıyor.
Hikaye, temposu hiç düşmezken sıkılan kurşunlar arasına düşünce kırıntıları serpiştiriyor. Kırılan kapıların ardından o kapılara karşı masa başında yapılan derin sohbetlere geçebiliyor. Okur "Tamam, şimdi bitti!" derken kurnaz haydutlar bir kez daha şaşırtmayı başarabiliyor.
Kozmik Haydutlar hava, kara, deniz dinlemeden kıtalar arası seyahat eden uçarı bir macera. Haydutların her durağı ise apayrı bir felsefe. Kendince varlık nedenlerini arayan bir grup amaçsızın amaçlı hale dönen yaşamlarından 194 sayfalık bir izlek. Çok kültürlü dokusu, kutuplaşan dünyaya yönelttiği ince hicvi, çılgınlıkta sınır tanımayan karakterleri ve boğmadan anlatmaya çalıştıkları ile okuyanın yanına kar kalacak bir kitap Kozmik Haydutlar. ilgilisine…
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
9 Eylül 2013 Pazartesi
İlişkiler bir cinayet midir?
Şimdi arkanıza yaslanın ve beni iyi dinleyin size harika bir roman hakkında berbat cümleler kuracağım.
“Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı” tanımı ile başlıyor kitap.
Malina, Bachmann'ın 'Ölüm Türleri' ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın da tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. 1971 yılında yayınlanmıştır. Romanın yayınlanmasından 2 yıl sonra Roma’daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybeder. Tamamlanmamış kitaplar, düşler içinde yitip gitmiş hayatlar beni her zaman derinden etkiler, üzer, tıpkı Oğuz Atay’ın Türkiye’nin Ruhu’nu yarım bırakıp gitmesi gibi.
Yazıldığı dönemde büyük ses getirir edebiyat dünyasına. Ve edebiyat çevrelerinde uzunca bir süre tartışılır. Ben, bu roman ile neden bu kadar geç tanıştım bilmiyorum. Sanırım o da benim eksikliğim.
Kitabın ilk bölümü 'İvan'la mutluluk', ikinci bölümü 'Üçüncü adam', üçüncü bölüm 'Son şeyler üzerine' başlığını taşıyor. Kitapta bir olay örgüsü yoktur, baştan sonra bilinç akışı tekniği ile yazılmış bir romandır. Okurken , “gerçekten Malina var mıdır, yok mudur, bir hâyâl ürünü müdür, yoksa yazarın aklında yaşattığı bir ideal karakter midir, yani başka bir deyişle bir alter-ego durumu mu vardır” diye düşündürür. Ama bununla fazlaca oyalanmaya vakit bırakmaz, kelimelerin içinde kaybolup gidersiniz.
"Yaşayacak bir niçin'i bulunan, hemen her nasıla dayanabilir."
"Tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur."
"Çevremdeki bu koşuşturmanın ortasında kendimi herhangi bir işle oyalamam kesinlikle olanaksız, eminim siz de görüyorsunuzdur dünyadaki bu delice koşuşturmayı ve ondan kaynaklanan cehennem, gürültüyü duyuyorsunuzdur. Yapabilseydim eğer işlerle uğraşılmasını yasaklardım, ama onları yalnız kendime yasaklayabilirdim."
Romanda “ben” konuşur ve “ben” bir kadındır. Birinci tekil kişinin ağzından dinleriz her şeyi. Kederlerine bir isim koyma çabasına gitmeden tüm acılarını, ciddi çırpınışlarını, tutkularını, en realist hâli anlatır “ben” ve hiçbir kaygı gütmeden. Özgür ve acı çeken insanı.
Ben faşizmi en güzel onun kaleminden okudum, "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır."
Kitap, ne kadar bireysel bir roman gibi görünse de, bütününe bakıldığında tamamen toplumsal gerçekçilik ile yazılmıştır.
"Ben, mutlak nitelikteki ilk israfın simgesiyim, kendimi esrikliğe kaptırmışım, dünyadan akıllı bir biçimde yararlanabilme yeteneğim yok, ve adına toplum denen maskeli baloda boy gösterebilirim, ama gelmeyebilirim de; engeli çıkmış biri gibi, ya da kendine maske yapmayı unutmuş, ihmali yüzünden kostümünü artık bulamayan ve bundan ötürü de günün birinde artık davet edilmeyen biri gibi. Belki de birisiyle sözleşmiş olduğum için, Viyana'da, bana henüz yabancı olmayan bir ev kapısı önünde durduğumda, aklıma son anda kapıda yanılmış ya da günü ve saati şaşırmış olabileceğim geliyor; o zaman dönüyorum ve çok çabuk yorulmuş, içim çok fazla kuşkuyla dolu olarak, Macar Sokağı'na koşuyorum."
“İvan'ı düşünüyorum. Aşkı düşünüyorum. Damardan verilen gerçeği ve bunun etkisinin ne kadar kısa sürdüğünü. Bir sonraki, daha yüksek dozu.”
Beceriksiz, başarısız sevgiliyi de şöyle anlatır; “Erkek için kadınları az düşünmek kolaydır, çünkü hastalıklı sistemi, hiç aksamayan bir sistemdir; erkek kendi kendini yineler, yinelemiştir, yineleyecektir. Kadınların ayaklarını öpmekten hoşlanıyorsa eğer, daha belki de elli kadının ayaklarını öpecektir, o halde o anda ayaklarını öptürmekten hoşlanan bir yaratığı düşünmesine, onun yüzünden düşüncelere dalmasına gerek yoktur, o erkek böyle düşünecektir. Oysa, bir kadın şimdi sıranın kendi ayaklarına geldiği gerçeğiyle hesaplaşmak zorundadır (...) Birini gerçek anlamda bir mutsuzluğa sürüklediysen eğer, o zaman o da seni düşünecektir. Genelde ise erkeklerin çoğu kadınları mutsuz kılar ve bunda bir karşılıklılık yoktur, çünkü başımıza gelen doğal bir yıkımdır, erkeklerin hastalığından kaynaklanan, engellenmesi olanaksız doğal bir yıkım.”
Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır. Yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bu yüzden roman “bir cinayet romanı“ tanımlamasını alır. Sevginin ve diğer güzel şeylerin en önemlisi kadının ve ilişkilerin cinayeti. Diğer 2 bölüm de tamamlansaydı neler anlatacaktı kim bilir?
Romanda 'Bir gün gelecek' diye bir ütopyadan da bahsedilir; “Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içersinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı.”. Ancak daha sonra o günün de 'aslında gelmeyeceği'ni ilan eder. Çünkü Bachmann kendisiyle yapılan bir söyleşide 'Gelmeyecek ama yine de inanıyorum. Çünkü inanmazsam eğer, artık yazmam da olanaksızlaşır' der.
Gerçekten iki insanın birbirini sevmesi mümkün müdür? Dengesizlikler ve çırpınışlar, dibe vuruşlar nereden sonra başlar? Kadın iki kişilik ilişkilerde ne kadar kadın? Aslında sadece bir cinayet mi ilişkiler, hem kendimizi hem onu mu öldürüyoruz her gün, her an?
Tutarsızlıklar, umursamazlıklar, dengesizlikler, iç çatışmalar, kör inançlar, düğümler, kördüğümler, hiç çözülemeyecekler. İlişkiler, ilişkiler…
“Aslında kötü bir alışkanlıktır okumak, öteki bütün kötü alışkanlıkların yerini tutabilecek ya da onların yerine herkesi daha bir yoğun biçimde yaşamaya itebilecek bir alışkanlıktır, delicesine bir yaşam biçimidir, insanı yiyip bitiren bir tutkudur. Hayır, uyuşturucu kullanmıyorum, kitapları kullanıyorum…”
İyi bir roman hakkında iyi cümleler kurmak çok zor. “Ne söylense hakkını bulur, ne desem yerine oturur?” diye düşünmekten alıkoyamaz kendini insan. Ben okurken bitmesini istemedim kitabın, kitapseverler nadir yakalar bu duyguyu.
Diyeceğim şudur ki; okumadan ölmeyin. Belki de Malina, Olric’in çift yumurta ikiz kardeşidir.
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
“Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı” tanımı ile başlıyor kitap.
Malina, Bachmann'ın 'Ölüm Türleri' ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın da tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. 1971 yılında yayınlanmıştır. Romanın yayınlanmasından 2 yıl sonra Roma’daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybeder. Tamamlanmamış kitaplar, düşler içinde yitip gitmiş hayatlar beni her zaman derinden etkiler, üzer, tıpkı Oğuz Atay’ın Türkiye’nin Ruhu’nu yarım bırakıp gitmesi gibi.
Yazıldığı dönemde büyük ses getirir edebiyat dünyasına. Ve edebiyat çevrelerinde uzunca bir süre tartışılır. Ben, bu roman ile neden bu kadar geç tanıştım bilmiyorum. Sanırım o da benim eksikliğim.
Kitabın ilk bölümü 'İvan'la mutluluk', ikinci bölümü 'Üçüncü adam', üçüncü bölüm 'Son şeyler üzerine' başlığını taşıyor. Kitapta bir olay örgüsü yoktur, baştan sonra bilinç akışı tekniği ile yazılmış bir romandır. Okurken , “gerçekten Malina var mıdır, yok mudur, bir hâyâl ürünü müdür, yoksa yazarın aklında yaşattığı bir ideal karakter midir, yani başka bir deyişle bir alter-ego durumu mu vardır” diye düşündürür. Ama bununla fazlaca oyalanmaya vakit bırakmaz, kelimelerin içinde kaybolup gidersiniz.
"Yaşayacak bir niçin'i bulunan, hemen her nasıla dayanabilir."
"Tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur."
"Çevremdeki bu koşuşturmanın ortasında kendimi herhangi bir işle oyalamam kesinlikle olanaksız, eminim siz de görüyorsunuzdur dünyadaki bu delice koşuşturmayı ve ondan kaynaklanan cehennem, gürültüyü duyuyorsunuzdur. Yapabilseydim eğer işlerle uğraşılmasını yasaklardım, ama onları yalnız kendime yasaklayabilirdim."
Romanda “ben” konuşur ve “ben” bir kadındır. Birinci tekil kişinin ağzından dinleriz her şeyi. Kederlerine bir isim koyma çabasına gitmeden tüm acılarını, ciddi çırpınışlarını, tutkularını, en realist hâli anlatır “ben” ve hiçbir kaygı gütmeden. Özgür ve acı çeken insanı.
Ben faşizmi en güzel onun kaleminden okudum, "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır."
Kitap, ne kadar bireysel bir roman gibi görünse de, bütününe bakıldığında tamamen toplumsal gerçekçilik ile yazılmıştır.
"Ben, mutlak nitelikteki ilk israfın simgesiyim, kendimi esrikliğe kaptırmışım, dünyadan akıllı bir biçimde yararlanabilme yeteneğim yok, ve adına toplum denen maskeli baloda boy gösterebilirim, ama gelmeyebilirim de; engeli çıkmış biri gibi, ya da kendine maske yapmayı unutmuş, ihmali yüzünden kostümünü artık bulamayan ve bundan ötürü de günün birinde artık davet edilmeyen biri gibi. Belki de birisiyle sözleşmiş olduğum için, Viyana'da, bana henüz yabancı olmayan bir ev kapısı önünde durduğumda, aklıma son anda kapıda yanılmış ya da günü ve saati şaşırmış olabileceğim geliyor; o zaman dönüyorum ve çok çabuk yorulmuş, içim çok fazla kuşkuyla dolu olarak, Macar Sokağı'na koşuyorum."
“İvan'ı düşünüyorum. Aşkı düşünüyorum. Damardan verilen gerçeği ve bunun etkisinin ne kadar kısa sürdüğünü. Bir sonraki, daha yüksek dozu.”
Beceriksiz, başarısız sevgiliyi de şöyle anlatır; “Erkek için kadınları az düşünmek kolaydır, çünkü hastalıklı sistemi, hiç aksamayan bir sistemdir; erkek kendi kendini yineler, yinelemiştir, yineleyecektir. Kadınların ayaklarını öpmekten hoşlanıyorsa eğer, daha belki de elli kadının ayaklarını öpecektir, o halde o anda ayaklarını öptürmekten hoşlanan bir yaratığı düşünmesine, onun yüzünden düşüncelere dalmasına gerek yoktur, o erkek böyle düşünecektir. Oysa, bir kadın şimdi sıranın kendi ayaklarına geldiği gerçeğiyle hesaplaşmak zorundadır (...) Birini gerçek anlamda bir mutsuzluğa sürüklediysen eğer, o zaman o da seni düşünecektir. Genelde ise erkeklerin çoğu kadınları mutsuz kılar ve bunda bir karşılıklılık yoktur, çünkü başımıza gelen doğal bir yıkımdır, erkeklerin hastalığından kaynaklanan, engellenmesi olanaksız doğal bir yıkım.”
Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır. Yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bu yüzden roman “bir cinayet romanı“ tanımlamasını alır. Sevginin ve diğer güzel şeylerin en önemlisi kadının ve ilişkilerin cinayeti. Diğer 2 bölüm de tamamlansaydı neler anlatacaktı kim bilir?
Romanda 'Bir gün gelecek' diye bir ütopyadan da bahsedilir; “Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içersinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı.”. Ancak daha sonra o günün de 'aslında gelmeyeceği'ni ilan eder. Çünkü Bachmann kendisiyle yapılan bir söyleşide 'Gelmeyecek ama yine de inanıyorum. Çünkü inanmazsam eğer, artık yazmam da olanaksızlaşır' der.
Gerçekten iki insanın birbirini sevmesi mümkün müdür? Dengesizlikler ve çırpınışlar, dibe vuruşlar nereden sonra başlar? Kadın iki kişilik ilişkilerde ne kadar kadın? Aslında sadece bir cinayet mi ilişkiler, hem kendimizi hem onu mu öldürüyoruz her gün, her an?
Tutarsızlıklar, umursamazlıklar, dengesizlikler, iç çatışmalar, kör inançlar, düğümler, kördüğümler, hiç çözülemeyecekler. İlişkiler, ilişkiler…
“Aslında kötü bir alışkanlıktır okumak, öteki bütün kötü alışkanlıkların yerini tutabilecek ya da onların yerine herkesi daha bir yoğun biçimde yaşamaya itebilecek bir alışkanlıktır, delicesine bir yaşam biçimidir, insanı yiyip bitiren bir tutkudur. Hayır, uyuşturucu kullanmıyorum, kitapları kullanıyorum…”
İyi bir roman hakkında iyi cümleler kurmak çok zor. “Ne söylense hakkını bulur, ne desem yerine oturur?” diye düşünmekten alıkoyamaz kendini insan. Ben okurken bitmesini istemedim kitabın, kitapseverler nadir yakalar bu duyguyu.
Diyeceğim şudur ki; okumadan ölmeyin. Belki de Malina, Olric’in çift yumurta ikiz kardeşidir.
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
6 Eylül 2013 Cuma
Çareyi uzaklaşmakta bulanlara
Dolambaç, Hollandalı yazar Gerbrand Bakker’in son romanı.
Ayrılmanın,bırakabilmenin ve kabuğundan çıkıp uçabilmenin anlatısı. Okuru yetişkin bir kadının labirentlerine sokup kitabın son sayfasına dek orada sessizce dolaştıran yazar, abartısız anlatımı ve süssüz diliyle yormadan, sıkmadan derdini anlatmayı başarıyor.
İsminin Emilie olduğunu söyleyen Hollandalı akademisyen bir kadının yaptığı bir hata yüzünden işini ailesini ve kocasını bırakıp Galler’in kuzeyindeki eski bir çiftlik evine taşınması kitabın temel meselesi olarak veriliyor. Ancak bu kadının kim olduğu, isminin gerçekten Emilie olup olmadığı, kimseye haber vermeden gelip yerleştiği dağ başındaki bir çiftlik evinde bulunma sebepleri kitap boyunca yavaş yavaş sallamak suretiyle ince bir elekten geçiriliyor.
Bakker’ın metni için bu eleğin üstünde kalanlar ve altına dökülenler diyebiliriz. Zira okura çift taraflı bakış açısı yürütme şansını veren yazar roman boyunca takip ettiği izlek sayesinde bunu olayların içine başarılı bir şekilde yedirmeyi başarmış. Kitabın aralık ayına dek süren ilk bölümü boyunca Emilie’nin kendiyle hesaplaşması yavaş yavaş ortaya çıkan küçük sırlarıyla birlikte ait olduğu şeylerden kırılıp kopması ve savruluşunu inceliyor yazar. Kır hayatına yabancı olan karakterin aidiyetsizlik duygusu üzerinden ünlü şair Emily Dickinson ile aralarında ustaca paralellikler kuruyor. Romanın geneli boyunca Emilie’nin Dickinson dizelerine tutunarak içini kendisine açması, tutunacak hiçbir şeyi kalmayan kentli bireyin kendi gibi olana yönelişini gözler önüne seriyor.Tüm bunların yanı sıra roman şiir’i yüceltmesi bakımından da büyük önem arz ediyor.
Kitabın Aralık ayı bölümünden sonrasında ise çiftliğe tıpkı Emilie gibi bir anda yolu düşen,onun gibi ruhsal kayıpları olan Bradwen Jones isimli 20 yaşındaki genç erkek damgasını vuruyor. Başta yalnızlığına gölge düşüren bu genç adamdan korkan Emilie sonraları bir anda kendisini Bradwen ile yaralarını sararken buluyor. Emilie iyileşirken yazar okur’u kadının kocası ve ailesiyle tanıştırıyor. Eksik kalan parçaları yine gürültüsüz bir şekilde fark ettirmeden yerine oturtuyor. Emilie kendi sırlarından arınırken onların kirinden bir türlü kurtulamıyor…
Yazar Bradwen karakterini öyküye tam da Emilie’nin yalnızlığa alışmak üzere olduğu bir noktada dahil ediyor ve bu yolla kentli bireyin yalnızlığa olan özlemini ilginç bir şekilde baltalıyor. Emilie yalnız kalamayacağını,yalnız yapamayacağını anladıkça yazar amacına hizmet etmeyi başarıyor.
Öykü Emilie’nin bahçesinden birbir eksilen kazlar, göl ve porsuk imgeleri,kasaba doktoru ve çiftliğin eski sahibesinin yaşamı gibi küçük yan öykücüklere sahip. Bakker bu yan olayları yine ana hikayenin belli başlı noktalarına başarılı bir şekilde ilmeklemiş ve her küçük olaycık içinde ana karakterin ruhsal hayatını anlamayı daha da kolaylaştıracak büyük dipnotlar sunmuş. Dolambaç çareyi uzaklaşmakta arayan bir kadının, sorunlarından yalnızlıkla kurtulacağına inanan kalabalıktan sıkılmış insanın romanı. Neden ve sonuçları çok kesmeyen bir metin. Zaten farkında olunan şeylerin tozunu attıran bir rehber. Sessiz hüznüyle ince ince şipleyen türden bir öykü.
Hafif bir jazz müzik, battaniye, kahve ve şömine eşliğinde şehrin kalabalığından ustaca uzaklaştıran bir sonbahar romanı ilgililerine...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Ayrılmanın,bırakabilmenin ve kabuğundan çıkıp uçabilmenin anlatısı. Okuru yetişkin bir kadının labirentlerine sokup kitabın son sayfasına dek orada sessizce dolaştıran yazar, abartısız anlatımı ve süssüz diliyle yormadan, sıkmadan derdini anlatmayı başarıyor.
İsminin Emilie olduğunu söyleyen Hollandalı akademisyen bir kadının yaptığı bir hata yüzünden işini ailesini ve kocasını bırakıp Galler’in kuzeyindeki eski bir çiftlik evine taşınması kitabın temel meselesi olarak veriliyor. Ancak bu kadının kim olduğu, isminin gerçekten Emilie olup olmadığı, kimseye haber vermeden gelip yerleştiği dağ başındaki bir çiftlik evinde bulunma sebepleri kitap boyunca yavaş yavaş sallamak suretiyle ince bir elekten geçiriliyor.
Bakker’ın metni için bu eleğin üstünde kalanlar ve altına dökülenler diyebiliriz. Zira okura çift taraflı bakış açısı yürütme şansını veren yazar roman boyunca takip ettiği izlek sayesinde bunu olayların içine başarılı bir şekilde yedirmeyi başarmış. Kitabın aralık ayına dek süren ilk bölümü boyunca Emilie’nin kendiyle hesaplaşması yavaş yavaş ortaya çıkan küçük sırlarıyla birlikte ait olduğu şeylerden kırılıp kopması ve savruluşunu inceliyor yazar. Kır hayatına yabancı olan karakterin aidiyetsizlik duygusu üzerinden ünlü şair Emily Dickinson ile aralarında ustaca paralellikler kuruyor. Romanın geneli boyunca Emilie’nin Dickinson dizelerine tutunarak içini kendisine açması, tutunacak hiçbir şeyi kalmayan kentli bireyin kendi gibi olana yönelişini gözler önüne seriyor.Tüm bunların yanı sıra roman şiir’i yüceltmesi bakımından da büyük önem arz ediyor.
Kitabın Aralık ayı bölümünden sonrasında ise çiftliğe tıpkı Emilie gibi bir anda yolu düşen,onun gibi ruhsal kayıpları olan Bradwen Jones isimli 20 yaşındaki genç erkek damgasını vuruyor. Başta yalnızlığına gölge düşüren bu genç adamdan korkan Emilie sonraları bir anda kendisini Bradwen ile yaralarını sararken buluyor. Emilie iyileşirken yazar okur’u kadının kocası ve ailesiyle tanıştırıyor. Eksik kalan parçaları yine gürültüsüz bir şekilde fark ettirmeden yerine oturtuyor. Emilie kendi sırlarından arınırken onların kirinden bir türlü kurtulamıyor…
Yazar Bradwen karakterini öyküye tam da Emilie’nin yalnızlığa alışmak üzere olduğu bir noktada dahil ediyor ve bu yolla kentli bireyin yalnızlığa olan özlemini ilginç bir şekilde baltalıyor. Emilie yalnız kalamayacağını,yalnız yapamayacağını anladıkça yazar amacına hizmet etmeyi başarıyor.
Öykü Emilie’nin bahçesinden birbir eksilen kazlar, göl ve porsuk imgeleri,kasaba doktoru ve çiftliğin eski sahibesinin yaşamı gibi küçük yan öykücüklere sahip. Bakker bu yan olayları yine ana hikayenin belli başlı noktalarına başarılı bir şekilde ilmeklemiş ve her küçük olaycık içinde ana karakterin ruhsal hayatını anlamayı daha da kolaylaştıracak büyük dipnotlar sunmuş. Dolambaç çareyi uzaklaşmakta arayan bir kadının, sorunlarından yalnızlıkla kurtulacağına inanan kalabalıktan sıkılmış insanın romanı. Neden ve sonuçları çok kesmeyen bir metin. Zaten farkında olunan şeylerin tozunu attıran bir rehber. Sessiz hüznüyle ince ince şipleyen türden bir öykü.
Hafif bir jazz müzik, battaniye, kahve ve şömine eşliğinde şehrin kalabalığından ustaca uzaklaştıran bir sonbahar romanı ilgililerine...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
2 Eylül 2013 Pazartesi
Şiirin içine şairin dışarıdan bakışı
"Genç şair! Karıştır, oku bu kitabı! Sonra da, işte zaman silgisi, kurşunkalemle yazılmıştır, aklından sil çıkar ki, ben işine karışmış olmayayım, sen gene bildiğin gibi yaz, bildiğini oku!"
- Behçet Necatigil
İşte böyle yüce gönüllüdür şair Behçet Necatigil ve bu yüzden hocadır. Söyler ve kenara çekilir. Hayatına dair yazılan yazıları ve sevgili kızı Ayşe Sarısayın'ın hatıralarını okuduğumuzda da bunları görebiliriz.
Şiir okumak başka, şiir üzerine yazılar okumak ise bambaşkadır. İkisi arasında gerçek olan bir şey varsa o da şiir okumanın daha kolay olduğudur. Belki de değildir. Kim bilir? İşte bilmek için bir kitap, üstelik Türk şiirinin en büyük isimlerinden: Behçet Necatigil. Şiirle öyle veya böyle ilgilenen herkes için Behçet Necatigil ayrı bir yerdedir. Somutlaştırayım: Gün içinde yoğun olarak ev, sevgi ve sessizlik üzerine konuşuldu mu akla tek bir şair gelmelidir. O da Behçet Necatigil'dir.
"Hayat bölünmez, sağlam bir akış olmaktan çıktı, bir mozaik halini aldı: İçinde cam kırıkları, taş parçaları, döküntüler, her şey var."
Yaptığım alıntıdan görüldüğü gibi saf şiir üzerine kurulan bir kitap olmaktan öte, hakiki şiir üzerine kurulan bir kitap Bile/Yazdı. Hakiki şiirde hayat vardır. Bundan dolayı da ilk baskısını Ada Yayınları'ndan 1979 yılında yapmış olan kitap aradan 33 yıl geçti ve YKY'den toplamda 4. baskısına ulaştı. Üç bölümden oluşuyor: Şiircikler, şiir uçları ilk bölüm. Şiir tanım ve gözlemleri ikinci bölüm. Üçüncü bölümde ise şiir üzerine çokça yazı var. Kitap biterken Necatigil'in dünden bugüne konuşmaları mevcut. Hepi topu 104 sayfa olsa da gerek ilham gerekse poetik anlamda bolca malzeme görüyorsunuz, incelikle inşa edilen.
"Şiir bir çıkartmadır, uyuyan topraklara
uyumayışlardan."
"Şiir ısrarlı bir telkindir, ama tekin olmayabilir
bazı telkinler gibi."
"Şiir yazılamaz olunca mı anlaşılır nasıl yazılacağı?"
Şiirle uğraşın veya uğraşmayın. Bırakın hoca konuşsun, sonra siz nasıl olsa iyi şiiri daha iyi göreceksiniz ve belki de yazacaksınız.
"İki tür şair sevilmez: Ya sızlanan ya da
bitpazarında hurdacı dükkânı açmış."
Şiir hakkında her şeyi, şairinden okumak isteyenlere diyelim...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Behçet Necatigil
İşte böyle yüce gönüllüdür şair Behçet Necatigil ve bu yüzden hocadır. Söyler ve kenara çekilir. Hayatına dair yazılan yazıları ve sevgili kızı Ayşe Sarısayın'ın hatıralarını okuduğumuzda da bunları görebiliriz.
Şiir okumak başka, şiir üzerine yazılar okumak ise bambaşkadır. İkisi arasında gerçek olan bir şey varsa o da şiir okumanın daha kolay olduğudur. Belki de değildir. Kim bilir? İşte bilmek için bir kitap, üstelik Türk şiirinin en büyük isimlerinden: Behçet Necatigil. Şiirle öyle veya böyle ilgilenen herkes için Behçet Necatigil ayrı bir yerdedir. Somutlaştırayım: Gün içinde yoğun olarak ev, sevgi ve sessizlik üzerine konuşuldu mu akla tek bir şair gelmelidir. O da Behçet Necatigil'dir.
"Hayat bölünmez, sağlam bir akış olmaktan çıktı, bir mozaik halini aldı: İçinde cam kırıkları, taş parçaları, döküntüler, her şey var."
Yaptığım alıntıdan görüldüğü gibi saf şiir üzerine kurulan bir kitap olmaktan öte, hakiki şiir üzerine kurulan bir kitap Bile/Yazdı. Hakiki şiirde hayat vardır. Bundan dolayı da ilk baskısını Ada Yayınları'ndan 1979 yılında yapmış olan kitap aradan 33 yıl geçti ve YKY'den toplamda 4. baskısına ulaştı. Üç bölümden oluşuyor: Şiircikler, şiir uçları ilk bölüm. Şiir tanım ve gözlemleri ikinci bölüm. Üçüncü bölümde ise şiir üzerine çokça yazı var. Kitap biterken Necatigil'in dünden bugüne konuşmaları mevcut. Hepi topu 104 sayfa olsa da gerek ilham gerekse poetik anlamda bolca malzeme görüyorsunuz, incelikle inşa edilen.
"Şiir bir çıkartmadır, uyuyan topraklara
uyumayışlardan."
"Şiir ısrarlı bir telkindir, ama tekin olmayabilir
bazı telkinler gibi."
"Şiir yazılamaz olunca mı anlaşılır nasıl yazılacağı?"
Şiirle uğraşın veya uğraşmayın. Bırakın hoca konuşsun, sonra siz nasıl olsa iyi şiiri daha iyi göreceksiniz ve belki de yazacaksınız.
"İki tür şair sevilmez: Ya sızlanan ya da
bitpazarında hurdacı dükkânı açmış."
Şiir hakkında her şeyi, şairinden okumak isteyenlere diyelim...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)