"Geceyi en önde aşan, sahici ölüme ne dersin?"
- Kaan İnce
Bu kitabı bir türlü okuyamadım. İsmini çok duymuştum ama vakit bulamadım. "Tol"un ne anlama geldiğini de biliyordum ama unuttum. En yakın zamanda okumam gerektiğini biliyorum. Arkadaşlarım önermişti ama koşturuyorum, ekmek parası derdi yoruyor beni. Tüm bunlardan en azından birini söylediğinizi duydum. İyi yoldasınız, en azından kitabı öyle veya böyle bir şekilde duymuşsunuz. Geriye sadece okumanız kalmış. Bu da sanırım yolun tamamı. Murat Uyurkulak'tan kinci, nefretçi ve öfkeli bir roman. "Zuhaha" değil, Tol.
"Ve sıkıntı öldürüyor. Acı ve öfke değil, sıkıntı öldürüyor. Çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. Sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. (...) Sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. Sıkıntı plan program demek çünkü. Acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa. Ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. Sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. Sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. Acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. Sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. Acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor."
Murat Uyurkulak'ın 2002'de yayınlanan bu ilk romanı Almanca ve Fransızca'ya çevrildi. "Ne olmuş çevrildiyse?" diyorsanız, bugüne kadar "yalandan çevrilen" kitaplardan sıkılmışsınız veya inancınızı kaybetmişsiniz demektir. Çok açık şekilde söylüyorum ki "Tol", kurgu olarak "en iyi" diyebileceğim 10 Türk romanından biri. Yalanım varsa bütün doğrular gözlüğümün camını kırsın.
"Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. “Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!” diye bağıracaktın."
Radikal Kitap'ın 10.yıl özel sayısında haklı olarak ve açık ara farkla 2000'lerin en iyi romanı seçilen Tol, varoluşuna bile öfke duyan ruhlara iyi gelebilir. O kadar iyi. İnanın. Romanda okuyucuyu en çok etkilemesi gereken, içinde sakladığı gizemde aslında hayatımızın en acı taraflarının olması. Gerek siyasi, gerek hayati.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
29 Kasım 2012 Perşembe
25 Kasım 2012 Pazar
Bir kadının iç dünyasındaki fırtınalar
"Hayat biraz da çalıntı anlarla yaşanır halde gelmiyor mu?.."
Gençlik yıllarında yaşadığı bir aşkın içinde açtığı derin yara ve boşlukla orta yaşlarını süren Ulya'nın, bu boşluğu sanatla dolduruşunun hikâyesidir Taş ve Ten. Hem taşa ve hem de tene (kendine) derin bir bakış yönelterek ne yapacağını hiç bilememenin kuytularında gezinir kahramanımız Ulya. Zamanın, bu iki olgu üzerinde biriktirdikleriyle olgunluk çağına varır ama aslında o kalbi kırık, şüpheci, güveni yerle bir edilmiş küçük kız olmaktan kurtulamamıştır.
"Bir zamanlar aşkın insanı çoğalttığına inanmıştım. Sonra sanat bu duygunun saflığının, tutkudan başka hiçbir şeye yakın durmamaya, varsayım ve beklentiden uzak kalabilmeye bağlı olduğunu öğretti."
Tutkudan uzak, dostluğun ağır bastığı bir ilişkide huzurlu ve sakin yıllar geçiren Ulya'nın duyguları mesleği (heykeltraşlık) gereği çıktığı bir yurtdışı gezisiyle altüst olacaktır. Bu gezide evinde misafir olduğu, kendisinden yaşça küçük olan Sina, Ulya'yı yıllar öncesinde bıraktığı acı dolu aşka ve yoğun tutkulara geri döndürür. Yarım kalmış bir aşkı yıllar sonra benzer konumunda bir adamla yeniden yaşar gibidir. Dört günlük bu kısa tanışıklığın son gecesinde birbirlerine içlerini açar, geçmişin ağıdını yakarlar.
"İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak. Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyirci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne büyük yalnızlık!"
Tarihsel ve coğrafi arka planıyla zamana direnmenin anlatımıdır Taş ve Ten. Unutmak asla yoktur. Kadını, kadın düşünce ve duygularını içerden, ama bir o kadar da objektif bir gözle, antifeminist bir tavırla dile getirerek Türk romanında kendine önemli bir yer edinen İnci Aral, bu romanında da Ulya aracılığıyla bir kadının iç dünyasındaki fırtınaları, çelişkileri, melankoliyi anlatır. Kabuk bağlamış bir yaranın tekrar açılışına, kuşkuyla umut arasında gidip gelmelere, kışın bitip baharın gelişine tanıklık etmek gibi...
"Hayallerden daha yalnız, daha yoksul geri dönmez mi çoğu zaman insan?"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Gençlik yıllarında yaşadığı bir aşkın içinde açtığı derin yara ve boşlukla orta yaşlarını süren Ulya'nın, bu boşluğu sanatla dolduruşunun hikâyesidir Taş ve Ten. Hem taşa ve hem de tene (kendine) derin bir bakış yönelterek ne yapacağını hiç bilememenin kuytularında gezinir kahramanımız Ulya. Zamanın, bu iki olgu üzerinde biriktirdikleriyle olgunluk çağına varır ama aslında o kalbi kırık, şüpheci, güveni yerle bir edilmiş küçük kız olmaktan kurtulamamıştır.
"Bir zamanlar aşkın insanı çoğalttığına inanmıştım. Sonra sanat bu duygunun saflığının, tutkudan başka hiçbir şeye yakın durmamaya, varsayım ve beklentiden uzak kalabilmeye bağlı olduğunu öğretti."
Tutkudan uzak, dostluğun ağır bastığı bir ilişkide huzurlu ve sakin yıllar geçiren Ulya'nın duyguları mesleği (heykeltraşlık) gereği çıktığı bir yurtdışı gezisiyle altüst olacaktır. Bu gezide evinde misafir olduğu, kendisinden yaşça küçük olan Sina, Ulya'yı yıllar öncesinde bıraktığı acı dolu aşka ve yoğun tutkulara geri döndürür. Yarım kalmış bir aşkı yıllar sonra benzer konumunda bir adamla yeniden yaşar gibidir. Dört günlük bu kısa tanışıklığın son gecesinde birbirlerine içlerini açar, geçmişin ağıdını yakarlar.
"İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak. Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyirci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne büyük yalnızlık!"
Tarihsel ve coğrafi arka planıyla zamana direnmenin anlatımıdır Taş ve Ten. Unutmak asla yoktur. Kadını, kadın düşünce ve duygularını içerden, ama bir o kadar da objektif bir gözle, antifeminist bir tavırla dile getirerek Türk romanında kendine önemli bir yer edinen İnci Aral, bu romanında da Ulya aracılığıyla bir kadının iç dünyasındaki fırtınaları, çelişkileri, melankoliyi anlatır. Kabuk bağlamış bir yaranın tekrar açılışına, kuşkuyla umut arasında gidip gelmelere, kışın bitip baharın gelişine tanıklık etmek gibi...
"Hayallerden daha yalnız, daha yoksul geri dönmez mi çoğu zaman insan?"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
24 Kasım 2012 Cumartesi
Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler
Üç duygu vardır ki insan hayatının tamamında yerleri hep derin olmuştur. Ortaokulda şiddete maruz kalırsanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. İlk aşkınızla lisede tanıştıysanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. Yalnızlık, ömür boyu.
Murat Uyurkulak; yapıtları Almanca ve Fransızca'ya çevrilen bir hikâye ustası. Usta diyorum zira Türk edebiyatına sunduğu üç kitabıyla da bunu gösterdi. "Bazuka"ya başlamadan önce sizi bombalanmaya hazır olmak için Can Yücel'in çevirdiği, William Shakespeare'in "66.Sone"sinden bir söz karşılıyor: Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...
"Genelde çok konuşmam, söyleyecek önemli bir lafım varsa da sona saklarım, gözlemlerime göre böylesi daha tesirli oluyor, bir vakitten sonra sen ağzını açtığında herkes kulak kesilmeye başlıyor."
"Tutkular Kitaplığı", "Kurtuluş On İki", "Kuş Yuvası", "Pembe", "Şarap", "Derviş", "Kırmızı", "Gülsüm" ve kitabın adı olan "Aşk, Yalnızlık ve Bazuka" hikâyeleriyle, girişte belirttiğim gibi üç duygu sarsacak zihninizi. Hikâyelerin hepsi sanki farklı filmlerin en önemli sahnelerini anlatıyor bize. Başlarken bünyenizi ele geçiren merak, ortalarda yerini heyecana ve biterken de şaşkınlığa bırakıyor. Murat Uyurkulak, okuyucuyu ayakta uyutuyor.
"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır..."
Kaktüs gibi olan hikâyeleri okurken dikkat edin, gözünüze batmasın.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Murat Uyurkulak; yapıtları Almanca ve Fransızca'ya çevrilen bir hikâye ustası. Usta diyorum zira Türk edebiyatına sunduğu üç kitabıyla da bunu gösterdi. "Bazuka"ya başlamadan önce sizi bombalanmaya hazır olmak için Can Yücel'in çevirdiği, William Shakespeare'in "66.Sone"sinden bir söz karşılıyor: Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...
"Genelde çok konuşmam, söyleyecek önemli bir lafım varsa da sona saklarım, gözlemlerime göre böylesi daha tesirli oluyor, bir vakitten sonra sen ağzını açtığında herkes kulak kesilmeye başlıyor."
"Tutkular Kitaplığı", "Kurtuluş On İki", "Kuş Yuvası", "Pembe", "Şarap", "Derviş", "Kırmızı", "Gülsüm" ve kitabın adı olan "Aşk, Yalnızlık ve Bazuka" hikâyeleriyle, girişte belirttiğim gibi üç duygu sarsacak zihninizi. Hikâyelerin hepsi sanki farklı filmlerin en önemli sahnelerini anlatıyor bize. Başlarken bünyenizi ele geçiren merak, ortalarda yerini heyecana ve biterken de şaşkınlığa bırakıyor. Murat Uyurkulak, okuyucuyu ayakta uyutuyor.
"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır..."
Kaktüs gibi olan hikâyeleri okurken dikkat edin, gözünüze batmasın.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Kasım 2012 Pazartesi
Vücudunun hayatta olduğunu unutmak isteyenlere
"Ne de olsa müzik her zaman zafer için çalar, hüzünlü olsa bile."
Ustalara saygı kuşağına hoş geldiniz. Andrey Platonov’un Türkçede yayımlanan ilk yapıtı Can, kim bilir kaç defa rafta dururken gözümüze takıldı da almadık. Belki sadece elimize alıp sayfalarını karıştırdık. Ancak Can’ı anlamak için daha fazlasını yapmamız gerekiyor.
Birçok eleştirmen ve okura göre Platonov, 20. Yüzyılın en sıradışı Rus yazarıdır. Bu tarz bir düşüncede hem kendi hayatının hem de yazdıklarının bir hayli etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
"Sanki insanın birini sevmesi kalbe çok ağır geliyordu da, önemsiz şeylerle ilgilenmek bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletiyordu."
İtiraf edeyim ki, "yoksulluğu ve yoksunluğu" hiç bu kadar derinlemesine düşünmemiştim. Bir insanın bile isteye kendini diri diri toprağa gömme çabasını, bu çabasında yaşamdan ve diğer her şeyden ümidini kesmesini ağır bir suçluluk duygusuyla okudum.
Açlıkta, kimsesizlikte, coğrafyada olmayan bir yerde neden hayata tutunmalıyız? Her türlü yozlaşmışlık, çürümüşlük, terkedilmişlik, görmezden gelinmişlik içerisindeyken nasıl olur da hayata devam ederiz?
"Kadın, acısına sımsıkı sarılmıştı ve onu kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Bu şu anlama geliyordu: Bir insanın zihninin ya da kalbinin en derinlerinde bir düşman yatmaktaydı; sevgi dolu kollarda olsa da, çocuklarının öpücüklerine boğulsa da, hayatını karartmaya devam eden bir düşman."
Can’da öyle bir sefalete şahit ediyor ki bizi Platonov, artık bir insanın can çekişmesinden çok daha öte bir anlamı olan, kalbimizi kanatan o cümleyi söyletiyor bir anneye: "Ne mutlu anne karnında ölene."
Can’daki karakterler yaşamayı istemiyorlar, yaşamamak için çırpınıyorlar. Onları tekrar yaşama döndürmeye çalışan tek kişi Çagatayev oluyor. Çagatayev, adı Canlar olan bu küçük halkı yaşama döndürebiliyor mu döndüremiyor mu okuyunca görün bence. Ancak bu küçük halkın en yaşlısı Sufyan’ın şu cümlesindeki umutsuzluğu okuyunca taş kesiliyorsunuz: "Ruhlarımız tükendi yaşamaktan!"
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Ustalara saygı kuşağına hoş geldiniz. Andrey Platonov’un Türkçede yayımlanan ilk yapıtı Can, kim bilir kaç defa rafta dururken gözümüze takıldı da almadık. Belki sadece elimize alıp sayfalarını karıştırdık. Ancak Can’ı anlamak için daha fazlasını yapmamız gerekiyor.
Birçok eleştirmen ve okura göre Platonov, 20. Yüzyılın en sıradışı Rus yazarıdır. Bu tarz bir düşüncede hem kendi hayatının hem de yazdıklarının bir hayli etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
"Sanki insanın birini sevmesi kalbe çok ağır geliyordu da, önemsiz şeylerle ilgilenmek bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletiyordu."
İtiraf edeyim ki, "yoksulluğu ve yoksunluğu" hiç bu kadar derinlemesine düşünmemiştim. Bir insanın bile isteye kendini diri diri toprağa gömme çabasını, bu çabasında yaşamdan ve diğer her şeyden ümidini kesmesini ağır bir suçluluk duygusuyla okudum.
Açlıkta, kimsesizlikte, coğrafyada olmayan bir yerde neden hayata tutunmalıyız? Her türlü yozlaşmışlık, çürümüşlük, terkedilmişlik, görmezden gelinmişlik içerisindeyken nasıl olur da hayata devam ederiz?
"Kadın, acısına sımsıkı sarılmıştı ve onu kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Bu şu anlama geliyordu: Bir insanın zihninin ya da kalbinin en derinlerinde bir düşman yatmaktaydı; sevgi dolu kollarda olsa da, çocuklarının öpücüklerine boğulsa da, hayatını karartmaya devam eden bir düşman."
Can’da öyle bir sefalete şahit ediyor ki bizi Platonov, artık bir insanın can çekişmesinden çok daha öte bir anlamı olan, kalbimizi kanatan o cümleyi söyletiyor bir anneye: "Ne mutlu anne karnında ölene."
Can’daki karakterler yaşamayı istemiyorlar, yaşamamak için çırpınıyorlar. Onları tekrar yaşama döndürmeye çalışan tek kişi Çagatayev oluyor. Çagatayev, adı Canlar olan bu küçük halkı yaşama döndürebiliyor mu döndüremiyor mu okuyunca görün bence. Ancak bu küçük halkın en yaşlısı Sufyan’ın şu cümlesindeki umutsuzluğu okuyunca taş kesiliyorsunuz: "Ruhlarımız tükendi yaşamaktan!"
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
14 Kasım 2012 Çarşamba
İlk göz yaşını kaldırımda dökenlere
"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I, sf.182.
Emrah Serbes'in polisiye romanları "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat"den sonra yayınladığı "Erken Kaybedenler", yalnızlıktan tükenmiş, yoldan çıkmış bir neslin konuşmasıdır. Erken uyarı: toplu taşıma araçlarında okurken zorluk yaşayabilirsiniz. Zira siz güldükçe, diğer "konuklar" da sizin halinize gülecektir. Roman o kadar duygusal ve samimi ki, gülmekten ağlıyorsunuz.
"Öne çıktım, göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok dedim. Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar."
Erkek çocuklar, veletlikten hemen sonraki ve ergenlikten hemen önceki o kısa fakat alengirli dönemde çığırlarından çıkarlar. Fakat bu hal, sıklıkla mantığın almayacağı kadar mantıklı gelişmelere de sebebiyet verebilir. Okuyucu için hızlı ve şenlikli bir geriye dönüş romanı olan "Erken Kaybedenler", çocukluğun kederli anlarına da söz sahipliği yapmaktadır bazen.
"Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! Kalırsın öyle..."
Sanılmasın ki bu kitap sadece erkeklere hitap ediyor. Hiç alakası yok, bir o kadar da alakası var. Lakin, o hani çocuklukta arzulanan ama asla ulaşılamayacak olan kız vardır ya, hani şu kitap kapağında ortada duran, işte onlar da okumalıdırlar romanı. Sinsi sinsi gülmek ve geçmişe dönmek, güzel anıları hatırlamak için illegal bir yöntem olacaktır bu.
"Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin."
Lafı çok uzatmaya gerek yok, çünkü bu roman yeterince erken başlayıp erken bitiyor. Kaybedilmiş en güzel anılarını yeniden hatırlayıp, ilk göz yaşını kaldırımda döktüğü o güne dönmek isteyenler, "yiyorsa" okuyunuz.
Dipnotları çok sevmesem de: Emrah Serbes'in yeni romanı "Hikayem Paramparça" çıktı. Merakla alınız. Elbette o da okunacak ve Ruhuna Kitap'ta önerilecektir. Kimliği belirsiz ruhlara, şimdilik.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I, sf.182.
Emrah Serbes'in polisiye romanları "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat"den sonra yayınladığı "Erken Kaybedenler", yalnızlıktan tükenmiş, yoldan çıkmış bir neslin konuşmasıdır. Erken uyarı: toplu taşıma araçlarında okurken zorluk yaşayabilirsiniz. Zira siz güldükçe, diğer "konuklar" da sizin halinize gülecektir. Roman o kadar duygusal ve samimi ki, gülmekten ağlıyorsunuz.
"Öne çıktım, göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok dedim. Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar."
Erkek çocuklar, veletlikten hemen sonraki ve ergenlikten hemen önceki o kısa fakat alengirli dönemde çığırlarından çıkarlar. Fakat bu hal, sıklıkla mantığın almayacağı kadar mantıklı gelişmelere de sebebiyet verebilir. Okuyucu için hızlı ve şenlikli bir geriye dönüş romanı olan "Erken Kaybedenler", çocukluğun kederli anlarına da söz sahipliği yapmaktadır bazen.
"Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! Kalırsın öyle..."
Sanılmasın ki bu kitap sadece erkeklere hitap ediyor. Hiç alakası yok, bir o kadar da alakası var. Lakin, o hani çocuklukta arzulanan ama asla ulaşılamayacak olan kız vardır ya, hani şu kitap kapağında ortada duran, işte onlar da okumalıdırlar romanı. Sinsi sinsi gülmek ve geçmişe dönmek, güzel anıları hatırlamak için illegal bir yöntem olacaktır bu.
"Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin."
Lafı çok uzatmaya gerek yok, çünkü bu roman yeterince erken başlayıp erken bitiyor. Kaybedilmiş en güzel anılarını yeniden hatırlayıp, ilk göz yaşını kaldırımda döktüğü o güne dönmek isteyenler, "yiyorsa" okuyunuz.
Dipnotları çok sevmesem de: Emrah Serbes'in yeni romanı "Hikayem Paramparça" çıktı. Merakla alınız. Elbette o da okunacak ve Ruhuna Kitap'ta önerilecektir. Kimliği belirsiz ruhlara, şimdilik.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
12 Kasım 2012 Pazartesi
Gerçek, kıymetlidir
"Geceleri okumaktan özenle uzak durunuz."
Küçük İskender deyince aklımıza birçok farklı şapkanın gelmesi normal. Zira kendisinin şairlik ve yazarlık dışında, eleştirmenliği ve film oyunculuğu (Ağır Roman, O Şimdi Asker) şapkaları da bulunuyor. Naçizane, şairliğinden çok yazarlığını sevmişimdir. Çok farklı ve inatçı bir üslubu vardır. Bu yüzden de yalpalamaz ve söylemek istediğini direkt söyler.
"Sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inanan insandır. Heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır."
Bir sabah Ortaköy'de sahafları gezerken Underground Otopark'ı görmüştüm. Arkasında "Türk Yeraltı Edebiyatı'nın yapı taşlarından" ve "sokak çocuklarının temel ders kitabı" olduğu yazıyordu. Şaşırdım, çünkü yıllardır tarih ve şiir dışında yeraltı edebiyatı da okuyordum. Hemen aldım, paramı verirken sahaf "bunu bulmak çok zordur kardeşim" dedi. İnandım. Oysa ben her duyduğuma inanmaz, inanmış gibi yapardım. Tüm akrepler gibi. Temkinli olmak daima iyidir.
"Kapitalist çocuk, sevgilisine şöyle hitap ediyor: Gözlerin çok güzel, Sony mi?"
"Beyoğlu'nda terbiye, ancak çorbalarda bulunur!"
"Ölümümden hayatı sorumlu tutuyorum."
Temmuz 2009'da Sel Yayıncılık'tan çıkan bu kıymetli kitabı mutlaka bulunuz. Kıymetli diyorum çünkü bu kitapta gerçek sokaklar, gerçek insanlar ve gerçek düşünceler var. Gerçek, kıymetlidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Küçük İskender deyince aklımıza birçok farklı şapkanın gelmesi normal. Zira kendisinin şairlik ve yazarlık dışında, eleştirmenliği ve film oyunculuğu (Ağır Roman, O Şimdi Asker) şapkaları da bulunuyor. Naçizane, şairliğinden çok yazarlığını sevmişimdir. Çok farklı ve inatçı bir üslubu vardır. Bu yüzden de yalpalamaz ve söylemek istediğini direkt söyler.
"Sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inanan insandır. Heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır."
Bir sabah Ortaköy'de sahafları gezerken Underground Otopark'ı görmüştüm. Arkasında "Türk Yeraltı Edebiyatı'nın yapı taşlarından" ve "sokak çocuklarının temel ders kitabı" olduğu yazıyordu. Şaşırdım, çünkü yıllardır tarih ve şiir dışında yeraltı edebiyatı da okuyordum. Hemen aldım, paramı verirken sahaf "bunu bulmak çok zordur kardeşim" dedi. İnandım. Oysa ben her duyduğuma inanmaz, inanmış gibi yapardım. Tüm akrepler gibi. Temkinli olmak daima iyidir.
"Kapitalist çocuk, sevgilisine şöyle hitap ediyor: Gözlerin çok güzel, Sony mi?"
"Beyoğlu'nda terbiye, ancak çorbalarda bulunur!"
"Ölümümden hayatı sorumlu tutuyorum."
Temmuz 2009'da Sel Yayıncılık'tan çıkan bu kıymetli kitabı mutlaka bulunuz. Kıymetli diyorum çünkü bu kitapta gerçek sokaklar, gerçek insanlar ve gerçek düşünceler var. Gerçek, kıymetlidir.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
11 Kasım 2012 Pazar
Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey ne olurdu?
Torsten Krol, hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir yazar. Blog yazarınızın gizemli yazarlara karşı zaafı olduğunu artık az çok anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Fısıltı gazetesi ise Torsten Krol’un hangi ünlü yazarın takma ismi olduğu yönündeki teorilerini geliştirmeye devam ederken kulağımıza en çok çalınan isim Stephen King’ten başkası değildir.
Yunus İnsanlar, modern dünyamıza karşı post modern bir anlatım örneğidir. Hem de çok güçlü bir örneğidir. Führer’in Yahudi katliamı sırasında Almanya’ya karşı savaş açılan ve Almanya’nın şehirlerine bomba yağdırılan bir dünyadayız. Annemiz Helga, çocukları da 16 yaşında Erich ile 12 yaşındaki Zeppi. Romanımızı bize anlatan ise kahraman Erich...
Erich’in babası Rusya’da savaşırken ölmüş. Amcası Klaus ise Führer’in kurduğu düzende Yahudileri imha eden ekipte yer alan bir doktor. Ancak sonra Venezuela’ya kaçan bir savaş suçlusu. Bir mektup yazarak büyük kardeşinin ailesine sahip çıkmak ve Helga’yla evlenmek istediğini belirtir. Helga da çocuklarını alarak Klaus’un yanına gider.
Sade bir törenle evlenirler, Klaus’un çalışacağı petrol bölgesine gidebilmek için Klaus bir sürpriz yapar ve bir kargo uçağıyla yola çıkarlar. Kitabın kapağında da görebileceğimiz gibi uçak ıssız bir adaya düşer.
Bu beklenmeyen olay karşısında sağ kurtulmayı başarırlar ve onları bir kabile bulur. Bütün olaylar onların bulunmasından sonra başlar. Götürüldükleri kabilede tam 11 yıldır onlarla yaşayan bir antropolog vardır; Gerhard. Gerhard onların hem arkadaşı hem işbirlikçisi hem de çevirmenleri olacaktır.
Modern dünyadan kopup gelmiş bu “yunus insanlar” ve en ilkel yöntemlerle, geleneklerle yaşayan Yayomi kabilesine uyum sağlamakta epey zorlanırlar. Gerhard’ın müthiş gözlemleri sayesinde ise yazarımız modern denilen dünyada aslında ne kadar iğreti olduğumuzu ve ilkel diye küçümsediğimiz insanlardan ne kadar daha ilkel olduğumuzu gözler önüne serer.
Asıl olayları anlatmamayı tercih ediyorum. Bu 355 sayfalık romanı tabir-i caizse bir solukta okuyacağınızı bildiğimden sürprizleri bozmak istemem. Kemal Tahir olsaydı bu roman karşısında “Ulan iyi! Ulan aferin!” derdi.
Krol’un en büyük başarısı ise bana göre “karakter yaratmak”taki ustalığı. Sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta arkadaş olabileceğiniz karakterler bir okuru fazlasıyla heyecanlandırır.
Pınar Kür’ün yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şahane kitabı sakın kaçırmayın. Verdiğiniz paranın her kuruşuna değiyor.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
Yunus İnsanlar, modern dünyamıza karşı post modern bir anlatım örneğidir. Hem de çok güçlü bir örneğidir. Führer’in Yahudi katliamı sırasında Almanya’ya karşı savaş açılan ve Almanya’nın şehirlerine bomba yağdırılan bir dünyadayız. Annemiz Helga, çocukları da 16 yaşında Erich ile 12 yaşındaki Zeppi. Romanımızı bize anlatan ise kahraman Erich...
Erich’in babası Rusya’da savaşırken ölmüş. Amcası Klaus ise Führer’in kurduğu düzende Yahudileri imha eden ekipte yer alan bir doktor. Ancak sonra Venezuela’ya kaçan bir savaş suçlusu. Bir mektup yazarak büyük kardeşinin ailesine sahip çıkmak ve Helga’yla evlenmek istediğini belirtir. Helga da çocuklarını alarak Klaus’un yanına gider.
Sade bir törenle evlenirler, Klaus’un çalışacağı petrol bölgesine gidebilmek için Klaus bir sürpriz yapar ve bir kargo uçağıyla yola çıkarlar. Kitabın kapağında da görebileceğimiz gibi uçak ıssız bir adaya düşer.
Bu beklenmeyen olay karşısında sağ kurtulmayı başarırlar ve onları bir kabile bulur. Bütün olaylar onların bulunmasından sonra başlar. Götürüldükleri kabilede tam 11 yıldır onlarla yaşayan bir antropolog vardır; Gerhard. Gerhard onların hem arkadaşı hem işbirlikçisi hem de çevirmenleri olacaktır.
Modern dünyadan kopup gelmiş bu “yunus insanlar” ve en ilkel yöntemlerle, geleneklerle yaşayan Yayomi kabilesine uyum sağlamakta epey zorlanırlar. Gerhard’ın müthiş gözlemleri sayesinde ise yazarımız modern denilen dünyada aslında ne kadar iğreti olduğumuzu ve ilkel diye küçümsediğimiz insanlardan ne kadar daha ilkel olduğumuzu gözler önüne serer.
Asıl olayları anlatmamayı tercih ediyorum. Bu 355 sayfalık romanı tabir-i caizse bir solukta okuyacağınızı bildiğimden sürprizleri bozmak istemem. Kemal Tahir olsaydı bu roman karşısında “Ulan iyi! Ulan aferin!” derdi.
Krol’un en büyük başarısı ise bana göre “karakter yaratmak”taki ustalığı. Sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta arkadaş olabileceğiniz karakterler bir okuru fazlasıyla heyecanlandırır.
Pınar Kür’ün yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şahane kitabı sakın kaçırmayın. Verdiğiniz paranın her kuruşuna değiyor.
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar
10 Kasım 2012 Cumartesi
Erken bir konuşmaya şahit olmak
"Evet, vardın. Var olmuştun. Bir tüfekle göğsümden vurulmuş gibi hissettim."
Kuşkulanmaktan korkmayan, ölüm tehlikesine aldırmayan, nedenleri arayan, hayat veren ya da bunu geri çevirme bilmecesini kendi kendine soran bu kitap, ithaf bölümünde ciddiyetle belirtildiği gibi tüm kadınlara adanıyor. Yalnız bu adanma, erkekleri aldatmamalı. Bence bu kitabı en önce erkekler okumalı ve bol bol not almalı. Bazen erken bir konuşmaya şahit olmak, çok şey kazandırabilir insana.
Feminist ve öfkeli gazeteci-yazar Oriana Fallaci, 2006 yılında hayata veda etmişti. Özellikle Humeyni ve Ebu'l Hasan Beni Sadr ile yaptığı röportajlar ve İslam karşıtlığı ile ses getirmişti. Öyle ki, Muhammed Ali ile yaptığı bir röportajı yarıda kesmişti. Çünkü Muhammed Ali, Müslüman kimliğini gururla anlatıyordu ona. Rahatsız olur Fallaci... Bu arada İtalyan yönetmen Federico Fellini'den yediği fırçayı da eklemem gerekir. Fallaci, Fellini'den hiç hoşlanmadığını belirtir. Fellini de onun arkasından "pis yalancı" ve "küçük arsız, kaltak" diyerek hakaret eder. Kısacası çok "farklı" bir karakterdir Oriana Fallaci.
"Yaşam öylesine güç bir çaba ki, çocuk. Her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise kısacık ayraçlar, sonradan bedelleri acıyla, fazlasıyla ödenen..."
Erkeğinden ayrılan bir kadının hamile olduğunu anlamasıyla birlikte iç dünyasında fırtınalar kopar. Adeta çocuğuyla bir düelloya girer. Öyle şeyler hisseder ki bazen bir dağın zirvesinde bazen de bir okyanusun derinliklerinde kaybolur. Çare arar, bulmakla bulmamak arasında kalır. Korkunç bir savaş verir, mağlubu belirsiz olan.
"Senden korkuyorum. Seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni neden?"
Fallaci'nin bu kitabı her ne kadar kadınlara ithaf edildiyse de, her erkeğin mutlaka okuması gereken çarpıcı bir yapıt. Bir kadının bedeninde filizlenen o küçücük canlıyla yaptığı erken bir konuşmayı dinlemek için en ideal metinleri barındıran bu kitabı dilimize kazandıran Pınar Kür'e de şükran borçluyuz.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kuşkulanmaktan korkmayan, ölüm tehlikesine aldırmayan, nedenleri arayan, hayat veren ya da bunu geri çevirme bilmecesini kendi kendine soran bu kitap, ithaf bölümünde ciddiyetle belirtildiği gibi tüm kadınlara adanıyor. Yalnız bu adanma, erkekleri aldatmamalı. Bence bu kitabı en önce erkekler okumalı ve bol bol not almalı. Bazen erken bir konuşmaya şahit olmak, çok şey kazandırabilir insana.
Feminist ve öfkeli gazeteci-yazar Oriana Fallaci, 2006 yılında hayata veda etmişti. Özellikle Humeyni ve Ebu'l Hasan Beni Sadr ile yaptığı röportajlar ve İslam karşıtlığı ile ses getirmişti. Öyle ki, Muhammed Ali ile yaptığı bir röportajı yarıda kesmişti. Çünkü Muhammed Ali, Müslüman kimliğini gururla anlatıyordu ona. Rahatsız olur Fallaci... Bu arada İtalyan yönetmen Federico Fellini'den yediği fırçayı da eklemem gerekir. Fallaci, Fellini'den hiç hoşlanmadığını belirtir. Fellini de onun arkasından "pis yalancı" ve "küçük arsız, kaltak" diyerek hakaret eder. Kısacası çok "farklı" bir karakterdir Oriana Fallaci.
"Yaşam öylesine güç bir çaba ki, çocuk. Her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise kısacık ayraçlar, sonradan bedelleri acıyla, fazlasıyla ödenen..."
Erkeğinden ayrılan bir kadının hamile olduğunu anlamasıyla birlikte iç dünyasında fırtınalar kopar. Adeta çocuğuyla bir düelloya girer. Öyle şeyler hisseder ki bazen bir dağın zirvesinde bazen de bir okyanusun derinliklerinde kaybolur. Çare arar, bulmakla bulmamak arasında kalır. Korkunç bir savaş verir, mağlubu belirsiz olan.
"Senden korkuyorum. Seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni neden?"
Fallaci'nin bu kitabı her ne kadar kadınlara ithaf edildiyse de, her erkeğin mutlaka okuması gereken çarpıcı bir yapıt. Bir kadının bedeninde filizlenen o küçücük canlıyla yaptığı erken bir konuşmayı dinlemek için en ideal metinleri barındıran bu kitabı dilimize kazandıran Pınar Kür'e de şükran borçluyuz.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
9 Kasım 2012 Cuma
İyi insan olmaya niyetlenenlere
“İnsan olmak ötekinin ıstırabıyla hemhal olmakla başlar.” yazıyordu kitabın ilk sayfalarında, altını çizdim. Gökyüzünde, gün daha henüz doğuyorken yolculuk yapıyordum bulutların arasında ve her kitabın bir vakti olduğunu tekrar duyumsuyordum.
Kemal Sayar, ismini sıkça duyduğum, çokça tavsiye aldığım bir isimdi ve okuduğum ilk kitabı tam vaktinde girdi kütüphaneme, zihnime ve kalbime…
Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Kemal Sayar’ın toplumsal ve bireysel hayatlarımızda etkili olan hallere, meselelere dair yazılarının yer aldığı deneme kitabı.
Kemal Sayar, bir psikiyatri profesörü olduğu için belki de, yazdığı her şeyi hem bir bilimsel temele oturtuyor hem de insan halleriyle, ruhun derinliklerinde gizli olanla açıklıyor. Bir yandan da yılların tecrübesiyle, biriktirdiği insan hikâyeleriyle keskin bir gözlem gücünün ürünü sonuçları ortaya koyuyor.
"Dünya merhamet eksikliğinden can çekişiyor."
Son dönemde yaşadığımız toplumsal dönüşümlerden, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden, eksikliğini hissettiklerimizden dem vuruyor. Yaşadığımız değişimlerin yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve ilişkilerimiz üzerindeki etkilerini açıklıyor detaylı bir şekilde. Aşka da söz geliyor elbette:
"Serinliğin krallığı her yerde kendisini gösteriyor. Aşk, içi boşaltılmış bir kelime olarak bundan nasipleniyor. Aşk için de bir sorumluluk altına girmeniz gerekmiyor, o dışarıdan gelip omzunuza konacak, doğru kişiyi buluvermenizle birlikte, birden içinizdeki bütün kırılganlığı, emniyetsizliği ve yalnızlığı iyileştirecektir. Aşkı sağlamak ötekinin görevidir o halde bir şeyler yolunda gitmiyorsa bu diğerinin suçu olsa gerektir. Günümüz dünyasında 'ilişki'ye o kadar yük bindiriliyor ki. Çift ilişkisi; bağ kurma, anlam bulma ve coşkunun yegane kaynağı oluveriyor modern şehir hayatında. Issızlığın ortasında bir birine umutsuzca yapışmış iki insan."
Tüm bu değişimlerin, vak’aların arasında insan kalmanın, iyi kalmanın ve hüznün de acının da kıymetini bilip yaşamanın gerekliliğini anlatıyor Kemal Sayar; bir psikiyatrist gözünden ve bir edebiyatçı kaleminden.
"Anlamak ve hissetmek bizi insan kılar. Bu arınışla insan oluruz. Terapist kimdi? Ben mi, yoksa bu narin kız mı? Onun saflığı beni de yıkadı. Arındım. Ve kirlenmiş, yönünü şaşırmış bir dünyada ele geçirdiğimiz o masumiyetin her bir anını kıymetlendirerek konuştuk. Birbirimize fısıldadık. Samimiyet ruhun özgürlüğüdür. O da ben de o kadar içten, o kadar yapmacıksız, o kadar kendimizdik ki. Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sedece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını. akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu. Onu anladım. O beni anladı. Odadan çıkarken gözyaşları dinmişti. Benimse başım dönmüş, sersemlemiştim. 'Biraz yağmur' diye mırıldandım, 'kimseyi incitmez'."
Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, içinde bulunduğu zamanın ruh halini anlamak isteyenlere ve bu çağda iyi insan olmaya niyetlenenlere iyi gelecek bir kitap...
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
Kemal Sayar, ismini sıkça duyduğum, çokça tavsiye aldığım bir isimdi ve okuduğum ilk kitabı tam vaktinde girdi kütüphaneme, zihnime ve kalbime…
Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Kemal Sayar’ın toplumsal ve bireysel hayatlarımızda etkili olan hallere, meselelere dair yazılarının yer aldığı deneme kitabı.
Kemal Sayar, bir psikiyatri profesörü olduğu için belki de, yazdığı her şeyi hem bir bilimsel temele oturtuyor hem de insan halleriyle, ruhun derinliklerinde gizli olanla açıklıyor. Bir yandan da yılların tecrübesiyle, biriktirdiği insan hikâyeleriyle keskin bir gözlem gücünün ürünü sonuçları ortaya koyuyor.
"Dünya merhamet eksikliğinden can çekişiyor."
Son dönemde yaşadığımız toplumsal dönüşümlerden, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden, eksikliğini hissettiklerimizden dem vuruyor. Yaşadığımız değişimlerin yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve ilişkilerimiz üzerindeki etkilerini açıklıyor detaylı bir şekilde. Aşka da söz geliyor elbette:
"Serinliğin krallığı her yerde kendisini gösteriyor. Aşk, içi boşaltılmış bir kelime olarak bundan nasipleniyor. Aşk için de bir sorumluluk altına girmeniz gerekmiyor, o dışarıdan gelip omzunuza konacak, doğru kişiyi buluvermenizle birlikte, birden içinizdeki bütün kırılganlığı, emniyetsizliği ve yalnızlığı iyileştirecektir. Aşkı sağlamak ötekinin görevidir o halde bir şeyler yolunda gitmiyorsa bu diğerinin suçu olsa gerektir. Günümüz dünyasında 'ilişki'ye o kadar yük bindiriliyor ki. Çift ilişkisi; bağ kurma, anlam bulma ve coşkunun yegane kaynağı oluveriyor modern şehir hayatında. Issızlığın ortasında bir birine umutsuzca yapışmış iki insan."
Tüm bu değişimlerin, vak’aların arasında insan kalmanın, iyi kalmanın ve hüznün de acının da kıymetini bilip yaşamanın gerekliliğini anlatıyor Kemal Sayar; bir psikiyatrist gözünden ve bir edebiyatçı kaleminden.
"Anlamak ve hissetmek bizi insan kılar. Bu arınışla insan oluruz. Terapist kimdi? Ben mi, yoksa bu narin kız mı? Onun saflığı beni de yıkadı. Arındım. Ve kirlenmiş, yönünü şaşırmış bir dünyada ele geçirdiğimiz o masumiyetin her bir anını kıymetlendirerek konuştuk. Birbirimize fısıldadık. Samimiyet ruhun özgürlüğüdür. O da ben de o kadar içten, o kadar yapmacıksız, o kadar kendimizdik ki. Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sedece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını. akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu. Onu anladım. O beni anladı. Odadan çıkarken gözyaşları dinmişti. Benimse başım dönmüş, sersemlemiştim. 'Biraz yağmur' diye mırıldandım, 'kimseyi incitmez'."
Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, içinde bulunduğu zamanın ruh halini anlamak isteyenlere ve bu çağda iyi insan olmaya niyetlenenlere iyi gelecek bir kitap...
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
Her şeyi sil baştan öğrenin
İzlenesi bütün filmleri, dizileri, ıvır zıvırı izlediniz mi? Okunabilecek bütün hikaye türlerini elden geçirdiniz mi? Birbirinin türevi olan bütün yiyecekleri tıkınıp tadılacakları tattınız mı? Dünyanın her yerini belgeseller, dergiler, gezi programları ile gezip bitirdiniz mi? Şu herkesin becerdiği falanca kızın / oğlanın defterini siz de dürdünüz mü? Tüketilebilecek her şeyin en az bir kere tadına baktınız mı? Elde edemedikleriniz için yeterince dua ettiniz mi? Peşinden koşmaya değer bulduğunuz herhangi bir şey kaldı mı? Eğer kalmadıysa, aynı bokları tekrar tekrar farklı biçimlerde deneyimleyebilmek için size sunulmuş mutlu mesut / umutsuz acınası kısır döngülerinizin içinde kendinize yeterince tur bindirebildiyseniz hazır olun. Bu gösterinin peygamberiyle tanışmanızın vakti gelmiş demektir.
Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un peygamberi Tender Branson size her şeyi sil baştan öğretecek. İstediğiniz her şeyi sorun ona. Psikolojiyle mi ilgilisiniz? İntihar etmek üzere olan birinin telefonuna nasıl cevap vereceğinizi sorun. Beş parasız nasıl yaşayabileceğinizi mi öğrenmek istiyorsunuz sorun cevaplasın. Sevgilinize götüreceğiniz hangi çiçeğin ne anlama geldiğini mi merak ediyorsunuz? Cevabı Google’da değil bu adamda. Başka sorunlarınız mı var? Kürkteki kan lekesi nasıl çıkarılır? Istakoz nasıl pişirilir? Perde ve masa örtülerindeki çiş lekeleri nasıl çıkarılır? Oturma odasının duvarındaki kurşun delikleri nasıl gizlenir? Ben ciddiyim hepsini sorun. Ona gecelik smokin ve şapkalardaki bıçak deliklerini nasıl onaracağınızı sorun. Boş park yeri bulmak için nasıl dua etmeniz gerektiğini sorun. Batmakta olan bir gemide, yanmakta olan bir mağazada sonuna kadar nasıl dans edebileceğinizi ve buna rağmen hayatta kalabileceğinizi sorun.
Fakat ne yaparsanız yapın ona kısırdöngülerinizi nasıl kıracağınızı tüketilebilecek hiçbir şey bırakmamışken hala anlam vermeyi başarabileceğiniz bir şeylerin kalıp kalmadığını, yaşamınızı devam ettirmek için ne gibi bir nedeniniz olduğunu, neden var olduğunuzu, bu kainatın orta yerinde neden nefes almaya devam ettiğinizi, amacınızın ne olduğunu sakın sormayın çünkü alacağınız cevaplar hiç hoşunuza gitmeyebilir.
Unutmayın ki yeraltı edebiyatı kendinizi mutlu hissetmek için beyninize tıkıştırabileceğiniz herhangi bir şey anlatmaz...
M. Murat Bilge
Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un peygamberi Tender Branson size her şeyi sil baştan öğretecek. İstediğiniz her şeyi sorun ona. Psikolojiyle mi ilgilisiniz? İntihar etmek üzere olan birinin telefonuna nasıl cevap vereceğinizi sorun. Beş parasız nasıl yaşayabileceğinizi mi öğrenmek istiyorsunuz sorun cevaplasın. Sevgilinize götüreceğiniz hangi çiçeğin ne anlama geldiğini mi merak ediyorsunuz? Cevabı Google’da değil bu adamda. Başka sorunlarınız mı var? Kürkteki kan lekesi nasıl çıkarılır? Istakoz nasıl pişirilir? Perde ve masa örtülerindeki çiş lekeleri nasıl çıkarılır? Oturma odasının duvarındaki kurşun delikleri nasıl gizlenir? Ben ciddiyim hepsini sorun. Ona gecelik smokin ve şapkalardaki bıçak deliklerini nasıl onaracağınızı sorun. Boş park yeri bulmak için nasıl dua etmeniz gerektiğini sorun. Batmakta olan bir gemide, yanmakta olan bir mağazada sonuna kadar nasıl dans edebileceğinizi ve buna rağmen hayatta kalabileceğinizi sorun.
Fakat ne yaparsanız yapın ona kısırdöngülerinizi nasıl kıracağınızı tüketilebilecek hiçbir şey bırakmamışken hala anlam vermeyi başarabileceğiniz bir şeylerin kalıp kalmadığını, yaşamınızı devam ettirmek için ne gibi bir nedeniniz olduğunu, neden var olduğunuzu, bu kainatın orta yerinde neden nefes almaya devam ettiğinizi, amacınızın ne olduğunu sakın sormayın çünkü alacağınız cevaplar hiç hoşunuza gitmeyebilir.
Unutmayın ki yeraltı edebiyatı kendinizi mutlu hissetmek için beyninize tıkıştırabileceğiniz herhangi bir şey anlatmaz...
M. Murat Bilge
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)