29 Mayıs 2012 Salı

Arayışın kitabı

Baudolino, zekası, yaratıcılığı ve uslanmaz yalancılığı olan bir çocuk. İtalyan’ın güneyindeki bir köyde yaşarken, atıyla o sırada savaş halinde olduğu italya’nın, bir kasabasının çevresinde gezen Alman imparatoru Friedrich Barbarossa’nın gözüne girer ve onun manevi oğlu olur. Yaşı biraz büyüdüğünde Baudolino’nun, imparatorun eşi, manevi annesi, Betarix’e aşık olması saraydaki yaşamını değiştirir ve asla ulaşamayacağı aşkından uzaklaşmak için babasını, Paris’te eğitim alması yönünde ikna eder. Zaten olaylar da Paris’te eğitim aldığı yıllarda başlar. İmparatorluğun başrahibinin, ölürken Baudolinoya, vasiyet ettiği Rahip Johannes’in kayıp krallığını bulması isteği, Baudolino büyüdükçe onunla büyür ve yaşamının anlamı olur. Paris’te kendisi gibi maceraperest birkaç arkadaşı ile İmparator Friedrich Barbarossayı 3.Haçlı seferi için ikna ederler. İmparator, kutsal şehir Kudüs’ü alacak; Baudolino ve dostları ise doğuya, kimsenin yerini tam olarak bilmediği, rahibin “Cennet Ülkesine” doğru yola çıkacaklardır.

Avrupa’nın içlerinden başlayıp Bizans surlarında devam eden ve Asya bozkırlarına kadar süren bu yolculuk, bir yolculuk olmaktan öte içinde barındırdıklarıyla başlı başına yaşamın kendisi aslında. Eco, bizlere anlattıklarıyla da bir anlamda tarihin resmi ve gayri resmi yönünü vurgular, “tarih nasıl oluştu?” sorusunu sordurur her birimize. Ortaçağ öncesi Avrupasında, papalık ile imparatorluklar arasındaki iktidar mücadelesiyle, aynı dönem Bizans İmparatorluğundaki taht mücadelelerini ve yağmalanan Kosntantinapolis’i anlatır.

Kitaptaki karakterlerin her biri yolculuğun başında bir hayal ile yola çıkar. Bir arayıştır onların bu yolculuğu. Abdül’ün, adına şiirler yazdığı ve bilinmeyen çok uzak diyarlarda yaşayan sevdiğinin orada olduğunu düşünmesi; Solomon’un on iki kayıp kabileyi orda bulacağına inanması; Baudolino’nun yeryüzü cenneti…

Kitap, bir arayış içindeki bu dostların serüvenlerini anlatırken, aynı zamanda değişimi de çaktırmadan kulağımıza fısıldar. Yıllarca süren yolculuk, her birini başlangıçtaki hallerinden daha farklı yapmıştır ve hepsi bu yolculuğun sonunda değişmiştir. Arayış, aranan şey bulunduğunda veya bulunamadığında oluşan bir boşluğu ima ederken, Umberto Eco, aslında insanın içindeki arayışın hep yenileneceğini, insanın kendisine her zaman ulaşacak bir hedef koyacağını da söylemekten geri durmaz.

Ozan Şen

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kaderini kim merak etmez ki?

Soluk soluğa okunan ve aynı şekildeki kurgusuyla okuru oturduğu yere mıhlayan bir kitaptır “Kader”.

Kanat Kitap tarafından Türkçe’ye değerli çevirmen Roza Hakmen sayesinde kazandırılan bu kitabı geçtiğimiz yıl Ayfer Tunç, “Edebiyatın Ölmediğini Kanıtlayan 5 Roman” arasında göstermişti. (Diğer 4 roman: Uwe Timm – Morenga / Milan Kundera – Ölümsüzlük / Vladimir Makanin – Underground / Arnon Grunberg – Tirza)

10 bölüm ve 232 sayfadan oluşan kitabın ilk cümlesi yazarın Thomas Bernhard hayranı olduğu ve nasıl bir kitapla karşı karşıya kaldığımız hakkında önemli bir ipucu içeriyor:

"İngiltere’ye döndükten üç ay kadar sonra, kitap halinde bir araya getirildiğinde saygın bir meslek hayatını bir şahasere dönüştürecek olan –itiraza katiyen yer bırakmayacak kadar kapsamlı ve nihai bir kitap yazmayı planlıyordum- malzemeyi toplamayı nihayet toparlamışken –tek can sıkıcı eksik, Andreotti’yle yapılacak röportajdı- tesadüf bu ya, Knightsbridge’de, Rembrandt Oteli’nin resepsiyonunda, bir bakıma hem bir alandaki başarılarımı hem de bir diğerindeki başarısızlıklarımı simgeleyen bir yerde durduğum sırada, oğlumun intihar ettiğini telefonla haber aldım."

Kader” deki kaos ortamı da bu ilk cümleden sonra başlıyor. Ancak yazarın bir anda yüklenmeyip de, beklete beklete, sindire sindire ilerlemesi heyecanımızın daha da uzamasını ve kitabın sonraki sayfalarını daha da merak etmemizi sağlıyor. Bu tarz hem zor ve uzun cümleler kurabilmek hem de bilinç akışı tekniğiyle yazılan (İngiliz gazeteci Chris Burton’ın kendi ağzından anlatılan hikâye) cümleler metnin akıcılığını güçlendirmekle beraber, kaliteli bir roman ve kaliteli bir çeviriyle karşı karşıya geldiğimizi ispatlıyor.

İyi bir okuyucunun istediği her özelliği sağlayabilen kitapların yazarı olmayı başarmış Tim Parks'ın “Kader”i bitince, "Europa”, “Sevgili Mimi”, “Mimi’nin Hayaleti” sırada sizleri bekleyen diğer Parks kitapları olacaktır.

Tuna Bahar

27 Mayıs 2012 Pazar

İki harf arasında mekik dokuyanlara

“..Sonra da hayatı boyunca kurmuş olduğu bütün hayalleri düşündü. İçlerinden sadece biri gerçek olmuştu. o da gerçekleşmemesi gerektiği için hayal olarak kurulmuştu. sadece hayalde kalacağı için kurmaya cesaret ettiği tek hayali gerçek olmuştu. Sonra başka bir şey düşündü: kim seçiyor acaba, dedi içinden. Hangi hayalin gerçek olacağını? O hayali kuran mı, yoksa o hayali kurduran mı?..”

AZ, Hakan Günday'ın son romanın adı. Aynı zamanda da müthiş bir kelime. Alfabenin başlangıç ve son harfi birleşiyor, ortaya “az” bir şeyler çıkıyor. Belki de içimizdeki tüm “çok”ları vurgulamak için...

Hayatımızdaki birçok şey küçük bir kelimeyle başlıyor. Bir işe başlarken, bir ilişkiye başlarken ya da veda ederken, yeni biriyle tanışırken yahut onay verirken ve reddederken. Tek kelimeyle çok anlamı ortaya koyabiliyoruz, iki harfle sonsuz ifade sunabiliyoruz. Adı küçük, kendi büyük bir roman AZ.

“Belki de az, çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de seni az tanıyorum demek, seni kendimden iyi biliyorum demektir. Belki de az, her şey demektir.”

Bu romanda A'dan Z'ye şiddetin her türlüsü mevcut. Aşkın, nefretin, çocukların, inancın, hırsın, hayatın ve daha nice şeyin öfkesi saklı sayfalarda.

Bir harften öteki harfe geçene kadar veya yan yana getirene kadar mekik dokuyan, kendini “az” ifade etmeyi seven ve çok anlaşılmak istenen ruhlara...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

24 Mayıs 2012 Perşembe

Çizik içinde kalmış hayatlara

“Annemi öldürdüm. Daha biraz önce.”

Bu iki cümleyle açılan romanda Şebnem İşigüzel 160 sayfaya küçük bir kızın, küçük bilgeliğini sığdırmış. İnsanın içini kanatan, kalbini sıkıştıran, okurken dahi yaşanan o haksızlıklara karşı elinizden kolunuzdan bir şey gelmediği ve gelemeyeceği için kendinize kızdığınız; hayatta ne çok kötülük var dediğiniz, iyi niyetli bir roman bu...

Kitap ilk çıktığında medyada epey yankı uyandırmıştı. Özellikle pedofiliyi işlemesi nedeniyle birçok kişi de Şebnem İşigüzel’i böyle hassas ve travmatik bir konuda kalem oynattığı için kutlamıştı. Nihayetinde Şebnem İşigüzel de dünkü çocuk değildir. Diskografisine baktığımızda bugün yeni baskıları yapılmaya devam eden 8 farklı kitabı olduğunu daha göreceksiniz. Küçük bir kız çocuğunun başına gelen ve kızı nevrotik bozukluklara kadar götürebilecek olan, insanın kanını donduran olayları arka arkaya sıralayan 1973 doğumlu, Antropoloji mezunu yazar aynı zamanda bir kız çocuğu annesidir de...

Küçük kız roman boyunca sizin inanamayacağınız kadar olgun, yazının başında dediğim gibi bilge ve erdemli konuşuyor. Dikkatli yazar kızın ağzından hemen ekliyor: “Bunları bana kalbim söyletiyor!”. Ne kadar trajik bir dünyada olursa olsun ağzından şu cümleler dökülüyor ve siz karamsar bir insan olduğunuz ve böyle bir cümleyi günlük hayatınızda kuramadığınız için kendinize kızıyorsunuz: “Ben bütün kalbimle mucizelere inanırım.

Birçok metafor, olay örgüsü, karakter analizi, sapkın kişilikler ustaca resmedilmiş romanda. İddialı, aforizma olabilecek bir cümleye raslamak bile neredeyse imkânsız. İşigüzel, kodu mu oturtan cümleler yazmak yerine, kodu mu oturtan bir kitap yazmış. Bu kitabın ya tamamının altını çizeceksiniz ya da hiçbir yerini çizmeyeceksiniz. Özellikle çizik içinde kalmış hayatlara iyi gelecektir bu roman. Yine de biz bir paragraf alıntılayalım ki, küçük kızın ve yazarın hayatı dolu dolu yaşamaya dair öngörülerini fark edelim.

“Ağlıyordum ama ağlamanın sırası değildi. Geceleri beni ısıtan ayı postunun onların eline geçmesini engellemeliydim. Gece uykumda donarak ölmemeli, hayatta kalmalı, yaşamalıydım. Yaşamalıydım çünkü ileride kirpiklerim kadar çok mutlu günlerim, yıllarım olacağını umut ediyordum.”

Tuna Bahar

Tarihçiyle tarihi yaşamak

"Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz."
Prof. Mark L. Stein

Halil İnalcık, sadece ülkemizin değil dünyanın yaşayan en büyük tarihçisi hiç şüphesiz. Böyle bir kıymetin değerini bilmek için hem eserlerini hem de kendisini iyi bilmemiz gerekiyor. Emine Çaykara'nın bu Nehir Söyleşi kitabından Halil İnalcık'ın hayatı süzülüyor. 

96 yaşında olan ve hala enerjisinden bir şeyler kaybetmeyip yazmaya, tarihi yaşatmaya ve hizmet etmeye devam eden Halil İnalcık hoca, "Şeyh-ül Müverrihin" yani "Tarihçilerin Şeyhi" kabul edilmektedir. Böyle bir şeyhle söyleşiyi ustalıkla yapan, kültürel donanımıyla tam yerinde sorular soran ve söyleşinin akıcılığını sağlayan Emine Çaykara'nın da hakkının teslim edilmesi gerekmektedir.

Bir İnalcık talebesi olan İlber Ortaylı, hoca hakkında şöyle diyor:

"Hoca, fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefilli metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago'dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni, "Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz" diye adeta haşlamıştır."

Bir tarihçiyle beraber tarihin tam içinde yüzmek istiyorsanız, bu kitap kütüphanenizin en özel yerinde yer almalıdır. Sonrasında hafta sonu keyfinizi taçlandırmalıdır. Okurken hissedeceğiniz en önemli şey ise, hedefine asılan bir insanın tarihe hiç çıkarılmayacak bir iz bırakabileceği olacaktır.

"Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar."

Tarihe tarihçinin hayatıyla bakmak ve tarihçiyle tarihi yaşamak isteyen ruhlara doyumsuz bir kültür yolculuğu önerisi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Rahatsız edilmek isteyenlere

Hollandalı yazar Arnon Grunberg’in ülkemizde kemik bir okuyucu kitlesi kazanmasını sağlayan romanının adıdır Tirza. İlk önce yazarımıza bakalım: 1971 Amsterdam doğumlu olan yazarımız liseden atılınca babasından şunu duymuş: “O zaman gider tren istasyonlarında ayakkabı boyarsın!”. Bunun üzerine şansını aktör olmaktan yana kullanmış, hiçbir konservatuvara kabul edilmeyince kendi yayınevini kurup “iyi edebiyat” basarak hiç satmayan kitaplar sayesinde(!) borca batmış. Bu süreçte garsonluk, kat temizleyiciliği, aşk mektubu yazıcılığı gibi işlerde çalışmış. Bunların dışında savaş muhabirliği yapıyor, “Acı Çekme Teknikleri” gibi ilginç konularda ders de veriyor. Kitapları bugün 20 dile çevrilmiş durumda. Türkçede ise yine Alef Yayınevi’nden çıkan “Yahudi Mesih” ve İş - Kültür Yayınları’ndan çıkan ve artık bulunamayan “Hayalet Acı” kitapları bulunuyor.

Kira”, “Kurban” ve “Çöl” adlı üç bölümden oluşan 483 sayfalık “Tirza”, romanın üstünden anlatıldığı karakter olan editör Jörgen Hofmeester’ın, kızı Tirza’nın Afrika yolculuğu öncesi vereceği partiye ton balığı kesmesiyle başlıyor. Beyaz orta sınıf Avrupalı bir ailenin günlük ve içsel yaşantılarının anlatıldığı satırlar bir süre sonra esasında yazarın orta sınıf Avrupalılara ilişkin çok ciddi açıklamalarıyla uygulamalı bir şekilde sürüp gidiyor.

Jörgen Hofmeester, kendisinin yapamadığı her şeyi ve kendisinin iyi olamadığı her konuyu kızı Tirza’dan bekleyerek, onun ipi göğüslemesini istiyor. Evlerine giren çıkan onca erkekten hiç rahatsız değilmiş gibi görünen, için için kızını herkesten ve her şeyden kıskanan bir baba figürü olarak karşımıza çıkıyor. Sayfaları çevirdikçe Jörgen Hofmeester’ın Avrupalı evine çoktan girmiş olduğunuzu fark ediyorsunuz. Herkesin özgürce ve bağımsız bir şekilde kendi kararlarını verebildiği bir evdir burası. Ancak aile bireylerinin yaptıkları seçimlerinin sonucunu da satır satır okuyacağınız için “Avrupalılar göz göre göre birbirini mi kandırmaya çalışıyor acaba?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Yazarın bir başarısı da şudur ki, yazdığı her satırın “gerçeklik” kapsamında hakkını veriyor ve ister istemez “Böyle olaylar, bu tarz davranışlar bizde olsa ne olurdu acaba?” sorusu beyninizi meşgul ediyor. Çünkü romandaki olaylar öyle yenilip yutulacak cinsten değil, Tirza’nın erkeklerle ilişkisini ve babasının bunların neredeyse hepsine şahit olmasını okuduktan sonra “Bizim babalar kesin katil olur!” diyorsunuz. Romanın birkaç yerinde Jörgen’in bir zamanlar henüz 12 yaşında olan kızına Tolstoy ve Dostoyevski okuduğunu öğrenince de yazarın “Okuru anında inandırmasını” normal buluyorsunuz.

TirzaAyfer Tunç’a göre de, 21. Yüz yılın ilk klasiğidir. Yurt dışında ilk basımı 2006’da yapılmıştır. 11 Eylül İkiz Kule olaylarının üzerinden henüz 5 yıl geçmiştir, Tirza’nın Afrika’ya birlikte gideceği erkek arkadaşı fevkalade derece 11 Eylül saldırılarını düzenleyenler arasında bulunan Muhammet Atta’ya benzemektedir ya da Jörgen’e böyle görünmektedir. Peki bunu Tirza niye görememektedir?

Kitaptaki her bir cümle, her bir anlatı ve açıklama uyumlu bir bütünlüğü sağladığı için alıntı yapmıyorum. Sonuç olarak “Tirza” içerisi ve dışarısıyla rahatsız edici bir romandır. Ve belki de bu yüzden “rahatsız olmak isteyenlere” önerilmelidir.

Tuna Bahar

Kalp sadece yaşamak için atmaz

"Acılar olmadan yazılabilir mi. Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu."

İşte Tezer Özlü'yü ve eserlerini ortaya koyan cümle. Kitabın içinden. Yani Tezer Özlü'nün kaleminden. "Yaşamın Ucuna Yolculuk" bir anlatı kitabı. Hayata yazarının kaleminden değil, direkt kalbinden bakmamızı sağlayan bir kitap.

Sadece yollar değil. Her tanıdığımız insan, her düşündüğümüz olay, her edindiğimiz tecrübe, her kazancımız ve her kaybımız aslında birer yolculuk. Bu yolculuklara Tezer Özlü ağır bir biçimde "acı" gözle bakıyor. Bu bakışlarında hem Cesare Pavese'nin koluna giriyor hem de bize Oğuz Atay'dan selam getiriyor.

"- Çok kötümser bir yazardı, diyor.
- Yazın kötümserlikten doğar, diyorum."

Peki bu yolculuk kimler için? Aslında tüm insanlar için. Çünkü "Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir.". Duygu, insana aittir. Dolayısıyla kitabı belli ruhlara değil, tüm kalbi olan ve duygu nedir bilen herkese öneriyorum. Kalbiyle yaşayan, kalbinin yaşamaktan başka işe yaradığına da inanan, kalbinin ve onda saklı olan her şeyin kabulünde olan her ruh bu kitabı okumalı. İyimser olan da kötümser olan da okumalı. Kurtulmak isteyen de kendini kaybetmek isteyen de okumalı.

"Dünya nasıl olması gerekiyorsa, öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz."

Acı gerçek dolu bir yolculuk. Tek biletiniz var, üzerinde de acı yazıyor. Acı duymuyor musunuz? Kalbinizin varlığından şüphe etseniz iyi edersiniz. Hem de bir an önce. Ya da siz en iyisi şüphe etmeyi de bırakın, bu kitabı okuyun.

Yağız Gönüler