20 Nisan 2012 Cuma
Tuhaf olduğunu düşünenlere
Leylâ Erbil’in şüphesiz birçok özelliği var. En belirgin olup da öne çıkanları ise bana göre:
1) Üzerine yazı yazılmasının en zor olduğu yazarımızdır / değerimizdir.
2) Onun zihinsel özgürlüğü, neredeyse ezberlediğimiz edebiyat sınırlarını deler geçer, ortaya kimseyi daha önce düşün(e)mediği cümle yapıları ve düşünceler koyar.
3) Bayağılaşmamıştır. Anlaşılmak ya da çok satmak için kimseyle iş birliği yapmamıştır. Kendi sanatından tabir-i caizse “sert kalıp, taviz vermemiştir”.
Hemen her alanda erkek egemenliğinin gözümüze girdiği bir ortamda, savunmasız bir kadın olarak edebiyat ortamlarına girmiştir. Birçok sanatçı (!) arkadaşını eleştirmiştir. Ortalarda çok az görünmüştür. Lafını esirgememiştir. Erkeğim diye geçinen erkeklerin arasında daha delikanlı davranmıştır dersem hiç de yanlış birşey demiş olmam.
Leylâ Erbil, gayet sade cümlelerle hepimizin ruhunda bulunan yaralara gelir tuz basar.
Leylâ Erbil, ülkemiz PEN merkezi tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk kadın yazardır. “Tuhaf Bir Kadın” romanı ülkemizde türünün neredeyse son örneklerindendir. Tuhaf Bir Kadın’ın ilk çıktığı dönemlerde bir hikâye kitabı sanılması içindeki farklı metinlerin biraraya gelmesindendir. Bu aslında bir romandır; ancak romanını “bitirmemesi” de gözümüzden kaçmamaktadır. Mustafa Suphi’nin kaderiyle ilgili bilgileri, sanatı aracılığıyla okuyucularına ulaştırır. Kitabın her bir baskısında “Mustafa Suphi’yle ilgili eklenecek yeni belgelere rastlamadım. Gözümden kaçanlar varsa okurlarımdan özür dilerim” notunu düşürmüştür. Bütün kitapları “Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır” cümlesiyle başlar. Aşağıdaki alıntı kitaptaki kadın yazar adayının Sait Faik’le (kastedilen üstad) bir konuşmasıdır.
“Ne kanı bu anlamadım?” dedi, gözlerini kırpıştırarak. Ben de anlaşılmasın diye öyle soyut yazmıştım şiiri. Doğrusunu söyleyemedim ona tabii, “Savaş korkusunu simgeliyorum,” dedim. “Ellerine sağlık, pek güzel yazmışsın ama, şair olabilmek için daha çok küçüksün. Bunları birkaç ay beklet; yeniden oku bakalım. Ben sana kitap getireceğim yarın, Lambo’ya, onları da oku…” Kibarlık ediyordu ama beğenmemişti işte. Kim bilir nasıl da alay etti için için. “Hiç durmadan yaz, yaz yaz at bir köşeye, arkasını bırakma yazmanın.” İşte benim tek sığındığım, tek avunduğum şiirlerden de umudum kesildi artık. Yaşamanın anlamı ne olacak artık, ölebilirim artık.
Lambo’ya uğradım, kitapları aldım. Kendisi yoktu. Bu kitapların da hepsini okumuştum ben. Nasıl mutsuzum!…"
Tuna Bahar
19 Nisan 2012 Perşembe
Kelimelerin gücü adına
"Canımın içi böyle şeyler yalnızca romanlarda olur."
Cüneyt Arkın, Sıkı Dur Geliyorum, 1964.
Çekici bir kapak, itici bir giriş sayfası, birbirinden acayip karakterler, kavgacı bir kurgu, sarsıcı aksiyon, iz bırakan cümleler. İsmi gibi bir o kadar tuhaf bir o kadar da muhteşem bir roman Dublörün Dilemması. Kitabı okumaya başladığınız anda, sanki cümlelerin peşinden atlı kovalıyormuş gibi hissedebilirsiniz. 2005 yılında İletişim Yayınları tarafından basılan bu Murat Menteş romanı, satışa çıktığı ilk günlerden itibaren büyük ilgi görmüştü. Zira okuyucuların kendilerinden birşeyler bulabileceği cümlelerden çok, altını çizip bir kenara not alabilecekleri belki yüzlerce cümle ve hatta paragraf var bu romanda. Birkaçını peşpeşe paylaşmakta fayda görüyorum.
"Araba, kafası kesik bir kuğu gibi akarak sessizce durdu."
"İnananlar için her çağda bir Nuh'un Gemisi vardır."
"Hayatının geri kalanını birisiyle birlikte geçirmek istediğini anladığın zaman, hayatının geri kalanının bir an önce başlamasını istersin."
"Zira ilk an ne kadar kalıcıysa, masumiyet de o kadar kalıcıdır."
"Allah'ın razı olduğu kişiye tufan bile sığınaktır."
Romandaki karakter isimlerine bakmakta da fayda var: Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Rıza Silahlıpoda, Umur Samaz, Su Samaz, Habip Hobo, Ferruh Ferman, Dilara Dilemma... Çayırda çimende, otobüs durağında, dersin ortasında "sesli gülmek" için her türlü donanıma sahip bir roman. Ruh sağlığınıza epey iyi gelecek.
"Orhan Gencebay çalarken arabadan inilmez kaptan."
"- Kaç yaşındasınız?
- On sekiz.
- Hmmm. On sekiz... Dilimizdeki en güzel kelime.
- İnsanlarla hep böyle mi konuşursunuz?
- Evet. Biri Shakespeare'le aynı gezegende yaşadığımızı hatırlamalı."
Hepimizin kahkahaya ve bol miktarda şaşırmaya ihtiyacı olduğu dönemler vardır. İşte bu dönemde, "kelimelerin gücü adına!" diye bağıra bağıra, gülmekten sancılanarak ve yolda yürürken bile okunmak istenen bir roman Dublörün Dilemması. Türkçe, dublajsız ve olağanüstü.
Yağız Gönüler
Cüneyt Arkın, Sıkı Dur Geliyorum, 1964.
Çekici bir kapak, itici bir giriş sayfası, birbirinden acayip karakterler, kavgacı bir kurgu, sarsıcı aksiyon, iz bırakan cümleler. İsmi gibi bir o kadar tuhaf bir o kadar da muhteşem bir roman Dublörün Dilemması. Kitabı okumaya başladığınız anda, sanki cümlelerin peşinden atlı kovalıyormuş gibi hissedebilirsiniz. 2005 yılında İletişim Yayınları tarafından basılan bu Murat Menteş romanı, satışa çıktığı ilk günlerden itibaren büyük ilgi görmüştü. Zira okuyucuların kendilerinden birşeyler bulabileceği cümlelerden çok, altını çizip bir kenara not alabilecekleri belki yüzlerce cümle ve hatta paragraf var bu romanda. Birkaçını peşpeşe paylaşmakta fayda görüyorum.
"Araba, kafası kesik bir kuğu gibi akarak sessizce durdu."
"İnananlar için her çağda bir Nuh'un Gemisi vardır."
"Hayatının geri kalanını birisiyle birlikte geçirmek istediğini anladığın zaman, hayatının geri kalanının bir an önce başlamasını istersin."
"Zira ilk an ne kadar kalıcıysa, masumiyet de o kadar kalıcıdır."
"Allah'ın razı olduğu kişiye tufan bile sığınaktır."
Romandaki karakter isimlerine bakmakta da fayda var: Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Rıza Silahlıpoda, Umur Samaz, Su Samaz, Habip Hobo, Ferruh Ferman, Dilara Dilemma... Çayırda çimende, otobüs durağında, dersin ortasında "sesli gülmek" için her türlü donanıma sahip bir roman. Ruh sağlığınıza epey iyi gelecek.
"Orhan Gencebay çalarken arabadan inilmez kaptan."
"- Kaç yaşındasınız?
- On sekiz.
- Hmmm. On sekiz... Dilimizdeki en güzel kelime.
- İnsanlarla hep böyle mi konuşursunuz?
- Evet. Biri Shakespeare'le aynı gezegende yaşadığımızı hatırlamalı."
Hepimizin kahkahaya ve bol miktarda şaşırmaya ihtiyacı olduğu dönemler vardır. İşte bu dönemde, "kelimelerin gücü adına!" diye bağıra bağıra, gülmekten sancılanarak ve yolda yürürken bile okunmak istenen bir roman Dublörün Dilemması. Türkçe, dublajsız ve olağanüstü.
Yağız Gönüler
Nabokov’un gözünden görmek
Vladimir Nabokov’un hemen hemen bütün kitapları hikaye anlatımına dayalı ve bilinçli bir şekilde kurgunun düzensizliğini içerir. Nabakov’un anlatımının sinema diline yatkınlığı ve bazı kitaplarının filme çekilmiş olmasının sebebi de bu. Daha çok "Lolita" ve "Lujin Savunması" kitaplarıyla tanınan yazarın bu eserlerden önce kaleme aldığı "Göz", yazarın daha sonraki sanatının habercisi gibi.
Hikaye başkahramanın çalıştığı ve özel eğitmenlik yaptığı evde, hiç tanımadığı biri tarafından saldırıya uğraması ile başlıyor. Karşılık veremeyecek kadar naif karakterli kahraman, saldırıya uğradığı evden çıkıyor, hafif bir hayat sorgulaması sonunda, intihar etmeye karar veriyor. Ve ediyor ya da etmiyor mu? Karakter ölü bir şekilde kendi hayatını dışardan izlemeye devam etmekte midir, yoksa gerçekten yaşıyor mudur? Yetmişyedi sayfa gibi kısacık bir aralığa yerleştirilmiş bir sorunun belirsizliği sayfalar boyunca akıp gidiyor. Kitaptaki anlatım açısından seçilmiş teknik yenilik detayına da kısaca değinmek gerekiyor. Hikaye birinci ağızdan ve üçüncü ağızdan iki ayrı biçimde art arda geçişerle yazılmış. Ölü mü canlı mı olduğu bilinmeyen bir karakterin gizemini korumak adına kullanılan bu yöntem yazıldığı dönem için büyük bir yenilik. İlginç bir hikaye kurgusu ve hayal gücü. Karşısına oturup bir süre sadece içine içine bakmanızı isteyen bir göz, Nabokov’un "Göz"ü...
"Yine de mutluyum. Evet mutluyum. Yemin ederim, yemin ederim mutluyum. Bu dünyadaki tek mutluluğun gözlemlemek, gözetlemek, izlemek, kendini ve başkalarını irdelemek, büyük biraz camımsı, biraz kanlı kırpışmayan bir göz olmak olduğunu idrak ettim." (Kitabın son sayfasından.)
Özgür Kayım
11 Nisan 2012 Çarşamba
Hata yapmaktan korkmayanlara
“Beni siz yaptınız.
Ben olmam gerektiği gibi değil, olduğum gibi konuşacağım.”
Tipik bir
bildungsroman (çocukluk-gençlik-erişkinlik) kahramanının uyumsuz, doyumsuz ve
araştırıcı kişisinin içinde bulunduğu gerçekleri ve yaşamı sorgular James Joyce
“Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”nde. Bir bireyin oluşum ve gelişimini
çocukluğundan başlayarak anlatır. Bebekliği ile ilgili bulanık anılardan yola
çıkar, İrlanda’daki Katolik eğitim süzgecinden geçişini, bir birey olarak
bağımsızlığını kazanma mücadelesi izler ve sonunda bir sanatçı olarak kimliğini
oluşturma sürecine şahit oluruz. Hikâye Joyce’un gelişimine koşuttur ama
otobiyografi olmaktan kurtulmuştur. Bireysel ve sanatsal gelişimin özgün bir
öyküsüdür. Sanatçılığı oluşturan koşulları buluruz.
Kahramanımız Stephen bir farklılık, uzakta kalma ve
katılamama halindedir. Zihninin hep kozmosa yönelen tuhaf bir arayışı vardır.
Stephan’daki bu durum Joyce’da da yerelden evrensele varan bir tutum
halindedir.
“Yavaş ve karanlık
olur ruhun doğuşu, bedenin doğuşundan daha gizemlidir.”
“Canım saçmalamak
istiyor ve bunu engellemeye hiç de niyetim yok!”
Bilinçakışı yönteminin retorik olarak uygulandığı ilk
metindir. Olaylar Stephen’ın hatırladığı sırayla verilir. Bebeklik, aile
ilişkileri, okul yılları, din kaygıları, ilk cinsellik, ilk aşk, sanatçılık,
yaratıcılık dürtüleri ve yazar olma kararı...
Dublin ve İrlanda papaz boyunduruğu bir sanatçıya yaşama
olanağı tanımaz. Özgür düşünceye baskı vardır. Stephen’ın sürgünlüğü seçeneksiz
bir tercihtir. “Gitmem gerekiyor.”.
Hayat ve sanat tarzını bulmak için gitmesi gerekmektedir. Yaşama farklı bakış,
çevresini herkesten farklı algılayış, farklı davranış ve seçimler, yalnız
başınalık, sanatçı-yazar kişiliği daha çocukluk yaşlarda kendini gösterir.
Joyce da hayat gibi sapmalı bir yazı tekniğine sahiptir.
Aşırı gerçekçi olma isteğindedir. Romanı toplumsal töre ve yaşamın aynası
olmaktan çıkarır. Kopuk, bitmeyen, devrik cümlelere ve kutsal kitaptan
alıntılara sıkça yer verir. Katolik kilisesine, papazların devlet yönetimindeki
etkisine ve dil baskısına bolca eleştiri getirir. Özgürleşme isteği metnin
baskın öğesidir.
“Hata yapmaktan
korkmuyorum!”
Hata yapmaktan korkmuyorsanız, Dublin sokaklarının
kahverengi melankolisinde dolaşmalısınız.
Ahu Akkaya
9 Nisan 2012 Pazartesi
Kültürel bir inceleme yapmak isteyenlere
1993'te yayımlanan ve Cemil Meriç'in yayınlanmış son kitabı olan Sosyoloji Notları'nda yazan değil konuşan bir Cemil Meriç var. Kitap onun 1965'ten 1969'a kadar İstanbul Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğrencileri ile yaptığı derslerle, 1974'de emekliye ayrıldıktan sonraki dönemde verdiği bir kaç konferans metninden ve bazı sohbet notlarından oluşmakta.
Politika, sosyoloji ve felsefe ağırlıklı bu notlarda o dönemin düşünce sistemlerine, yazarlarına, aralarındaki etkileşimlere Cemil Meriç'in kültür perpektifinden bakıyoruz. İdealizmden Materyalizm'e, anarşi ve anarşizim, lügatlar ve Oryantalizm'e kadar geniş bir perspektif. "İnsanlığın to be si or not to be"sinde dolaşıyoruz.
Cemil Meriç düşünceleri birbirine bağlayarak oluşturduğu bir ipin üzerinde yürümeye çalışıyor gibi. Cemil Meriç'i biraz tanıyanlar için bu yürüyüşün karanlıkta yapıldığını düşünmek zor değil. Bazen her konuda tarafsız, bazen de hepsinin aynı anda tarafı olmaya çalışarak... Arayış ve bütüne ulaşma çabası... Didaktik olmadan, öğretici olmak.
Bir solukta okuyup bitirebileceğiniz ya da bitirdiğinizde soluğunuzu kesecek bir kitap değil. Yavaş yavaş yapılması gereken kültürel bir inceleme gibi.
Özgür Kayım
Politika, sosyoloji ve felsefe ağırlıklı bu notlarda o dönemin düşünce sistemlerine, yazarlarına, aralarındaki etkileşimlere Cemil Meriç'in kültür perpektifinden bakıyoruz. İdealizmden Materyalizm'e, anarşi ve anarşizim, lügatlar ve Oryantalizm'e kadar geniş bir perspektif. "İnsanlığın to be si or not to be"sinde dolaşıyoruz.
Cemil Meriç düşünceleri birbirine bağlayarak oluşturduğu bir ipin üzerinde yürümeye çalışıyor gibi. Cemil Meriç'i biraz tanıyanlar için bu yürüyüşün karanlıkta yapıldığını düşünmek zor değil. Bazen her konuda tarafsız, bazen de hepsinin aynı anda tarafı olmaya çalışarak... Arayış ve bütüne ulaşma çabası... Didaktik olmadan, öğretici olmak.
Bir solukta okuyup bitirebileceğiniz ya da bitirdiğinizde soluğunuzu kesecek bir kitap değil. Yavaş yavaş yapılması gereken kültürel bir inceleme gibi.
Özgür Kayım
3 Nisan 2012 Salı
Ümitvarolanlara
Didem Madak, benim ayna niyetine okuduğum şairlerden. Satır aralarında hiç zorluk çekmeden, bir tereyağının üstünde kayak yapar gibi dolaşıyor, onun kaleminden pul pul dökülen şiirleri her okuduğumda çok ayrı gezegenlere göç ediyorum. Pulbiber Mahallesi’nde 90 sayfacığa kocaman bir kızın kalbini sığdıran Madak, sanki benim için seçip dans ettiriyor tüm kelimeleri diyorum, okuyup da büyülenmemek mümkün değil..
Bu hafta bekleyişlerle, sessizlikle, uykusuzlukla geçen, kahve kokularının özlem buğularına karıştığı bir haftaydı benim için. Ruh halime yoldaş oldu Pulbiber Mahallesi.. Anlatmadan geçemezdim "Şiir şiir olalı böyle şiirsizlik görmemişti.." diye sessiz sessiz inleyen bu kadını..
Pulbiber Mahallesi’ne müptela olduğum ilk zamanlardı, kitabı otobüste bile yanımdan ayırmıyor olmam annemin dikkatini çekmişti ki, merak edip birkaç soru sordu bana bu incecik ve bir o kadar sırlı kitapta ne bulduğum hakkında. Durur muyum, hemen içinden beni derinden etkileyen bir iki şiiri anneme okudum. "Şiir ithafkarı oldum" kendi kendime.. Derin bir iç çekerek söylediği tek şey "Çok.. yoğun kelimeler bunlar kızım.."dı.
Evet, dedim. Ama varsın yoğun olsun, zaten hayatı öyle yüzeysel yaşıyoruz ki. Ne çabuk büyüdük farkında mısın? Büyü mü yaptılar bize? Eğer gerçekten, hayat bu kadar keskin bir belirsizlikle sunulmak zorundaysa huzurlarımıza, bu rüzgara karşı ancak bunları okuyarak durabiliriz, ve o huzuru ancak bu kadar derin satırlarda bulabiliriz, dedim.
Kitapla her göz göze gelişimde "İyi ki yazmışsın be Didem abla.." diye heveslenerek elime alıp birkaç sayfa çevirmemle beraber, karşıma "Bu kitap, ısrar üzerine yazılmıştır.." cümlesinin çıkıyor ve ucu yanık iç çekişler gelip oturuyor gülüşümün tüm kıvrımlarına.. Ne yani, ısrar edilmese okuyamayacak mıydım hiç, şairin Pulbiber Mahallesi’nden Füsun’a "Kelimelerin tadına bakıyorum. Zehrinden korktuğum acı kelimeler yutuyorum yanlışlıkla.." diye sitem ettiği "Büyümüş Çocuk Şiiri"ni mesela? Ya da konuşamayacak mıydım hiç Leman’la, Bay Keltoş’la, Burcu’yla, mahallenin albino kedileri Miss Marple ve Zeyna’yla..
"Bu son derece acıklı durum için ne yapabiliriz Zeyna?
Elleri Titreyen Türkan Şoray için ne yapabiliriz?
Leğende çırpınıp duran balıklar için?
Ay böyle tencere kapağı gibi yuvarlanırken sokakta
Ortalığa çeki düzen verecek bir kadın lazım
Önce acısını almak,
Şerit şerit soymak, sonra bekletmek biraz tuzlu suda..
Kara sularını akıtmak lazım.
Bunlar bizim tariflerimiz, mahallemizin
Kim koklasa hayat pişirmiş bu kızları der.
Dünyaya bir kadının eli değse Zeyna!
Şöyle ağır bir halı gibi çırpılsa
Tozlar havalansa.."
Dünyanın değişmesini umut ederken bile dünyamı değiştiren bu şiir kitabı, senin de cümlelerin o ayrı havasından fark ettiğin gibi, bildiğimiz şiir kitaplarından ‘biraz’ farklı. Her kelimenin ayrı ayrı ruhu var bu kitapta, her kelime ayrı ayrı oklarla saplanıyor yüreğinin tam onikisine. Herkesin kaldıracağı, herkesin ilk okuyuşta anlayacağı sözcükler seçmemiş Madak. İçinden hüzün yüklü trenler geçmeyen, gökyüzüne ve havalanan kuşlara uzun uzun bakamayan, kedilere ekmek kırıntıları verirken gülümseyemeyen birinin hoşuna gitmeyecektir bu kitap. Zaten ithafta da bariz bir şekilde muhatabına seslenmiş şair: "Ümitvarolanlara" diyerek. Ve mahalleye dahil etmiş acısı büyük olanları, dilinde tutuklama olup da o pası şiirle ovan tüm çocukları, yaşlıları, erkekleri, kızları..
Hilal Yıldırım
twitter.com/caydemleyelim
Bu hafta bekleyişlerle, sessizlikle, uykusuzlukla geçen, kahve kokularının özlem buğularına karıştığı bir haftaydı benim için. Ruh halime yoldaş oldu Pulbiber Mahallesi.. Anlatmadan geçemezdim "Şiir şiir olalı böyle şiirsizlik görmemişti.." diye sessiz sessiz inleyen bu kadını..
Pulbiber Mahallesi’ne müptela olduğum ilk zamanlardı, kitabı otobüste bile yanımdan ayırmıyor olmam annemin dikkatini çekmişti ki, merak edip birkaç soru sordu bana bu incecik ve bir o kadar sırlı kitapta ne bulduğum hakkında. Durur muyum, hemen içinden beni derinden etkileyen bir iki şiiri anneme okudum. "Şiir ithafkarı oldum" kendi kendime.. Derin bir iç çekerek söylediği tek şey "Çok.. yoğun kelimeler bunlar kızım.."dı.
Evet, dedim. Ama varsın yoğun olsun, zaten hayatı öyle yüzeysel yaşıyoruz ki. Ne çabuk büyüdük farkında mısın? Büyü mü yaptılar bize? Eğer gerçekten, hayat bu kadar keskin bir belirsizlikle sunulmak zorundaysa huzurlarımıza, bu rüzgara karşı ancak bunları okuyarak durabiliriz, ve o huzuru ancak bu kadar derin satırlarda bulabiliriz, dedim.
Kitapla her göz göze gelişimde "İyi ki yazmışsın be Didem abla.." diye heveslenerek elime alıp birkaç sayfa çevirmemle beraber, karşıma "Bu kitap, ısrar üzerine yazılmıştır.." cümlesinin çıkıyor ve ucu yanık iç çekişler gelip oturuyor gülüşümün tüm kıvrımlarına.. Ne yani, ısrar edilmese okuyamayacak mıydım hiç, şairin Pulbiber Mahallesi’nden Füsun’a "Kelimelerin tadına bakıyorum. Zehrinden korktuğum acı kelimeler yutuyorum yanlışlıkla.." diye sitem ettiği "Büyümüş Çocuk Şiiri"ni mesela? Ya da konuşamayacak mıydım hiç Leman’la, Bay Keltoş’la, Burcu’yla, mahallenin albino kedileri Miss Marple ve Zeyna’yla..
"Bu son derece acıklı durum için ne yapabiliriz Zeyna?
Elleri Titreyen Türkan Şoray için ne yapabiliriz?
Leğende çırpınıp duran balıklar için?
Ay böyle tencere kapağı gibi yuvarlanırken sokakta
Ortalığa çeki düzen verecek bir kadın lazım
Önce acısını almak,
Şerit şerit soymak, sonra bekletmek biraz tuzlu suda..
Kara sularını akıtmak lazım.
Bunlar bizim tariflerimiz, mahallemizin
Kim koklasa hayat pişirmiş bu kızları der.
Dünyaya bir kadının eli değse Zeyna!
Şöyle ağır bir halı gibi çırpılsa
Tozlar havalansa.."
Dünyanın değişmesini umut ederken bile dünyamı değiştiren bu şiir kitabı, senin de cümlelerin o ayrı havasından fark ettiğin gibi, bildiğimiz şiir kitaplarından ‘biraz’ farklı. Her kelimenin ayrı ayrı ruhu var bu kitapta, her kelime ayrı ayrı oklarla saplanıyor yüreğinin tam onikisine. Herkesin kaldıracağı, herkesin ilk okuyuşta anlayacağı sözcükler seçmemiş Madak. İçinden hüzün yüklü trenler geçmeyen, gökyüzüne ve havalanan kuşlara uzun uzun bakamayan, kedilere ekmek kırıntıları verirken gülümseyemeyen birinin hoşuna gitmeyecektir bu kitap. Zaten ithafta da bariz bir şekilde muhatabına seslenmiş şair: "Ümitvarolanlara" diyerek. Ve mahalleye dahil etmiş acısı büyük olanları, dilinde tutuklama olup da o pası şiirle ovan tüm çocukları, yaşlıları, erkekleri, kızları..
Hilal Yıldırım
twitter.com/caydemleyelim
1 Nisan 2012 Pazar
Yaşadıklarımız birer zaman kaybı mı?
Adı: Tender Branson
Görevi: Yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda
ölmek.
Branson hepimiz gibi bir misyoner. Tek farkı onun Creedish
mezhebi tarafından dünyaya yollanması. Bizse mutluluğun, mutsuzluğun, aşkın,
nefretin misyonerleriyiz. Dünya bir bataklık, biz de onu karnavala dönüştürmek
için elimizden geleni yapıyor, çoğu zaman da başarısız oluyoruz. Başarısızlıktan
kurtulmak adına da sürekli tüketiyoruz.
Chuck Palahniuk’un Dövüş Kulübü’nden sonra yazdığı kitap olan Gösteri Peygamberi tam da içinde bulunduğumuz, tüketim toplumuna, reklam ve televizyonun da katkılarıyla hazırlanan şov dünyasına ithaf edilmiş güzel bir eleştiri. “Yolunda gitmeyen her şeyin hikâyesi.”
Hepimiz yalnız ölmemek adına kıyametin kopması için
elimizden geleni yapıyoruz. Elimizde avucumuzda ne varsa hızlıca tüketiyoruz. Aşklarımız
da nefretimiz de kısa ömürlü, kendi kendini bile kavurmuyor. Palahniuk romanı
1999’da yazmış olsa da aslında tam da bugünün romanı.
Siz de bu gösteri ve tüketim dünyasında kendinize bir yer edinmiş olduğunuz halde yaptığınızın aslında bir zaman kaybı olduğunu düşünüyorsanız Palahniuk’a kulak verin. Belki de hiçbir şey için geç kalmamışsınızdır.
Ümran Kio
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)