"Edep kelimesinin müzelik olduğu bir ortamda edebiyat da müzeliktir."
Bir Yobazın Günlüğü; Ömer Faruk Dönmez’in kaleme alıp İz Yayıncılık’ın neşrettiği, 438 sayfadan müteşekkil, güldürürken düşündüren bir kitap. Yer yer çok ciddi eleştiriler ve tespitler ihtiva ediyor. Ama bunu yaparken okuyucuyu kesinlikle sıkmıyor. Kitapta bir de Gregor diye bir karakter var. Yazarın ifadesiyle; “Gregor beynimde yaşar. Arada sırada lafa karışır. Bana asist yapar. Ceza sahası içinde tehlikeli pozisyonlar yaratır. Bazen karambolde gol bile atar. Fakat attığı kimi gollerin, FİFA kokartlı hakemler tarafından iptal edildiği olmuştur. Bazen fazla ileri gider ve rakip takımın en son savunma oyuncusunun bile arkasında kalır, ofsayda düşer. O benim canımdır yahu, çok severim ben onu. Kısaca şöyle söyleyeyim; Gregor, Olric’in yakın bir akrabasıdır. Olric de kim, diyor musunuz? Güle güle bayın, lütfen bir daha görüşmeyelim.”
Kitabı okurken altını çizdiğim noktalara geçmeden önce alıntılarımın sayısının biraz(cık) fazla olması dolayısıyla yazımın az da olsa uzayacağından endişeliyim. Bunun için şimdiden affınıza sığınıyorum ve sizden özür diliyorum.
“Yaz kızım fermanımdır: bizden olmayanların bizdenmiş gibi davranmaları yasaklanmıştır. Bundan böyle, bizden olmadıkları halde bizdenmiş gibi davrananlar, yakalandıkları yerde yüzlerine vurulmak suretiyle cezalandırılacaklardır! Yüze vurulması hoş görülmemiştir efendimiz, biliyorsunuz. Ulan Gregor, bizden olmadıklarını vuracağız yüzlerine: çok ayıp, beni nasıl yanlış anlarsın?”. Kitap “gırgır şamata” yaparken hakikate temas etmeyi de ihmal etmiyor. “Sizden biriniz kardeşi ile kavga ettiği zaman yüze vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah Adem’i kendi suretinde yaratmıştır.” (Müslim) hadisi dolayısıyla âlimler yüze vurmayı mekruh kabul etmiştir.
“Bizim en büyük meselemiz samimiyet meselesidir. Maalesef içimizde, bizdenmiş gibi davranan; fakat bizden olmayan, samimiyetsiz ve kaba adamlar var. Ama işi dar çerçevede ele almayalım şimdi: sol fraksiyonların da en büyük meselesi budur; samimiyet. Sağcıların da en büyük meselesi budur: samimiyet. İnsanın en büyük meselesi budur aslında; samimiyet, içtenlik, dürüstlük. Geçenlerde bir iş arkadaşımı müthiş bozdum. İyi de ettim. Hiç pişman değilim. Yine olsa yine yaparım. Oruç ayının son günleriydi, sanırım cumaydı, okulda, öğretmenler odasında oturuyoruz. Takıldım arkadaşlara, “Şurada orucun bitmesine üç gün kaldı, önümüz de cumartesi-pazar, başından beri tutuyoruz canım, son iki günü tutmasak olmaz mı?” dedim. Şaka tabi. Ulan herif aldı eline: “Olur mu hocam!” dedi, “Bir ay denmiş, bir ay tutulacak! Biz yaz aylarında, temmuzun sıcağında, harman başlarında ne oruçlar tuttuk!” Haydaaa! “Cumartesi pazarı mı olur bu işin?” diye gürledi, “Zor geliyorsa tutmayacaksın!” İyi mi? İyi. Sırf dini konulardaki hassasiyeti sebebiyle bu tepkiyi vermiş olsa, hatamı kabul eder, susardım; ama iş başka, biliyorum. Zaten adamın ceza sahası içinde ilk faulü değil bu. “Hocam” dedim, “Yazın sıcak ve uzun günlerinde o oruçları nasıl tuttunuz gerçekten, hiç zor gelmedi mi?” Hemen havalandı tabi keklik gibi: “Ne zor gelecek!” dedi, “Üstelik bütün gün güneşin altında çalışırdık.” Şu pozisyonu. Şut. “Valla” dedim, “Hayranlık duyuyorum size. Bu nasıl bir takva düzeyi hocam, nasıl ulaştınız bu mertebeye, biz aciz kulları da irşad etseniz!” Ve top ağlarda.Anladı tabi. Kıvırdı ondan sonra da. Yazın sıcağında harman başlarında ne oruçlar tutmuşmuş.”. Bu satırlar çevrenizden birisini size hatırlattı mı?
Yazarın modernizme dair görüşü ise şu şekilde: “Modernizm bir işgal biçimidir. Meşgul ederek işgal eder insanı. Her taraftan kuşatır. Sabah kalktığı saatten gece uyuyana kadar her dakikasını parseller: Yakalayın insanı, kendine gelemesin: kendini kaybetsin!”. “Bu sistem (yani emperyalizm, yani kapitalizm, yani modernizm) insanı aptal yerine koyan bir sistemdir. İnsanın, konulduğu bu aptal yerden memnuniyet duyması ise, bu sistemin en büyük hüneridir.”. “Lisedeyken ‘sistem’ denilince, ülkemde iktidarı elinde bulunduranları ve onların memleketi yönetme biçimlerini anlardım. Zamanla, dünyada işleyen daha derin bir ‘sistem’den söz etmek gerektiğini ve bunun da emperyalizm (kapitalizm/modernizm) olduğunu fark ettim.”
Çocuklarımızı büyütmeye çalışırken bir yönüyle onları aslında mutsuzluğa hazırladığımızın farkında mısınız? Dilerseniz yazara kulak verelim: “Yorgunluktan uykunuz geliyorsa, ne mutlu size, hâlâ çocuksunuz; fakat uykunuzu kaçırıyorsa yorgunluğunuz, üzgünüm bayım, büyüdünüz ve hapı yuttunuz! Hani, alışılmadık bir isteğimiz olur da, onu dile getirdiğimizde “Çocuk olma!” derler ya bize; aslında “Mutlu olma!” diyorlar. Çocuk olma! Yani? Büyü. Adam ol. Hayatı ciddiye al. Yarın için kaygı duy. Zamanı saatlere böl ve sürekli bir yerlere geç kaldığını düşün. Acele et. Yemeklerini iyi ye, yatmadan sütünü iç, dişlerini fırçala, büyü ve mutsuz ol.”
“Sevgilinizde bulunmasını arzu ettiğiniz özellikler?” sorusuna (soruda geçen sevgiliden kastın kız arkadaş-erkek arkadaş olmadığı bağlamdan belli) yazarın verdiği cevap modernistleri çıldırtacak cinsten: “Sevgili olmalı. Anne olmalı. Kız kardeş olmalı. Eş olmalı. Göğsüne başımı yasladığımda huzur duymalıyım. Dizlerine yattığımda, şefkatle saçlarımı okşamalı. Evimiz cennet bahçelerinden bir bahçe olmalı. Benim bir padişah olduğumu bilmeli: gözdem olmalı, cariyem olmalı, sultanım ve kölem olmalı. Bana hizmet etmekten zevk almalı. Bunu bir ibadet olarak görmeli. Eğer bir insana secde etmeye izin verilseydi, bana secde etmesi gerektiğini bilmeli. İyi kalpli olmalı. Temiz olmalı. Güler yüzlü, tatlı dilli olmalı.”. Bu satırlarda yine bir (sahih) hadise gönderme olduğunu görüyoruz: “Şayet bir kimsenin başka bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.” (et-Tirmizî, “Radâ’”, 11)
Kitabı okurken yazarın okuru türlü duygular içerisine sokup çıkardığını farkediyorsunuz. Kimi zaman düşündürüyor, kimi zaman sorduğu tuhaf sorularla sorgulatıyor, kimi zaman da şöyle güldürüyor: “Arkadaşlarımın suçlarını yüklenirdim. Bir keresinde, mahallede maç ederken, berberin camı kırılmıştı. Çocuklar bir anda kaçıp kaybolmuşlardı. Artık ben de neyime güveniyorsam, sakin sakin durup gülümsemiştim. Şerefsiz berber gelip beni tokatlamıştı. Oysa ben kaçmayınca masum olduğumu anlar sanmıştım. Anlamadı gerizekalı. Tıpkı Türk filmlerindeki gibi.”
Karşımıza tasavvufî ögelerin çıktığı da oluyor: “Sordum şeyhime şeyhim efendim dedi ki insanları ikna etmek çok mesai harcamak ve çok laf söylemek midir? Fakat bir türlü hale yola gelmezler neden? Neden? Çünkü evladım, insanoğlu ahmak ve kibirli bir mahluktur. Seni kendine denk sayarsa, mucize göstersen itibar etmez. Lakin seni muhterem sayarsa; öksürsen keramettir der.”
Yazar kendisini neden “yobaz” olarak tanımladığını şu şekilde gerekçelendiriyor: “Gerçek bir mümin, ibadetlerini sadece Allah için yapar. İnsanlar görsün ya da bilsin diye ibadet etmek riyâdır, sahtekârlıktır, alçaklıktır. O halde, kişi, ibadetlerinden ulu orta söz etmemelidir öyle mi? Normalde evet. Gerçi ibadetin farz veya nafile oluşu ‘görünürlüğü’ açısından farklı bir durum arz eder ama ben, bir de ‘yükselen değerler’ açısından bakmak istiyorum meseleye: Benim ülkemde ‘modernlik’ ve ‘dindarlık’ öyle bir ayırıma ve tanımlamaya tâbi tutulmuştur ki, modernlik, İslam’dan mümkün olduğunca uzaklaşmak şeklinde yorumlanmış ve yüceltilmiş; dindarlık ise, yobazlıkla aynı şey sayılmış ve küçük görülmüştür. Bu yüzden, yükselen değerler açısından baktığımızda; kişinin, gözle görülür bir utanç duymadan, dindarlığını söz konusu etmesi veya ibadetlerinden bahsetmesi, hayli güç hale gelmiştir. (…) Evet dindar olduğumu söylüyorum: çünkü aşağılanmayı ve hor görülmeyi göze alıyorum. Ben dindarlığımdan onur duyuyorum ve günümüzde anlaşılan biçimiyle modern olmayı da budala olmakla aynı şey sayıyorum.”
“Akşama kadar evden çıkmadım. Okudum. Düşündün. Kapitalizm benim gibi evde oturan adama bir şey satamaz çünkü. Bu yüzden de, insanın evde sıkılacağına dair yalanlar üretmiştir: mutluluğu, neşeyi, eğlenceyi ‘evin dışında’ konumlamıştır. Zavallı insan kardeşlerim de bu oyuna gelir, evde canının sıkıldığı yalanına inanır, dışarı çıkar ve kaçınılmaz bir şekilde para harcar. ‘Yemeğe çıkmak, sinemaya gitmek, alışveriş yapmak’ bir mutluluk biçimi olarak sunulur. ‘Evde pineklemek, uyuz uyuz oturmak’ gibi tabirlerle de evcimen hayatı küçümsenir. Oysa kapitalizmin bu tezgâhına karşı, Müslüman, evinde mutlu olan adamdır. Bu sebeple bayım, biz evimizi bilinçle ve inatla sevmeye devam edeceğiz. Gerçi kapitalizm, televizyon ve internet aracılığıyla, evdeki adamın da cebindeki paraya gözünü dikmiş durumda. Evine kapanan adamı bile rahat bırakmıyorlar. Şeytan dünyayı bu yüzyılda süslediği kadar hiç süsleyememişti. Kitap’tan uzak duran, dünyanın süslerine aldanacaktır vesselam.”
Yazarın ‘temsil’e dair söylediklerini de çok önemsiyorum: “Temsil ne demek temsil? Karşımızdaki budalalar size bakıp ‘işte din bu!’ diyorlar. Sizin davranış bozukluklarınızı İslâm’a mal ediyorlar. Tamam, onlar budala olmaya budala. Fakat kardeşim, temsil ne demek temsil? Sen Müslümansın mübarek, İslam’ı temsil ediyorsun. Dikkat etsene davranışlarına. Hem başını örtmüşsün hem suratında on kilo makyaj, otobüste dolmuşta kakara kikiri. Biraz ağır ol kardeşim, hatunsun, ağır ol. Edepli ol, hicaplı ol. Erkekler de tuhaflaştı. Düşük belli daracık kotlarla geziyorlar. Ne haysiyet kırıcı. Sakalı bıyığı kesip şalvarı çıkaralı beri heybeti yitirdi Müslüman erkekler.”. “Dindarlara kızıp solcu olanlar var bu ülkede. Saçma. Din hakkında bir hüküm vereceksen dindarlara değil, dinin kaynaklarına bakacaksın birader. Kur’an’a ve sünnete bakacaksın.”
Pek değerli yazarımız AVM’lere de karşı: “Alışveriş merkezleri, modern çağın tapınaklarıdır. Yani bu anlamda, alışveriş bir ritüeldir, bir tapınma biçimidir. Dolayısıyla modern çağın tanrılarını inkâr eden bizim gibi münkirler için, alışveriş merkezlerine gitmek, inanmadığımız bir dinin tapınağında âyin yapmaya zorlanmak gibi bir şeydir.”
Yazarın modernliğe fena halde takık olduğunu anlamak için kitabın birkaç sayfasını okumak yeterli: “Modern insan, liseyi ve üniversiteyi başarıyla tamamlamıştır. Çat pat İngilizce ve çıt pıt kendi anadilini bilir. Bir kamu kuruluşunda ya da bir özel şirkette çalışır. Ayda şu kadar para kazanır. Kazandığı paranın önemli bir bölümünü barınak, giyim, yeme içme gibi konulara ayırır. Kalanını –eğer kalmışsa tabi- yüzde şu kadar faizle bir bankaya yatırıp birikim yapar. Bundan hiçbir şekilde utanç duymaz. Tek amacı daha büyük bir ev ve daha lüks bir arabadır. Bunun için yapması gereken tek şey içinde yükselmektir. İşinde yükselmek için her yolu dener: tükürür, yalar, sırıtır ve yaltaklanır. Aşağıdakilerin omuzlarına basar; yukarıdakilerin ayaklarına sarılır. Sabah işe gider, akşam eve döner. Hafta sonları alışveriş yapar. Milli ve dini bayramlarda tatile çıkar. Akşamları televizyon seyreder, karısıyla çiftleşir, sabahları da çocukları servise bindirip okula yollar. Futbolculardan, mankenlerden, dizi film oyuncularından ve şarkıcılardan müteşekkil renkli ve dejenere bir sınıfın hayatını, ağzının suyunu akıtarak izler: onlara özenir, onları örnek alır. Beş yılda bir, yerel ve genel seçimlerde oy kullanır: seçmek zorunda olduklarından birini özgürce seçer. Çok yer, çok içer, çok uyur, çok konuşur. Kitap okumaz. Düşünmez. Düşünenleri sevmez. Göbekli, aptal ve çirkindir: buna rağmen kendini beğenir: kendini beğenmezse çatlar. Kıskançtır. İhtiraslıdır. Dedikoduya bayılır. Yani sizin anlayacağınız bayım, modern insan ‘iş-alışveriş-televizyon’ üçgeninde yaşayan bir dangalaktır. Hafta içi her gün, sabah sekiz akşam beş arası ‘iş’ denen saçmalığı icra eder. İş dedikleri de iş olsa: birileri herkesi oyalayıp duruyor: bir düzen kurmuşlar: bir oyun oynuyorlar: asık suratlı, ceketli kravatlı, parfümlü traşlı da bir isim koymuşlar: ‘iş.’ Hafta içi her gün, sabah sekiz akşam beş: çalışın bakalım insancıklar!”
“Canım annem. Hakkını nasıl öderim ben onun? Otuzumdan sonra yine geldim işte kapına anne. Ben hâlâ on yaşındaymışım gibi nasıl da şefkatle bakıyor. Kurban olurum sana. Vefakar Anadolu kadını benim annem. Fedakar mümin kadın. Kendini kocasına ve çocuklarına vakfetmiş, onlar için yaşamış cefakar kadın. Efendimiz aleyhisselam ‘Bir kadın namazını kılar, orucunu tutar, namusunu korur ve kocası kendinden razı olursa, cennete istediği kapısından girer’ buyuruyor. Gel de anlat modern kızlara! Mübarek kadın: ayaklarının altından öpmek isterim; ama bilmem layık mıyım ben o cennete? Babam bir memur maaşıyla, üstelik kiralarda, borç harç, üç çocuk yetiştirmişse, bu biraz da annemin kahramanlığıdır. Bir lokma ekmek israf edilmiş midir acaba bizim evimizde? Babam kursağımızdan bir lokma haram geçirmiş midir acaba? Antep’teydik; bir şekilde faizli bir para geçmiş babamın eline, ben henüz okula gitmiyordum o zamanlar, ama gayet iyi hatırlıyorum, parayı elbise dolabının üstüne koymuş, ‘Buna sakın dokunmayın’ diye annemle bana sıkı sıkı tembih etmişti. İlk fırsatta götürüp bir yerlere vermişti parayı. Babamın o sert tavrı bugün bile aklımdadır. Anneme sorduğumda, ‘Faiz, pis para’ demişti sadece. Çocuk ilk eğitimini ailede alıyor işte.”
Kapitalizmin en büyük numarasını öğrenmeye var mısınız? O halde gelin Ömer Faruk Dönmez’e kulak verelim: “Hani biz yobazlar kadını kafes arkasına hapsetmekle suçlanırız ya, bu müthiş bir dalavere biliyor musun? Evdeki kadının ‘özgür kadın / asil kadın’ demek olduğunu nasıl anlatalım şimdi, bu çağın insanına? Sokaktaki kadının sömürüye malzeme olduğunu nasıl anlatalım? Kapitalizmin en büyük numarasının, kadını evden çıkarmak olduğunu nasıl anlatalım? Dinleyin beni ey çağımın insanları: Şu işin üstesinden gelelim: Bugün kapitalizmin en büyük numarası, evden çıkmış kadındır. Çünkü kadının süslenip püslenip evden çıkması, erkeğin yoldan çıkması anlamına gelir. Tabi bu söylediğimi ancak delikanlı, dürüst adamlar bilirler ve itiraf ederler. İster okula ister işe gitsin, bu şartlar altında, evden çıkmış kadın, yoldan çıkmış erkek demektir. Ben ayrıntılara girmek istemiyorum; azıcık dürüst olup daha geniş bir çerçevede düşünürseniz, evden çıkan kadının, daha çok ahlaki yıkım ve daha çok harcama anlamına geldiğini göreceksiniz. Bu yüzden kapitalizm, kadının evde oturmasını istemez. Çalışan kadın ‘modern kadın’dır değil mi? Ben iddia ediyorum ki kişisel ve toplumsal ve cinsel dengeler, kadının evden sokağa çıkmasıyla bozulmuştur. Modernizm, yeni bir erkek tipi tasarlamamıştır; sadece yeni bir kadın tipi tasarlamıştır. Kadını dizayn ettiğinizde, erkeği ve toplumu dizayn ediyorsunuz demektir. Bir toplumun durumu, kadının durumuna bakılarak anlaşılabilir.”
“Teknolojik olarak ‘seviyesi’ bizden üstün görünen; ama ahlaki olarak bunalımlar yaşayan bir çağdaşımıza karşı tavrımız ne olacaktır? Ahmaklar bu soruya ‘Teknolojik olarak o seviyeye ulaşacağız; fakat ahlaki olarak onları örnek almayacağız!’ şeklinde cevap verecekler. İyi de artık en aptal sosyologlar bile biliyor ki, teknolojik bir ürünü ithal ettiğinde, o ürünün kültürünü de ithal ediyorsun. Mesela televizyonu alıyorsun, televizyonun kültürünü ve ahlakını da alıyorsun. Bunları birbirinden nasıl ayıracaksın? Cep telefonunu alıyorsun, cep telefonunun kültürünü, ahlakını da alıyorsun: bir mecliste tatlı tatlı sohbet ederken telefonun çalıyor, pardon deyip kalkıp gidiyorsun, var mı bizde böyle bir sohbet adâbı? Ha? Allah aptallardan korusun. Görüldüğü gibi ‘çağdaşların seviyesine ulaşmak’ da içi boş ve uyduruk sözlerden biridir. Bu anlamda ‘geri kalmışlık’la ilgili bir telaşa da gerek yok demektir. İstediğim yerde kalırım; istediğim kadar geride kaırım; sizin gittiğiniz yere gitmek istemiyorum; bir yere geciktiğimi de düşünmüyorum, sizin gittiğiniz yere gitmeyerekk bir şeylerden mahrum kaldığımı da düşünmüyorum. Ben kendim olarak burada kalmak istiyorum: siz buna ‘geri kalmak’ deseniz de!”
Daha fazla spoiler vererek iştahınızı kaçırmak istemiyorum ve burada kesiyorum. Aslında tüm bu alıntılardan sonra anladım ki yazar kitap boyunca çok da fazla güldürmüyor. Yer yer düşündürüyor; ama daha fazla tenkit ediyor. Neyi mi? Pek çok şeyi; fakat en çok da kapitalizm ve modernizmi… Ve hatta birçok kere de dindarları… Ömer Faruk Dönmez’i ilk defa okuyan birisi olarak Bir Yobazın Günlüğü’nü beğendim. O kadar çok yerin altını çizmişim ki! Bunların hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Siz değerli okuyuculara tadımlık bir şeyler sunabildiğimi düşünüyorum. Bu tür konulara ilgi duyuyorsanız kitabı okuduğunuzda beğeneceğinizi tahmin ediyorum.
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
10 Ocak 2020 Cuma
9 Ocak 2020 Perşembe
Tanpınar'ın Beş Şehir'deki estetik arayışı
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri, bir çeşit Anadolu Türk İslam tarihi gibi okunabilir ve okunmalıdır. Yazar, bu beş şehir ekseninde Anadolu Türklüğünün başlangıcı olan Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Meydan Muharebesine kadar geçen süreci önemli duraklarda öne çıkan motifler eşliğinde gözler önüne seriyor. Erzurum’da Anadolu’nun kapılarını Türklere açan yazar, Konya’da Anadolu Selçuklularının iktidarını ve iktidar mücadelesini ele alıyor, Bursa’da Osmanlı’nın kuruluş dönemini bütün derinliği ve samimiyetiyle anlatıyor, İstanbul’da ise yükseliş ve yıkılışın öyküsünü Osmanlı estetiğindeki inceliklerle birlikte ele alıyor, Ankara’da ise Roma ve Bizans dönemi ile Milli Mücadele dönemini gözler önüne seriyor.
Yazar bize şehirleri tanıtmanın ötesinde şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş Türk-İslam motiflerini şiirsel bir dille betimliyor. Adeta sihirli bir kürenin başında zamanda yolculuğa çıkarak tarihin tozlu sayfaları arasında fantastik bir yolculuk yaptırıyor okuyucuya. Cümleler dilimizde rüzgârla dans eden birer uçan halıya dönüşüyor. Yaşayan kentleri anlatmak yerine belleklerimizden silinen şehirleri anlatıyor. Bunu yaparken baktığı her şeyi maziden kopup gelen bir zarafetle görüyor ve onda maziye ait ama bizde de ruhen mevcut bir sırra erişiyor.
Kadim kültürümüzün önemli bir parçası olan sohbet, kitapta kendine yer buluyor. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ ederken ve daha sonraki süreçte önemli kararları alırken musahabeden faydalanmış, Türk devletleri kurultay veya divan gibi teşkilatlarda önemli kararları musahabe ile almıştır. Ayrıca toplumsal yaşantımızda da sohbetin vazgeçilmez bir yeri vardır. Uzun kış gecelerinde sıcak soba ve çay eşliğinde doyumsuz sohbetler yapan ceddimiz bu sayede pek çok müşkülü çözerken toplumsal barışı da sağlamamıştır. Yazar da eserini bir sohbet üslubuyla oluştururken bulunduğu şehirlerdeki -özellikle Erzurum’da- sohbetlerinden de ayrıntılı olarak bahsediyor.
Yazar Anadolu’nun sırrını şiirde, müzikte, türküde, mimaride buluyor. “Yemen türküsü ile ona benzeyen türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar.” diyerek, Anadolu insanının bütün acılarını, kaygılarını, korkularını hülasa varoluş sancılarını bir cümleyle betimliyor.
Ankara, iki uzak tarihin ortasında kalmış bir cumhuriyet şehridir Tanpınar’a göre. Bir yanda Roma ve Bizans mimarisi bir yanda Selçuklu ve Saltuklulara ait Türk mimarisi iç içe geçmiş gibidir. Hacı Bayram Veli Camii’nin bir Roma yapısının yanı başında bulunuşuna dikkat çekiyor yazar. Ankara’ya dair notlarında Selçuklulardan kısaca bahsederken daha ziyade Milli Mücadele ekseninde bir Ankara portresi çiziyor. Burada esas dikkat çeken unsur diğer şehirlere nazaran Ankara’nın anlatıldığı bölümün daha ruhsuz görünmesidir. Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın Türk-İslam estetiğinden nispeten daha az nasiplenmiş olması yatar. Ayrıca yazar Ankara’nın görüntüsüne dair: “Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yıkarak çıkmış denebilir.” diyerek şehirdeki ruhsuzluğun biraz da bu sebeple olduğunu belirtir. Ayrıca, Ankara Kalesi Selçuklu sultanları ve vezirleri arasındaki iktidar mücadelelerinin en kanlı olaylarına sahne olurken Yıldırım Bayezit Timur’a karşı Ankara Ovasında yenildi ve Osmanlı tarihinin en hazin olaylarından biri yaşandı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü Ankara’dan bahsederken kullanılan dilin kuru olması bir parça anlaşılabilir sanıyorum.
Erzurum’la ilgili bölümde karşımıza Binbir gece Masalları'ndan çıkmış mistik bir Doğu şehri çıkıyor. Mazisiyle birlikte yaşamaya devam eden bir şehir Erzurum. Musiki bu bölümde önemli bir yer tutuyor. Çoban türküleri, gurbet türküleri, uzun havalar karlı Erzurum yaylalarından esen yeller gibi kapı ve pencerelerden hayatlara giriyor.
Malazgirt Meydan Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan ve Milli Mücadele’nin ilk kongresini Erzurum’da yaparak kurtuluş hareketini bir anlamda Erzurum’dan başlatan Atatürk arasında bir ilişki de kuruyor yazar.
Erzurum daha çok uzun kış gecelerinde sıcak soba ve semaver çayı eşliğinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerle, eşkıya ve halk hikâyeleriyle yer ediyor yazarın zihninde. İran’dan Trabzon’a giden ticaret kervanlarının uğrak yeri olan şehir, yüzlerce yıl boyunca mamur oluşunu buna borçludur. Ticaret yollarının değişimi şehrin de kaderini değiştirmiştir. Ancak Erzurum’a esas yıkıcı etkiyi Rus ve Ermeni saldırıları yapacaktır.
Kitabın Konya’ya dair bölümünde acıklı bir Anadolu Selçukluları tarihi okuyoruz. Gerek sultanların gerekse vezirlerin aralarında yaşanan iktidar mücadelelerinden nasibini alıyor Konya. Yazarın Konya’ya dair esas üzerinde durduğu unsur ise tasavvuftur. Hem Sünni akideye uygun hem de Sünni akideye aykırı pek çok tarikatın bu dönem siyasetinde etkin rol oynadıklarından bahsediyor.
Yazar Konya’yı Mevlana ve şiirle birlikte anıyor. Mevlana ile Yunus’u kıyasladığı bir bölümde Yunus’un dilinin çok daha kuru olduğunu söylüyor. Mevlana’daki anlam derinliğini belirttikten sonra “Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak geliyor.” diyerek Yunus’taki açıklığı dile getiriyor.
Bursa en çok sudur yazara göre. Kuruluş devrinin bütün samimiyeti ve derinliği Bursa’da görülebilir. Yeşilin ve suyun raksı her devirde seyredilir Bursa’da. Bursa biraz da aşktır. Orhan Bey ve Nilüfer Hatun arasındaki aşk, Abdurrahman Gazi’ye kalenin anahtarını veren Bizans güzeli Bursa’yı ve kuruluş devrini aşkla özdeşleştiriyor. Yazar Bursa ve aşk arasındaki ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.”
Kitabın önemli bir kısmını İstanbul’a ayırıyor yazar. Şüphesiz bu durum İstanbul’un izleğimizdeki yerinin daha geniş olmasıyla ilgilidir. Diğer şehirleri derli toplu bir şekilde anlatan yazar, İstanbul faslında önce daldan dala atlıyor daha sonra sistemli bir bütün oluşturuyor. Bu da kuşkusuz İstanbul’un alınması zor, yüksek ve sağlam surların ardındaki bir şehir gibi anlatılmasının da zor olmasıyla ilgili bir durumdur.
Önce kişisel hatıralar ve eski mahallelerle Osmanlı mimarisini anlatan yazar ardından selâtin camilerden, köşklerden, yalılardan, köşe adını verdiği mezar ve çeşmelerden yangınlardan ve yangın sonrası yağmalardan, kahve kültürü ve Beyoğlu gecelerinden uzun uzun bahsediyor. Özellikle XVII. yüzyıl mimarisinin estetik zevk itibariyle özgün ve üstün olduğunun altını çiziyor. İstanbul yazar için Osmanlı estetiğidir. Yazar anlattığı her ayrıntıda estetik bir incelik bulmaya çalışıyor. Yazar İstanbul’u anlatırken okuyucuda bir girdap hissi uyandırıyor. Her isim, her figür, her motif tekrar tekrar iç içe giriyor. Bu durumu izah ederken geçmiş zamanın insanı bir kuyu gibi içine çektiğini söylüyor. Yine geçmişe dair motiflerle ilgili olarak: “Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluktur.” diyerek bütün bu eserlere esas büyüklüğünü veren şeyin Osmanlı’yı oluşturan bütünlük hissi olduğunu vurguluyor.
Tanpınar’ın dili bütün bir imparatorluk dilidir. Onun dilini anlamak için bütün eserlerini Osmanlı’yı oluşturan dinamikleri göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu gibi süslü, yoğun, kapalı ve asil bir dil oluşturur Tanpınar. Onun eserlerini sadeleştirmek bütün büyüsünü bozmak demektir. Onun dilinden zevk almak için bütün bir imparatorluğun estetiğine hâkim olmak gerekir. Sadece şu ifadeler bile ne demek istediğimizi izaha kâfi gelir: “Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bugünü yaşamamız kabildir.”
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Yazar bize şehirleri tanıtmanın ötesinde şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş Türk-İslam motiflerini şiirsel bir dille betimliyor. Adeta sihirli bir kürenin başında zamanda yolculuğa çıkarak tarihin tozlu sayfaları arasında fantastik bir yolculuk yaptırıyor okuyucuya. Cümleler dilimizde rüzgârla dans eden birer uçan halıya dönüşüyor. Yaşayan kentleri anlatmak yerine belleklerimizden silinen şehirleri anlatıyor. Bunu yaparken baktığı her şeyi maziden kopup gelen bir zarafetle görüyor ve onda maziye ait ama bizde de ruhen mevcut bir sırra erişiyor.
Kadim kültürümüzün önemli bir parçası olan sohbet, kitapta kendine yer buluyor. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ ederken ve daha sonraki süreçte önemli kararları alırken musahabeden faydalanmış, Türk devletleri kurultay veya divan gibi teşkilatlarda önemli kararları musahabe ile almıştır. Ayrıca toplumsal yaşantımızda da sohbetin vazgeçilmez bir yeri vardır. Uzun kış gecelerinde sıcak soba ve çay eşliğinde doyumsuz sohbetler yapan ceddimiz bu sayede pek çok müşkülü çözerken toplumsal barışı da sağlamamıştır. Yazar da eserini bir sohbet üslubuyla oluştururken bulunduğu şehirlerdeki -özellikle Erzurum’da- sohbetlerinden de ayrıntılı olarak bahsediyor.
Yazar Anadolu’nun sırrını şiirde, müzikte, türküde, mimaride buluyor. “Yemen türküsü ile ona benzeyen türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar.” diyerek, Anadolu insanının bütün acılarını, kaygılarını, korkularını hülasa varoluş sancılarını bir cümleyle betimliyor.
Ankara, iki uzak tarihin ortasında kalmış bir cumhuriyet şehridir Tanpınar’a göre. Bir yanda Roma ve Bizans mimarisi bir yanda Selçuklu ve Saltuklulara ait Türk mimarisi iç içe geçmiş gibidir. Hacı Bayram Veli Camii’nin bir Roma yapısının yanı başında bulunuşuna dikkat çekiyor yazar. Ankara’ya dair notlarında Selçuklulardan kısaca bahsederken daha ziyade Milli Mücadele ekseninde bir Ankara portresi çiziyor. Burada esas dikkat çeken unsur diğer şehirlere nazaran Ankara’nın anlatıldığı bölümün daha ruhsuz görünmesidir. Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın Türk-İslam estetiğinden nispeten daha az nasiplenmiş olması yatar. Ayrıca yazar Ankara’nın görüntüsüne dair: “Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yıkarak çıkmış denebilir.” diyerek şehirdeki ruhsuzluğun biraz da bu sebeple olduğunu belirtir. Ayrıca, Ankara Kalesi Selçuklu sultanları ve vezirleri arasındaki iktidar mücadelelerinin en kanlı olaylarına sahne olurken Yıldırım Bayezit Timur’a karşı Ankara Ovasında yenildi ve Osmanlı tarihinin en hazin olaylarından biri yaşandı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü Ankara’dan bahsederken kullanılan dilin kuru olması bir parça anlaşılabilir sanıyorum.
Erzurum’la ilgili bölümde karşımıza Binbir gece Masalları'ndan çıkmış mistik bir Doğu şehri çıkıyor. Mazisiyle birlikte yaşamaya devam eden bir şehir Erzurum. Musiki bu bölümde önemli bir yer tutuyor. Çoban türküleri, gurbet türküleri, uzun havalar karlı Erzurum yaylalarından esen yeller gibi kapı ve pencerelerden hayatlara giriyor.
Malazgirt Meydan Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan ve Milli Mücadele’nin ilk kongresini Erzurum’da yaparak kurtuluş hareketini bir anlamda Erzurum’dan başlatan Atatürk arasında bir ilişki de kuruyor yazar.
Erzurum daha çok uzun kış gecelerinde sıcak soba ve semaver çayı eşliğinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerle, eşkıya ve halk hikâyeleriyle yer ediyor yazarın zihninde. İran’dan Trabzon’a giden ticaret kervanlarının uğrak yeri olan şehir, yüzlerce yıl boyunca mamur oluşunu buna borçludur. Ticaret yollarının değişimi şehrin de kaderini değiştirmiştir. Ancak Erzurum’a esas yıkıcı etkiyi Rus ve Ermeni saldırıları yapacaktır.
Kitabın Konya’ya dair bölümünde acıklı bir Anadolu Selçukluları tarihi okuyoruz. Gerek sultanların gerekse vezirlerin aralarında yaşanan iktidar mücadelelerinden nasibini alıyor Konya. Yazarın Konya’ya dair esas üzerinde durduğu unsur ise tasavvuftur. Hem Sünni akideye uygun hem de Sünni akideye aykırı pek çok tarikatın bu dönem siyasetinde etkin rol oynadıklarından bahsediyor.
Yazar Konya’yı Mevlana ve şiirle birlikte anıyor. Mevlana ile Yunus’u kıyasladığı bir bölümde Yunus’un dilinin çok daha kuru olduğunu söylüyor. Mevlana’daki anlam derinliğini belirttikten sonra “Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak geliyor.” diyerek Yunus’taki açıklığı dile getiriyor.
Bursa en çok sudur yazara göre. Kuruluş devrinin bütün samimiyeti ve derinliği Bursa’da görülebilir. Yeşilin ve suyun raksı her devirde seyredilir Bursa’da. Bursa biraz da aşktır. Orhan Bey ve Nilüfer Hatun arasındaki aşk, Abdurrahman Gazi’ye kalenin anahtarını veren Bizans güzeli Bursa’yı ve kuruluş devrini aşkla özdeşleştiriyor. Yazar Bursa ve aşk arasındaki ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.”
Kitabın önemli bir kısmını İstanbul’a ayırıyor yazar. Şüphesiz bu durum İstanbul’un izleğimizdeki yerinin daha geniş olmasıyla ilgilidir. Diğer şehirleri derli toplu bir şekilde anlatan yazar, İstanbul faslında önce daldan dala atlıyor daha sonra sistemli bir bütün oluşturuyor. Bu da kuşkusuz İstanbul’un alınması zor, yüksek ve sağlam surların ardındaki bir şehir gibi anlatılmasının da zor olmasıyla ilgili bir durumdur.
Önce kişisel hatıralar ve eski mahallelerle Osmanlı mimarisini anlatan yazar ardından selâtin camilerden, köşklerden, yalılardan, köşe adını verdiği mezar ve çeşmelerden yangınlardan ve yangın sonrası yağmalardan, kahve kültürü ve Beyoğlu gecelerinden uzun uzun bahsediyor. Özellikle XVII. yüzyıl mimarisinin estetik zevk itibariyle özgün ve üstün olduğunun altını çiziyor. İstanbul yazar için Osmanlı estetiğidir. Yazar anlattığı her ayrıntıda estetik bir incelik bulmaya çalışıyor. Yazar İstanbul’u anlatırken okuyucuda bir girdap hissi uyandırıyor. Her isim, her figür, her motif tekrar tekrar iç içe giriyor. Bu durumu izah ederken geçmiş zamanın insanı bir kuyu gibi içine çektiğini söylüyor. Yine geçmişe dair motiflerle ilgili olarak: “Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluktur.” diyerek bütün bu eserlere esas büyüklüğünü veren şeyin Osmanlı’yı oluşturan bütünlük hissi olduğunu vurguluyor.
Tanpınar’ın dili bütün bir imparatorluk dilidir. Onun dilini anlamak için bütün eserlerini Osmanlı’yı oluşturan dinamikleri göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu gibi süslü, yoğun, kapalı ve asil bir dil oluşturur Tanpınar. Onun eserlerini sadeleştirmek bütün büyüsünü bozmak demektir. Onun dilinden zevk almak için bütün bir imparatorluğun estetiğine hâkim olmak gerekir. Sadece şu ifadeler bile ne demek istediğimizi izaha kâfi gelir: “Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bugünü yaşamamız kabildir.”
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
7 Ocak 2020 Salı
İnsanın ve aşkın belirsizliği arasında var olmak
"İki kadın bir adam, aşk çekilir aradan."
- Yıldız Tilbe
Ülke insanını ve onun duygularını iyi tanıyan, iyi okuyabilen yazarların romanları, en kuvvetli psikolojik metinleri içeriyor. Bu anlamda psikoloji biliminin her şeyini, evet her şeyini edebiyata borçlu olması çok doğal. Bir yandan Dostoyevski, diğer yandan Ahmet Hamdi Tanpınar okuyup da bir insanın metinlerin içine gömülmüş fakat diğer yandan hem acımasız hem de yalın bir formda yazılmış insan ruhuna dair duyguları, hisleri keşfetmesi bambaşka bir zevk. Günümüz Türk edebiyatında da bu ekolü kendi hâlinde, sessiz sakin ama derinden sürdüren yazarlar var elbette. Özellikle Behçet Çelik, Kemal Varol, Nermin Yıldırım, Şule Gürbüz gibi isimlerin gerek dilleriyle gerek kurgularıyla mutlaka takip edilmesi, dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum.
2019'un sonlarına doğru Behçet Çelik'in İletişim Yayınları'na geçtiğini gözledik. Önce Belleğin Girdapları, peşinden Dünyanın Uğultusu ve nihayet Soluk Bir An ile üç romanı peş peşe okura sunuldu. Yakında, 2008 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen kitabı Gün Ortasında Arzu da okurla yeniden buluşacak. Benim gibi boyut, font ve kapak takıntısı oldukça fazla olan okurlar için bu yayınevi değişikliği pek sevindirici. Diğer eserleri de transfer olduğunda kitaplıklarda ciddi bir raf tutacak Behçet Çelik. Görünürlük ve dolayısıyla okunurluk anlamında hayırlı olmasını temenni edip kitaba geçiyorum.
İnsanın belirsizliği ile aşkın belirsizliği arasında salınan bir roman Soluk Bir An. Gençken kendine denenmemiş, yürünmemiş yollar bulmaya çabalayan ama zaman geçtikçe aslında özgürlüğünü değil de güvenliğini aradığına inanan bir karakter var karşımızda: Taner. Zaman denen kavramla çok ciddi bir polemiği var. Ne geçmişle ilgilenmek istiyor ne de gelecekle. Bir tutkusunun olup olmadığını sorgularken bile işte bu zaman açmazından yararlanmaya çabalıyor. Ne ki ona kendini tam manasıyla hissettiriyor, işte zaman orada, an orada. Zaten anılar da orada değil mi? Vaktin değerini, kıymetini ölçemeyecek kadar kendimizi kaybettiğimiz duygular değil midir anılar? Bundan olsa gerek, sonradan sadece gözümüzde canlandırabiliyoruz anıları. O duyguları, hisleri yeniden hissedemiyoruz. Sadece hatırlayabiliyoruz. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği' yapışır Taner'in yakasına tüm bu sorgulamalar içinde. Evlidir ayrıca, Yasemin'le. Oğlu da vardır, Cem. Ancak Yasemin'in en yakın arkadaşı, eve sık sık girip çıkan Esra çokça aklını karıştırır. Sanki eşiyle beraber tükettiği duygular Esra'da yankı bulacaktır. Neticede Taner'in umududur bu. Ne Esra'nın haberi vardır bundan ne de Yasemin'in haberi. Cem ise babasının gençliğini yaşar bütünüyle; baba tarafından sevgi görmeyen, işin tuhafı sevgisizlik de görmeyen, evle olan irtibatını anneyle ve televizyonla kurmuş modern zamanların klasik çocuğu.
"İnsan ömrünü kendine bir benlik, kişilik oluşturmakla geçiriyor, sonra gün geliyor önündeki en büyük engelin bunlar olduğunu fark ediyor" diye yazmış Behçet Çelik. Yazarın, Taner'in, Yasemin'in, Esra'nın, gelecek zamanlarında Cem'in ve kitabı okuyan okurun tam da şu zamanlarda en çok yaşadığı his. Benliğin gölgesinde serinleyeceğini zannederken orada kavrulmak ve kavrulduğunun da farkına bir türlü varamamak. Çünkü "herkesin kendini övdüğü bir çağda yaşıyordu. Kimse utanmıyor bundan. Giderek daha yüksek sesle daha çok övüyorlar kendilerini, yapıp ettiklerini...". Evlilikte de dostlukta da aynı şeyleri yapmanın değil, aynı şeylerin yapmamaman ve bu yapamayıştaki anlayışın bir temel olduğunu hatırlatıyor Taner'in ilişkisi. Hep tersinin doğru olduğu, aynı şeyleri sevmenin değerli olduğu söylenir. Aynı şeyleri yapmakta sorun yok, peki yapamazken sorun var mı? İşte her türlü ilişkinin yüz puanlık uzmanlık sorusu. Behçet Çelik, buna benzer bir terslik daha işliyor romanda. "Bir insanı başka bir insanla aldatırız sanmak ne kadar yanlış. Bir insanı ancak onunla aldatırız. Ona başka biri muamelesi yaptığımızda." diyor. Hayatımızdaki en önemli insanları başka birilerinin yerine koyduğumuzda ilişkilerin derinliği kaybolur, taşlar yosun tutar, çamaşırlar kirli kalır, dilden söz çıkmaz. Hayat koca bir illüzyona dönüşür. Ne acı ki bu illüzyona başkası tarafından maruz bırakılmayız böyle durumlarda, basbayağı bir kurmuşuzdur bu tuzağı kendimize.
Taner basit bir Yasemin-Esra arası salınma yaşamıyor. Arkadaşlarıyla da ilişkisini gözden geçiriyor, çocuğuyla da. Böylece hayata topyekun kafa tuttuğu anlar yaşıyor. Sıkılıyor, terliyor, bunalıyor. Bazı acıların gençken atlatılacağına inanıyor, belleğin bunca acıyı nerede sakladığını sorguluyor, hatıraların da pas tutabileceğini düşünüyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerde derdin, samimiyetin ve yük oluşun kapladığı yeri çözüyor: "Kimsenin kimseye ilaç olmayacağından adı gibi emin; bir insanın bir başkası için yapabileceği tek şeyin ona dert, yük olmamak olduğuna inanıyor."
Roman ilerledikçe ve Taner bize hafızanın hem acımasızlığını hem de kudretini hatırlattıkta, başka başka karakterlere bürünüyor sanki. Oğuz Atay'ın Hikmet Benol'u, Yusuf Atılgan'ın Bay C.'si, Franz Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve benim çok ama çok sevdiğim Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu, hatta belki de Siddhartha'sı... Ne istiyor bu adam, kimin karakterine bürünmeye çalışıyor, yaşamdan en büyük beklentisi ne, bu yaşadığı bezginlik mi depresyon mu yılgınlık mı, tüm zamanları kendi düşüncelerinde ağırlayıp kahraman mı olmak istiyor diye düşünürken okur, ansızın söyleyiveriyor memnuniyetsiz oluşunun ardındaki hassasiyeti ve öfkeyi: "Lüzumsuz yere ne kadar önemsiyoruz kendimizi, duygularımızı açıklamıyor, diplomatik demeçler veriyoruz her seferinde; sözlerimizle haklar kazanılıp gasp edilecek, ülkeler, sınırlar değişecekmiş gibi. Bizi yıllar sonra da haklı çıkaracağını umduğumuz laflar geveliyoruz ağzımızda. Zamana hâkim olacağımızı sanıyoruz böyle yapınca; ellerimizin arasındaki yegâne zaman kayıp gidiyor; görmüyoruz."
Romanın başındaki tansiyon nasılsa, sona doğru da öyle ilerliyor. Bunu bir okur olarak muazzam buluyorum. Büyük ümitler vermiyor, iddialı bir son hazırlamıyor, mutluluk ve mutsuzluk ötesinde, çok başka duyguların ve hislerin peşinden gidip okuru hiç de rahatsız etmeden bir ışık tutmaya çabalıyor. Tıpkı Taner gibi aslında. En çok da şunu söylüyor biterken: "Herkesin birbirine yalan söylemek zorunda olduğu bir düzeni vardı dünyanın. 'Yalan dünya' dedikleri bundan başka bir şey değildi."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Yıldız Tilbe
Ülke insanını ve onun duygularını iyi tanıyan, iyi okuyabilen yazarların romanları, en kuvvetli psikolojik metinleri içeriyor. Bu anlamda psikoloji biliminin her şeyini, evet her şeyini edebiyata borçlu olması çok doğal. Bir yandan Dostoyevski, diğer yandan Ahmet Hamdi Tanpınar okuyup da bir insanın metinlerin içine gömülmüş fakat diğer yandan hem acımasız hem de yalın bir formda yazılmış insan ruhuna dair duyguları, hisleri keşfetmesi bambaşka bir zevk. Günümüz Türk edebiyatında da bu ekolü kendi hâlinde, sessiz sakin ama derinden sürdüren yazarlar var elbette. Özellikle Behçet Çelik, Kemal Varol, Nermin Yıldırım, Şule Gürbüz gibi isimlerin gerek dilleriyle gerek kurgularıyla mutlaka takip edilmesi, dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum.
2019'un sonlarına doğru Behçet Çelik'in İletişim Yayınları'na geçtiğini gözledik. Önce Belleğin Girdapları, peşinden Dünyanın Uğultusu ve nihayet Soluk Bir An ile üç romanı peş peşe okura sunuldu. Yakında, 2008 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen kitabı Gün Ortasında Arzu da okurla yeniden buluşacak. Benim gibi boyut, font ve kapak takıntısı oldukça fazla olan okurlar için bu yayınevi değişikliği pek sevindirici. Diğer eserleri de transfer olduğunda kitaplıklarda ciddi bir raf tutacak Behçet Çelik. Görünürlük ve dolayısıyla okunurluk anlamında hayırlı olmasını temenni edip kitaba geçiyorum.
İnsanın belirsizliği ile aşkın belirsizliği arasında salınan bir roman Soluk Bir An. Gençken kendine denenmemiş, yürünmemiş yollar bulmaya çabalayan ama zaman geçtikçe aslında özgürlüğünü değil de güvenliğini aradığına inanan bir karakter var karşımızda: Taner. Zaman denen kavramla çok ciddi bir polemiği var. Ne geçmişle ilgilenmek istiyor ne de gelecekle. Bir tutkusunun olup olmadığını sorgularken bile işte bu zaman açmazından yararlanmaya çabalıyor. Ne ki ona kendini tam manasıyla hissettiriyor, işte zaman orada, an orada. Zaten anılar da orada değil mi? Vaktin değerini, kıymetini ölçemeyecek kadar kendimizi kaybettiğimiz duygular değil midir anılar? Bundan olsa gerek, sonradan sadece gözümüzde canlandırabiliyoruz anıları. O duyguları, hisleri yeniden hissedemiyoruz. Sadece hatırlayabiliyoruz. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği' yapışır Taner'in yakasına tüm bu sorgulamalar içinde. Evlidir ayrıca, Yasemin'le. Oğlu da vardır, Cem. Ancak Yasemin'in en yakın arkadaşı, eve sık sık girip çıkan Esra çokça aklını karıştırır. Sanki eşiyle beraber tükettiği duygular Esra'da yankı bulacaktır. Neticede Taner'in umududur bu. Ne Esra'nın haberi vardır bundan ne de Yasemin'in haberi. Cem ise babasının gençliğini yaşar bütünüyle; baba tarafından sevgi görmeyen, işin tuhafı sevgisizlik de görmeyen, evle olan irtibatını anneyle ve televizyonla kurmuş modern zamanların klasik çocuğu.
"İnsan ömrünü kendine bir benlik, kişilik oluşturmakla geçiriyor, sonra gün geliyor önündeki en büyük engelin bunlar olduğunu fark ediyor" diye yazmış Behçet Çelik. Yazarın, Taner'in, Yasemin'in, Esra'nın, gelecek zamanlarında Cem'in ve kitabı okuyan okurun tam da şu zamanlarda en çok yaşadığı his. Benliğin gölgesinde serinleyeceğini zannederken orada kavrulmak ve kavrulduğunun da farkına bir türlü varamamak. Çünkü "herkesin kendini övdüğü bir çağda yaşıyordu. Kimse utanmıyor bundan. Giderek daha yüksek sesle daha çok övüyorlar kendilerini, yapıp ettiklerini...". Evlilikte de dostlukta da aynı şeyleri yapmanın değil, aynı şeylerin yapmamaman ve bu yapamayıştaki anlayışın bir temel olduğunu hatırlatıyor Taner'in ilişkisi. Hep tersinin doğru olduğu, aynı şeyleri sevmenin değerli olduğu söylenir. Aynı şeyleri yapmakta sorun yok, peki yapamazken sorun var mı? İşte her türlü ilişkinin yüz puanlık uzmanlık sorusu. Behçet Çelik, buna benzer bir terslik daha işliyor romanda. "Bir insanı başka bir insanla aldatırız sanmak ne kadar yanlış. Bir insanı ancak onunla aldatırız. Ona başka biri muamelesi yaptığımızda." diyor. Hayatımızdaki en önemli insanları başka birilerinin yerine koyduğumuzda ilişkilerin derinliği kaybolur, taşlar yosun tutar, çamaşırlar kirli kalır, dilden söz çıkmaz. Hayat koca bir illüzyona dönüşür. Ne acı ki bu illüzyona başkası tarafından maruz bırakılmayız böyle durumlarda, basbayağı bir kurmuşuzdur bu tuzağı kendimize.
Taner basit bir Yasemin-Esra arası salınma yaşamıyor. Arkadaşlarıyla da ilişkisini gözden geçiriyor, çocuğuyla da. Böylece hayata topyekun kafa tuttuğu anlar yaşıyor. Sıkılıyor, terliyor, bunalıyor. Bazı acıların gençken atlatılacağına inanıyor, belleğin bunca acıyı nerede sakladığını sorguluyor, hatıraların da pas tutabileceğini düşünüyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerde derdin, samimiyetin ve yük oluşun kapladığı yeri çözüyor: "Kimsenin kimseye ilaç olmayacağından adı gibi emin; bir insanın bir başkası için yapabileceği tek şeyin ona dert, yük olmamak olduğuna inanıyor."
Roman ilerledikçe ve Taner bize hafızanın hem acımasızlığını hem de kudretini hatırlattıkta, başka başka karakterlere bürünüyor sanki. Oğuz Atay'ın Hikmet Benol'u, Yusuf Atılgan'ın Bay C.'si, Franz Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve benim çok ama çok sevdiğim Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu, hatta belki de Siddhartha'sı... Ne istiyor bu adam, kimin karakterine bürünmeye çalışıyor, yaşamdan en büyük beklentisi ne, bu yaşadığı bezginlik mi depresyon mu yılgınlık mı, tüm zamanları kendi düşüncelerinde ağırlayıp kahraman mı olmak istiyor diye düşünürken okur, ansızın söyleyiveriyor memnuniyetsiz oluşunun ardındaki hassasiyeti ve öfkeyi: "Lüzumsuz yere ne kadar önemsiyoruz kendimizi, duygularımızı açıklamıyor, diplomatik demeçler veriyoruz her seferinde; sözlerimizle haklar kazanılıp gasp edilecek, ülkeler, sınırlar değişecekmiş gibi. Bizi yıllar sonra da haklı çıkaracağını umduğumuz laflar geveliyoruz ağzımızda. Zamana hâkim olacağımızı sanıyoruz böyle yapınca; ellerimizin arasındaki yegâne zaman kayıp gidiyor; görmüyoruz."
Romanın başındaki tansiyon nasılsa, sona doğru da öyle ilerliyor. Bunu bir okur olarak muazzam buluyorum. Büyük ümitler vermiyor, iddialı bir son hazırlamıyor, mutluluk ve mutsuzluk ötesinde, çok başka duyguların ve hislerin peşinden gidip okuru hiç de rahatsız etmeden bir ışık tutmaya çabalıyor. Tıpkı Taner gibi aslında. En çok da şunu söylüyor biterken: "Herkesin birbirine yalan söylemek zorunda olduğu bir düzeni vardı dünyanın. 'Yalan dünya' dedikleri bundan başka bir şey değildi."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
İnsan kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır
Ben, Öteki ve Ötesi, İbrahim Kalın’ın daha önce yayımlanan İslam ve Batı isimli kitabının çok genişletilmiş, daha kapsamlı hali. Yazarın soy ismi ile müsemma kalınca bir kitap.
Kalın, kitabı 'İslam ve Batı toplumlarının 'ben' ve 'öteki' tasavvurlarını dikkate almadan, yaşanan gerilimleri ve muhtemel uzlaşı ve çıkış noktalarını bulmamızın mümkün olmayacağı' ana fikriyle kaleme almış. "Ben başkalarından söz ettikçe aslında hep kendimden söz etmekteyim" diyen Montaigne bu sözü ile kitabı özetler mahiyette.
Modern dönemde üç temel yaklaşım var: biri ötekini tamamen yok sayan bir bakış açısı. Yani, her şeyin hakikati, olan ve olması gerekeni benim. Diğeri ötekini yok etmeye çalışan yaklaşım; sömürgecilik. Üçüncüsü, ne ben var ne öteki, hepimiz biriz. Kendini ontolojik olarak evrenin merkezinde gören her topluluk kendi dışındakileri ‘öteki’ olarak algılayacaktır. Oysaki 'Ben' ontolojik anlamda bir hakikattir ve her 'ben' ötekinin varlığını gerektirir, ötekini yok sayamaz.
Batı ve İslam kelimeleri yalnızca savaşı, çatışmayı değil; tarihten dine, felsefeden sanat ve bilime, siyasetten sanata kadar pek çok unsuru ifade ediyor. İslam denince bugün: başörtüsü, namaz, Kâbe, intihar ve terör saldırıları Batı denilince: gelişmiş teknoloji, askeri müdahaleler, işgaller, yerleşim politikaları, gelişmiş ve kalabalık şehirler, yaşam standardı yüksek fakat mutsuz insanlar gibi bir dizi imaj zihinlerde canlanıyor. Evet, bu olgular gerçeğe tekabül ediyor fakat insanı ve toplumu içinde barındıran, sürekli değişen ve dönüşen bu tarihi olguları bir kelime ile ifade etmeye kalkışmak ne kadar mümkündür? İslam dini manada Kur’an’ın öngördüğü inanç ve yaşam biçiminin ifade ederken, tarihi-kültürel manada inanç ilklerinin zaman ve mekân boyutunda farklı şekillerde ortaya çıkışını ifade ediyor. Yani, İslam dediğimizde hem bir inanç sisteminden hem de bir kültür ve medeniyet birikiminden söz etmiş oluyoruz. Batı kelimesine ise dini bir mana yüklüyoruz, batı Hıristiyanlığın ana yurdu olarak görülüyor, oysaki Hıristiyanlık Doğuda yani Kudüs ve civarında ortaya çıkmış bir dindir. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’da yayılan Hıristiyanlık zamanla Batı dini haline geldi. İslam, Cahiliye Arapları, İran ve Mezopotamya’da Mazdekler, Hıristiyanlar gibi dönemin bütün kültür ve dinleriyle irtibata geçti. Çünkü İslam medeniyeti, dini-kültürel manada ötekine müsamahalıydı. İslam bugün ötekileştirdiğimiz bütün bu kültürleri kendi medeniyet havzasında eritti. Modernleşmenin yarattığı sekülerleşme ile Müslüman toplumlar batıya şüphe ile yaklaşmaya başladılar. Hıristiyan dünyası-batı-ise tarihin en başından itibaren İslam’ı yani Müslümanları ontolojik manada rakip olarak algıladılar, çünkü ortaçağ Avrupası İslam hakkındaki ilk bilgilerden yoksundurlar. İslam, Arap müşrikleri ve Doğu Hıristiyanları arasında yayılınca batılılar Müslümanları hem ontolojik hem de siyasi bir rakip olarak görmeye başladılar. Felsefe, tıp, düşünce alanlarında Müslüman düşünürlerden etkilenen batı için İslam artık kültürel bir öteki haline de geldi. Avrupalılara göre, terör ve cinsellikle özdeşleşen İslam dinine rağmen İslam kültür ve medeniyeti doğup, gelişmişti.
Tüm bu verilerden hareketle Batılıların gözünde biz doğulular neyi ifade ediyoruz? ‘Öteki’ni. Ortaçağ boyunca Avrupalıların İslam hakkındaki cehaletlerinden ötürü Müslüman toplumlar şiddet ve cinsellikle özdeşleştirildiler. Osmanlı dönemlerinde Avrupalılar için Türk demek savaş, ölüm ve fetih kavramlarını ifade ettiği için Türkler korkulan, bu sebepten ötekileştirilen bir milletti. Bunun nedeni Türklerin Avrupa’ya yaptıkları seferlerdir. İki medeniyet arasındaki siyasi ve askeri çatışmalara rağmen aynı süreçte devam eden bilim, sanat, felsefe, ticaret vb. alanlarda yoğun bir etkileşimin varlığına şahit oluyoruz. Birbirleriyle yakın ve yoğun temas halinde olan İslam ve Batı medeniyetlerinin her ikisi de evrensellik iddiası taşıyor. Farklılıklarından dolayı değil bilakis bu benzerliklerinden yani evrensellik misyonlarından dolayı İslam ve Batı medeniyetleri her çağda karşı karşıya gelmiştir.
“Aralarındaki önemli farklılıklara rağmen, İslam ve Batı medeniyetleri çatışmak zorunda değiller. Bir arada yaşamanın asgari şartı, herkesin kendi kalarak ortak iyide uzlaşmasıdır. Adil, katılımcı ve eşitlikçi bir dünya düzeninin anlamı, herkesin aynı şekilde düşünüp yaşaması değil, farklı görüşlerin bir arada var olma iradesi göstermesidir. Bir arada yaşama ahlakı ve kültürü, zor olmakla beraber imkânsız bir hedef değildir. İslam ve Batı medeniyetleri “iyilikte yarışan topluluklar” (Maide/48) oldukları zaman bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunacaklardır.". Kalın’a göre, İslam ve batı medeniyetlerinin bir arada yaşaması mümkün mü? Evet, mümkün fakat görünen o ki birinin askeri, ekonomik ve medeniyet hükümranlığı şartıyla. Çünkü bu iki medeniyet arasında ağır ve uzun süreli kötümser bir karşıtlık mevcut. Kitabın ana tezlerinden bir diğeri de her “ben” tasavvurunun bir “öteki”ni zorunlu kıldığı ve ontolojik düzeyde yani toplumsal bağlamda bu “ben” ile “öteki” arasındaki ayrımdan kurtulmanın mümkün olmadığı. Yazar, İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin çoğu zaman bir algı ve imajlar savaşı olduğunu da vurguluyor; çünkü insanlar kendilerine sunulan imajlara kolayca inanmaya yatkın varlıklar.
Batı da İslam dünyasının ‘modern ötekisi’ haline gelmiş durumda. Kuruluş ve devam eden aşamalarında, medeniyet adı altında insanlığa kan ve gözyaşı getiren Batı, kendi dışındaki ırk ve dinlere karşı şiddete dayalı bir ilişki biçimi geliştirdi. Tam da bu yüzden Doğu’da yaşanılan Batı’ya hayraniyet değil, aksine Batı karşısında aşağılık kompleksi.
İslam mükemmel bir din evet ama biz dinimizi zekice, hissederek yaşama gayretinde değiliz asırlardır. İbn Haldun sosyolojinin kurucusu ve ilk kez tarih felsefesi yapan şahsiyet, İbn Heysem optik ilminin kurucusu evet, fakat bu ve benzeri tarihi gelişmeler, bizi üstün insan/ millet yapmıyor. Belki de yalnızca geçmiş mirasımızla övündüğümüz için yeni değerler üretemiyor ve mirasımıza miras eklemek için bir kaygı gütmüyoruzdur? Müslümanların iki asırdır şimdinin hakkını vermediği için geçmişiyle övünüp durduğu ve hakikati kendi tekellerinde bulundurduklarını sanmak gibi bir gafleti yaşadığı yadsınamaz bir gerçektir. Hakikati aramak çabasına girişmek gibi bir zahmete de katlanmayan İslam dünyasının unuttuğu diğer gerçek, hangi kültürel ve dinsel kaynaktan gelirse gelsin hakikatin sürekli bir değerinin var olduğudur. Evet, bizim Şeyh Galip’imiz, İbn Arabî'miz, Yunus'umuz var ama Dostoyevski'yi, Heidegger'i, Eflâtun'u vs. görmezden gelmemek gerekmektedir. Aydınlanmacı Batı aklının bugün dünyayı sürüklediği kaos apaçık ortadadır fakat biz Müslüman olduğunu iddia edenler, bugün Allah’ın sonsuz yaratıcılık gücünü dahi batılıların gerçekleştirdiği buluşlar sayesinde çok daha iyi hayal ediyor değil miyiz? Doğa yasalarıyla ilgili keşiflerin tamamında inanç ve davranışlarını eleştirdiğimiz insanların imzası var. Biz Müslümanız! Ama bugün dünyanın en iyi, en başarılı, en üstün, en ahlaklı mensupları değiliz ne yazık ki. Batı’nın bugün hükmedici, güçlü bir konumu var, lakin bu durum elbette Kurânî bir ifadeyle 'İzzet’in karşılığı değildir. Evet, İslam aksiyoner bir dindir fakat Müslümanların başka medeniyetlerden etkilenmediği ve beslenmediğini iddia etmek "İslam, bir din ve medeniyet olarak başka kültürlere ilgi duymayacak kadar benmerkezci. Avrupalılar ise hasım ve rakipleri olan İslam hakkında bilgi toplama ihtiyacı hissedecek denli mütevazı" diyen Bernard Lewis’i haklı çıkarmak olacaktır. Oysaki İslam’da ilmin evrensellik ve sürekliliği vardır, bu sebepten Müslümanlar başka medeniyetlere ilgi duydukları, diğer kültürlerle ilgilenmemek gibi bir anormalliğe kapılmadıkları gerçeğini unutmamak lazımdır.
İslam dünyasının kendi değerlerine dayalı bir gelecek inşa etmesi, bu aşağılık psikolojisinden kurtulmasına bağlıdır. İslam dünyası yeniden kendi tarihinin öznesi olabilirse, geçmişiyle barışık, geleceğine güvenle bakabilen bir dünyası da olacaktır. Bunun için Müslüman dünyanın Batı algısını gözden geçirmesi ve bir ‘öteki’ olarak Batı’yı aşması gerekiyor. Birbirini öteki olarak algılayan "Batı" ve "İslam" medeniyetlerinin birbirleri hakkındaki tasavvurları aslında kendilerinin aynadaki yansımalarıdır. Bir öteki olarak kurgulanan İslam algısının alt yapısında Batı’nın korkuları, hayalleri yatmaktadır. Batı’yı İslam’ı ötekileştirdiği için ötekileştirenler, Batı ile aynı hataya düşmekte ve Batı’yı günah keçisi konumuna getirmektedir. Şaban Ali Düzgün’ün ifadesiyle: "Hristiyanlar da Müslümanlar da tekilci söylemlerden uzak durmalı ve dinsel ve kültürel, her türlü çoğulculuğa imkân veren bir alt yapı kurmalıdırlar. Medeniyetler birbirlerini salt öteki değil, kurucu ötekiler olarak tanıma ahlakını geliştirmelidirler. Özellikle Avrupa medeniyeti, başkalarıyla diyaloğa geçmeden önce geçmişteki kurucu çok kültürlülüğü; Farabi’nin, İbn Rüşt’ün, Gazali’nin rasyonel katkılarını yeniden gözden geçirmelidir."
Cemil Meriç, "Düşman ne doğudur ne batı; 'Allah doğunun ve batının Rabbidir.' Düşman gözü bağlı olandır. Savaşın amacı bu bağları çözmek; kinin, öfkenin, ön yargının. Benim düşman olduğum Batı, sömürgeci Batıdır, yamyam batı. Düşünen Batı’nın dostuyum." diyor. Kur’an, doğu-batı kavramlarının göreceliğini vurguluyor ve asıl meselenin iki medeniyeti de aşan hakikate yönelmek olduğunu ifade ediyor. Medeniyetler ortak iyide buluşmaya çalışırken dinler de özlerindeki temel ahlaki öğeleri öne çıkarmalı ve bu sürece destek vermelidir. Aksi halde din adına konuşanlar yaşadığımız çağdaki insani felaketler karşısında ne yapmakta olduklarını sorgulamalıdırlar. Yani, Lewis’in iddia ettiği gibi Batı ile barış içinde yaşayabilmek için Müslüman toplumların modernleşerek sekülerleşmesi gerekmiyor. Çünkü ne Hz. Muhammed teröristtir ne de Müslümanlar Nazilerden daha tehlikelidir, gerçek olan Hıristiyanların tarih boyu din adına başvurduğu şiddet ve terördür.
Ötekine bakarken, aslında aynada kendimize bakıyoruz. Kendi inancımızda ilerlerken yolda kaç testi kırıp, hangi insan haklarını ihlal ettiğimizi, vahdeti nasıl incittiğimizi hiç bilmiyoruz. Her medeniyetin temelinde suçlamak ve yargılamak yerine 'öteki'ne hürmetin, yani kul hakkına riayet etmenin, onu anlamaya çalışmanın olduğunu unutuyoruz. Bugün, 'öteki'ne karşı sorumluluk bilincine sahip olmak şöyle dursun, 'öteki'nin acziyetinden güç devşiriyoruz. Ötekine nefes alma hakkı dahi tanımayıp, varlığı, hakikati kendi üzerimizden okuyor ve üstüne hakikati kendimize mülk edinmeye çabalıyoruz. Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayanı tekfir sopamızla kovalıyoruz. Hakikate sahip olduğunu düşünen şarkın çocukları, hakikate talip olmayı unutuyor.
Aynı bilemedikçe gayrı bilemiyoruz. Oysa ayni bilmek, gayri bilmekle mümkün. Mutlaka aynaya bakmalı insan, Hz. Peygamber'in öğüdünü dinleyip. Göz nasıl kendini görmek için karşısında duran aynaya bakmak mecburiyetinde ise, insan da kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır.
Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_
Kalın, kitabı 'İslam ve Batı toplumlarının 'ben' ve 'öteki' tasavvurlarını dikkate almadan, yaşanan gerilimleri ve muhtemel uzlaşı ve çıkış noktalarını bulmamızın mümkün olmayacağı' ana fikriyle kaleme almış. "Ben başkalarından söz ettikçe aslında hep kendimden söz etmekteyim" diyen Montaigne bu sözü ile kitabı özetler mahiyette.
Modern dönemde üç temel yaklaşım var: biri ötekini tamamen yok sayan bir bakış açısı. Yani, her şeyin hakikati, olan ve olması gerekeni benim. Diğeri ötekini yok etmeye çalışan yaklaşım; sömürgecilik. Üçüncüsü, ne ben var ne öteki, hepimiz biriz. Kendini ontolojik olarak evrenin merkezinde gören her topluluk kendi dışındakileri ‘öteki’ olarak algılayacaktır. Oysaki 'Ben' ontolojik anlamda bir hakikattir ve her 'ben' ötekinin varlığını gerektirir, ötekini yok sayamaz.
Batı ve İslam kelimeleri yalnızca savaşı, çatışmayı değil; tarihten dine, felsefeden sanat ve bilime, siyasetten sanata kadar pek çok unsuru ifade ediyor. İslam denince bugün: başörtüsü, namaz, Kâbe, intihar ve terör saldırıları Batı denilince: gelişmiş teknoloji, askeri müdahaleler, işgaller, yerleşim politikaları, gelişmiş ve kalabalık şehirler, yaşam standardı yüksek fakat mutsuz insanlar gibi bir dizi imaj zihinlerde canlanıyor. Evet, bu olgular gerçeğe tekabül ediyor fakat insanı ve toplumu içinde barındıran, sürekli değişen ve dönüşen bu tarihi olguları bir kelime ile ifade etmeye kalkışmak ne kadar mümkündür? İslam dini manada Kur’an’ın öngördüğü inanç ve yaşam biçiminin ifade ederken, tarihi-kültürel manada inanç ilklerinin zaman ve mekân boyutunda farklı şekillerde ortaya çıkışını ifade ediyor. Yani, İslam dediğimizde hem bir inanç sisteminden hem de bir kültür ve medeniyet birikiminden söz etmiş oluyoruz. Batı kelimesine ise dini bir mana yüklüyoruz, batı Hıristiyanlığın ana yurdu olarak görülüyor, oysaki Hıristiyanlık Doğuda yani Kudüs ve civarında ortaya çıkmış bir dindir. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’da yayılan Hıristiyanlık zamanla Batı dini haline geldi. İslam, Cahiliye Arapları, İran ve Mezopotamya’da Mazdekler, Hıristiyanlar gibi dönemin bütün kültür ve dinleriyle irtibata geçti. Çünkü İslam medeniyeti, dini-kültürel manada ötekine müsamahalıydı. İslam bugün ötekileştirdiğimiz bütün bu kültürleri kendi medeniyet havzasında eritti. Modernleşmenin yarattığı sekülerleşme ile Müslüman toplumlar batıya şüphe ile yaklaşmaya başladılar. Hıristiyan dünyası-batı-ise tarihin en başından itibaren İslam’ı yani Müslümanları ontolojik manada rakip olarak algıladılar, çünkü ortaçağ Avrupası İslam hakkındaki ilk bilgilerden yoksundurlar. İslam, Arap müşrikleri ve Doğu Hıristiyanları arasında yayılınca batılılar Müslümanları hem ontolojik hem de siyasi bir rakip olarak görmeye başladılar. Felsefe, tıp, düşünce alanlarında Müslüman düşünürlerden etkilenen batı için İslam artık kültürel bir öteki haline de geldi. Avrupalılara göre, terör ve cinsellikle özdeşleşen İslam dinine rağmen İslam kültür ve medeniyeti doğup, gelişmişti.
Tüm bu verilerden hareketle Batılıların gözünde biz doğulular neyi ifade ediyoruz? ‘Öteki’ni. Ortaçağ boyunca Avrupalıların İslam hakkındaki cehaletlerinden ötürü Müslüman toplumlar şiddet ve cinsellikle özdeşleştirildiler. Osmanlı dönemlerinde Avrupalılar için Türk demek savaş, ölüm ve fetih kavramlarını ifade ettiği için Türkler korkulan, bu sebepten ötekileştirilen bir milletti. Bunun nedeni Türklerin Avrupa’ya yaptıkları seferlerdir. İki medeniyet arasındaki siyasi ve askeri çatışmalara rağmen aynı süreçte devam eden bilim, sanat, felsefe, ticaret vb. alanlarda yoğun bir etkileşimin varlığına şahit oluyoruz. Birbirleriyle yakın ve yoğun temas halinde olan İslam ve Batı medeniyetlerinin her ikisi de evrensellik iddiası taşıyor. Farklılıklarından dolayı değil bilakis bu benzerliklerinden yani evrensellik misyonlarından dolayı İslam ve Batı medeniyetleri her çağda karşı karşıya gelmiştir.
“Aralarındaki önemli farklılıklara rağmen, İslam ve Batı medeniyetleri çatışmak zorunda değiller. Bir arada yaşamanın asgari şartı, herkesin kendi kalarak ortak iyide uzlaşmasıdır. Adil, katılımcı ve eşitlikçi bir dünya düzeninin anlamı, herkesin aynı şekilde düşünüp yaşaması değil, farklı görüşlerin bir arada var olma iradesi göstermesidir. Bir arada yaşama ahlakı ve kültürü, zor olmakla beraber imkânsız bir hedef değildir. İslam ve Batı medeniyetleri “iyilikte yarışan topluluklar” (Maide/48) oldukları zaman bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunacaklardır.". Kalın’a göre, İslam ve batı medeniyetlerinin bir arada yaşaması mümkün mü? Evet, mümkün fakat görünen o ki birinin askeri, ekonomik ve medeniyet hükümranlığı şartıyla. Çünkü bu iki medeniyet arasında ağır ve uzun süreli kötümser bir karşıtlık mevcut. Kitabın ana tezlerinden bir diğeri de her “ben” tasavvurunun bir “öteki”ni zorunlu kıldığı ve ontolojik düzeyde yani toplumsal bağlamda bu “ben” ile “öteki” arasındaki ayrımdan kurtulmanın mümkün olmadığı. Yazar, İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin çoğu zaman bir algı ve imajlar savaşı olduğunu da vurguluyor; çünkü insanlar kendilerine sunulan imajlara kolayca inanmaya yatkın varlıklar.
Batı da İslam dünyasının ‘modern ötekisi’ haline gelmiş durumda. Kuruluş ve devam eden aşamalarında, medeniyet adı altında insanlığa kan ve gözyaşı getiren Batı, kendi dışındaki ırk ve dinlere karşı şiddete dayalı bir ilişki biçimi geliştirdi. Tam da bu yüzden Doğu’da yaşanılan Batı’ya hayraniyet değil, aksine Batı karşısında aşağılık kompleksi.
İslam mükemmel bir din evet ama biz dinimizi zekice, hissederek yaşama gayretinde değiliz asırlardır. İbn Haldun sosyolojinin kurucusu ve ilk kez tarih felsefesi yapan şahsiyet, İbn Heysem optik ilminin kurucusu evet, fakat bu ve benzeri tarihi gelişmeler, bizi üstün insan/ millet yapmıyor. Belki de yalnızca geçmiş mirasımızla övündüğümüz için yeni değerler üretemiyor ve mirasımıza miras eklemek için bir kaygı gütmüyoruzdur? Müslümanların iki asırdır şimdinin hakkını vermediği için geçmişiyle övünüp durduğu ve hakikati kendi tekellerinde bulundurduklarını sanmak gibi bir gafleti yaşadığı yadsınamaz bir gerçektir. Hakikati aramak çabasına girişmek gibi bir zahmete de katlanmayan İslam dünyasının unuttuğu diğer gerçek, hangi kültürel ve dinsel kaynaktan gelirse gelsin hakikatin sürekli bir değerinin var olduğudur. Evet, bizim Şeyh Galip’imiz, İbn Arabî'miz, Yunus'umuz var ama Dostoyevski'yi, Heidegger'i, Eflâtun'u vs. görmezden gelmemek gerekmektedir. Aydınlanmacı Batı aklının bugün dünyayı sürüklediği kaos apaçık ortadadır fakat biz Müslüman olduğunu iddia edenler, bugün Allah’ın sonsuz yaratıcılık gücünü dahi batılıların gerçekleştirdiği buluşlar sayesinde çok daha iyi hayal ediyor değil miyiz? Doğa yasalarıyla ilgili keşiflerin tamamında inanç ve davranışlarını eleştirdiğimiz insanların imzası var. Biz Müslümanız! Ama bugün dünyanın en iyi, en başarılı, en üstün, en ahlaklı mensupları değiliz ne yazık ki. Batı’nın bugün hükmedici, güçlü bir konumu var, lakin bu durum elbette Kurânî bir ifadeyle 'İzzet’in karşılığı değildir. Evet, İslam aksiyoner bir dindir fakat Müslümanların başka medeniyetlerden etkilenmediği ve beslenmediğini iddia etmek "İslam, bir din ve medeniyet olarak başka kültürlere ilgi duymayacak kadar benmerkezci. Avrupalılar ise hasım ve rakipleri olan İslam hakkında bilgi toplama ihtiyacı hissedecek denli mütevazı" diyen Bernard Lewis’i haklı çıkarmak olacaktır. Oysaki İslam’da ilmin evrensellik ve sürekliliği vardır, bu sebepten Müslümanlar başka medeniyetlere ilgi duydukları, diğer kültürlerle ilgilenmemek gibi bir anormalliğe kapılmadıkları gerçeğini unutmamak lazımdır.
İslam dünyasının kendi değerlerine dayalı bir gelecek inşa etmesi, bu aşağılık psikolojisinden kurtulmasına bağlıdır. İslam dünyası yeniden kendi tarihinin öznesi olabilirse, geçmişiyle barışık, geleceğine güvenle bakabilen bir dünyası da olacaktır. Bunun için Müslüman dünyanın Batı algısını gözden geçirmesi ve bir ‘öteki’ olarak Batı’yı aşması gerekiyor. Birbirini öteki olarak algılayan "Batı" ve "İslam" medeniyetlerinin birbirleri hakkındaki tasavvurları aslında kendilerinin aynadaki yansımalarıdır. Bir öteki olarak kurgulanan İslam algısının alt yapısında Batı’nın korkuları, hayalleri yatmaktadır. Batı’yı İslam’ı ötekileştirdiği için ötekileştirenler, Batı ile aynı hataya düşmekte ve Batı’yı günah keçisi konumuna getirmektedir. Şaban Ali Düzgün’ün ifadesiyle: "Hristiyanlar da Müslümanlar da tekilci söylemlerden uzak durmalı ve dinsel ve kültürel, her türlü çoğulculuğa imkân veren bir alt yapı kurmalıdırlar. Medeniyetler birbirlerini salt öteki değil, kurucu ötekiler olarak tanıma ahlakını geliştirmelidirler. Özellikle Avrupa medeniyeti, başkalarıyla diyaloğa geçmeden önce geçmişteki kurucu çok kültürlülüğü; Farabi’nin, İbn Rüşt’ün, Gazali’nin rasyonel katkılarını yeniden gözden geçirmelidir."
Cemil Meriç, "Düşman ne doğudur ne batı; 'Allah doğunun ve batının Rabbidir.' Düşman gözü bağlı olandır. Savaşın amacı bu bağları çözmek; kinin, öfkenin, ön yargının. Benim düşman olduğum Batı, sömürgeci Batıdır, yamyam batı. Düşünen Batı’nın dostuyum." diyor. Kur’an, doğu-batı kavramlarının göreceliğini vurguluyor ve asıl meselenin iki medeniyeti de aşan hakikate yönelmek olduğunu ifade ediyor. Medeniyetler ortak iyide buluşmaya çalışırken dinler de özlerindeki temel ahlaki öğeleri öne çıkarmalı ve bu sürece destek vermelidir. Aksi halde din adına konuşanlar yaşadığımız çağdaki insani felaketler karşısında ne yapmakta olduklarını sorgulamalıdırlar. Yani, Lewis’in iddia ettiği gibi Batı ile barış içinde yaşayabilmek için Müslüman toplumların modernleşerek sekülerleşmesi gerekmiyor. Çünkü ne Hz. Muhammed teröristtir ne de Müslümanlar Nazilerden daha tehlikelidir, gerçek olan Hıristiyanların tarih boyu din adına başvurduğu şiddet ve terördür.
Ötekine bakarken, aslında aynada kendimize bakıyoruz. Kendi inancımızda ilerlerken yolda kaç testi kırıp, hangi insan haklarını ihlal ettiğimizi, vahdeti nasıl incittiğimizi hiç bilmiyoruz. Her medeniyetin temelinde suçlamak ve yargılamak yerine 'öteki'ne hürmetin, yani kul hakkına riayet etmenin, onu anlamaya çalışmanın olduğunu unutuyoruz. Bugün, 'öteki'ne karşı sorumluluk bilincine sahip olmak şöyle dursun, 'öteki'nin acziyetinden güç devşiriyoruz. Ötekine nefes alma hakkı dahi tanımayıp, varlığı, hakikati kendi üzerimizden okuyor ve üstüne hakikati kendimize mülk edinmeye çabalıyoruz. Bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayanı tekfir sopamızla kovalıyoruz. Hakikate sahip olduğunu düşünen şarkın çocukları, hakikate talip olmayı unutuyor.
Aynı bilemedikçe gayrı bilemiyoruz. Oysa ayni bilmek, gayri bilmekle mümkün. Mutlaka aynaya bakmalı insan, Hz. Peygamber'in öğüdünü dinleyip. Göz nasıl kendini görmek için karşısında duran aynaya bakmak mecburiyetinde ise, insan da kendi 'ben'ini görmek için ötekine bakmalıdır.
Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_
Cepheden cepheye kanayan yara
Belediyelerin pek çok işlevi var. Bu işlevlerden biri ve kanaatimce en mühim de kültürel çalışmalara destek vermesi. Sanat, edebiyat, spor vb. alanlarda gerek bizzat yaptıkları çalışmalarla gerekse destek oldukçarı projelerle önemli bir boşluğu doldurdukları tartışılmaz. Bursa Nilüfer Belediyesi bu tür belediyecilik anlayışının önemli bir örneği. Süvari Albay Abdülhalim Akkılıç'ın anılarından derlenen Askerin Romanı adlı kitap, yakın tarihimize dair belleğimizde oluşturulan çok büyük boşlukları dolduruyor.
Kitap, Abdülhalim Akkılıç'ın notlarından hareketle oğlu tarafından ve bizzat anı sahibinin ağzından kaleme alınmış. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı'ndan başlayıp 2. Dünya Savaşı' nda kısmi seferberlik yıllarına kadar olan süreci, cepheden cepheye sürüklenmiş kahraman bir askerin bakışıyla sunuyor kitap. Osmanlı ordusunda başlayıp Türk Silahlı Kuvvetleri'nde son bulan bir askerlik hikayesi.
Osmanlı ordusunun Kurtuluş Savaşı içindeki rolü hep es geçilmiş bir gerçekliktir. Bu Osmanlı subayının hatıraları bize açıkça gösteriyor ki Anadolu’nun pek çok yerinde kahramanca bir araya gelen milisleri Osmanlı subayları tarafından disiplinli birlikler haline getirilmiş ve ayrıca bu subayların hemen hepsi Kuvvacı olarak Ermenilere, Rumlara, Fransızlara karşı savaşmıştır. Bu subaylar için Mondros Anlaşması'ndan sonra ordunun büyük oranda dağıtılması karşısında, vatan toprağını savunmak için Kuva-yı Milliye'ye katılmaktan başka yol yoktur. Bu subaylar İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında bir bocalama yaşamadan, din ve devlet aşkıyla düşmana direnmeye devam etmiştir.
Abdülhalim Akkılıç'ın notlarında Osmanlı ordusunda son dönemdeki komuta kademesindeki kopukluk ve ordudaki siyasi çekişmelere dair önemli ayrıntılar var. Balkan Savaşlarındaki başarısızlık büyük oranda yüksek rütbeli askerlerin ilgisizliğine ve bölgenin dinamiklerini bilmeyişlerine bağlanıyor. Pek çok saldırı ve savunma girişimi komuta kademesindeki bu tür basiretsizlikler yüzünden akamete uğruyor. Bununla birlikte özellikle genç subayların vatan aşkı ve kahramanlıkları gözler önüne seriliyor.
Benzer bir durum Sarıkamış Harekatı için de söz konusu. Anı sahibi Sarıkamış Harekatına bizzat katılmış ve emrindeki birliklerle düşmana ciddi kayıplar da verdirmiş. Ordumuzun bu harekatta başarısız olması da esas olarak birlikler arasındaki iletişim yetersizliği. Her ne kadar bölgenin iklim şartları ve ordumuzun lojistik durumu başarısızlığın sebebi gibi görülse de benzer zorluklar Rus askeri için de geçerli idi ve bölge halkının esas desteği Osmanlı ordusundan yanaydı. Anı sahibinin iddiasına göre harekat için Allahuekber Dağlarını aşmak gibi zorlu bir girişime gerek duymadan, çok daha kısa ve kolay bir yoldan Sarıkamış'a gitmek de mümkündü. Bütün bunlara rağmen Osmanlı ordusu bu cephede önemli bir mücade vermiş ve Rusların ilerleyişini durdurmuştur. Burada da yine üst rütbeli subayların sorumluluktan kaçmak için korkakça davranmaları ve ikircikli emirleri yüzünden ordumuzun ciddi kayıplar verdiğini görebiliyoruz.
Anı sahibi milli mücadele içinde Antep ve çevresinin müdafaasında bulunmuş ve emrindeki askerlerle bu bölgedeki milisleri desteklemiş. Bölgede aşiretlerin bir kısmı Fransızlarla işbirliği yaparken bir kısmının da Türkleri desteklediğini notlardan anlıyoruz.
Kitap, ayrıca Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu sefaleti gözler önüne derme bakımından da önemli. Subayların dahi pek çok zaruri ihtiyacını karşılayamadığı göz önünde tutulursa erlerin durumunun vehameti daha iyi anlaşılıyor. Yağmur ve kar altında defalarca bütün eşyalarını ve atlarını kaybeden askerler çareyi firar etmekte buluyor.
Bu arada anı sahibi Türk askerinin bu durumunu eleştirmekten kaçıyor çünkü şartlar ölmemek için firar etmeyi zorunlu kılabiliyor. Çoğu zaman askerin iaşesini dahi karşılamayan bir ordu böylesi zorlu bir arazide vatan savunması yapmaya çalışıyor.
Dili ve kurgusu itibariyle de başarılı bir kitap. Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir köprü gibi okunmalı bu kitap. Kitapta ayrıca Türk ordusunun cumhuriyet dönemindeki durumu da görülebiliyor. Savaş döneminde başarıdan başarıya koşan askerler barış döneminin siyasi oyunları karşısında çaresiz kalıyor.
Ermenilerin katliamları, zorunlu göç ettirilen Türkler, isimsiz kahramanlar ve iki devleti bir eyleyen bir üslup.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Kitap, Abdülhalim Akkılıç'ın notlarından hareketle oğlu tarafından ve bizzat anı sahibinin ağzından kaleme alınmış. 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı'ndan başlayıp 2. Dünya Savaşı' nda kısmi seferberlik yıllarına kadar olan süreci, cepheden cepheye sürüklenmiş kahraman bir askerin bakışıyla sunuyor kitap. Osmanlı ordusunda başlayıp Türk Silahlı Kuvvetleri'nde son bulan bir askerlik hikayesi.
Osmanlı ordusunun Kurtuluş Savaşı içindeki rolü hep es geçilmiş bir gerçekliktir. Bu Osmanlı subayının hatıraları bize açıkça gösteriyor ki Anadolu’nun pek çok yerinde kahramanca bir araya gelen milisleri Osmanlı subayları tarafından disiplinli birlikler haline getirilmiş ve ayrıca bu subayların hemen hepsi Kuvvacı olarak Ermenilere, Rumlara, Fransızlara karşı savaşmıştır. Bu subaylar için Mondros Anlaşması'ndan sonra ordunun büyük oranda dağıtılması karşısında, vatan toprağını savunmak için Kuva-yı Milliye'ye katılmaktan başka yol yoktur. Bu subaylar İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında bir bocalama yaşamadan, din ve devlet aşkıyla düşmana direnmeye devam etmiştir.
Abdülhalim Akkılıç'ın notlarında Osmanlı ordusunda son dönemdeki komuta kademesindeki kopukluk ve ordudaki siyasi çekişmelere dair önemli ayrıntılar var. Balkan Savaşlarındaki başarısızlık büyük oranda yüksek rütbeli askerlerin ilgisizliğine ve bölgenin dinamiklerini bilmeyişlerine bağlanıyor. Pek çok saldırı ve savunma girişimi komuta kademesindeki bu tür basiretsizlikler yüzünden akamete uğruyor. Bununla birlikte özellikle genç subayların vatan aşkı ve kahramanlıkları gözler önüne seriliyor.
Benzer bir durum Sarıkamış Harekatı için de söz konusu. Anı sahibi Sarıkamış Harekatına bizzat katılmış ve emrindeki birliklerle düşmana ciddi kayıplar da verdirmiş. Ordumuzun bu harekatta başarısız olması da esas olarak birlikler arasındaki iletişim yetersizliği. Her ne kadar bölgenin iklim şartları ve ordumuzun lojistik durumu başarısızlığın sebebi gibi görülse de benzer zorluklar Rus askeri için de geçerli idi ve bölge halkının esas desteği Osmanlı ordusundan yanaydı. Anı sahibinin iddiasına göre harekat için Allahuekber Dağlarını aşmak gibi zorlu bir girişime gerek duymadan, çok daha kısa ve kolay bir yoldan Sarıkamış'a gitmek de mümkündü. Bütün bunlara rağmen Osmanlı ordusu bu cephede önemli bir mücade vermiş ve Rusların ilerleyişini durdurmuştur. Burada da yine üst rütbeli subayların sorumluluktan kaçmak için korkakça davranmaları ve ikircikli emirleri yüzünden ordumuzun ciddi kayıplar verdiğini görebiliyoruz.
Anı sahibi milli mücadele içinde Antep ve çevresinin müdafaasında bulunmuş ve emrindeki askerlerle bu bölgedeki milisleri desteklemiş. Bölgede aşiretlerin bir kısmı Fransızlarla işbirliği yaparken bir kısmının da Türkleri desteklediğini notlardan anlıyoruz.
Kitap, ayrıca Osmanlı ordusunun içinde bulunduğu sefaleti gözler önüne derme bakımından da önemli. Subayların dahi pek çok zaruri ihtiyacını karşılayamadığı göz önünde tutulursa erlerin durumunun vehameti daha iyi anlaşılıyor. Yağmur ve kar altında defalarca bütün eşyalarını ve atlarını kaybeden askerler çareyi firar etmekte buluyor.
Bu arada anı sahibi Türk askerinin bu durumunu eleştirmekten kaçıyor çünkü şartlar ölmemek için firar etmeyi zorunlu kılabiliyor. Çoğu zaman askerin iaşesini dahi karşılamayan bir ordu böylesi zorlu bir arazide vatan savunması yapmaya çalışıyor.
Dili ve kurgusu itibariyle de başarılı bir kitap. Osmanlı'dan Türkiye'ye uzanan bir köprü gibi okunmalı bu kitap. Kitapta ayrıca Türk ordusunun cumhuriyet dönemindeki durumu da görülebiliyor. Savaş döneminde başarıdan başarıya koşan askerler barış döneminin siyasi oyunları karşısında çaresiz kalıyor.
Ermenilerin katliamları, zorunlu göç ettirilen Türkler, isimsiz kahramanlar ve iki devleti bir eyleyen bir üslup.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
6 Ocak 2020 Pazartesi
Bir dönüşüm distopyası
“Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir.”
- Italo Calvino, Görünmez Kentler
Uyku Sersemi, Hakan Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan 180 sayfalık kitaplarından biri. Benimse ilk Bıçakçı kitabım. Akıcı bir üsluba sahip, rüyalar ve gerçekler arasında geçişleri olan, bu geçişler nedeniyle okuyucunun da zaman zaman -aynı anlatıcı gibi- gerçekte mi yoksa hayalde mi olduğunu sorgulatan bir eser. Kahraman (ana karakter)’ın bir yayınevi görüşmesi ile açılıyor sahne. Yayınevi ile anlaşarak İstanbul’un yaşayan (!) eski kitapçılarını, sinemalarını, pastanelerini, meyhanelerini vb. mekanları anlatan, birçok farklı dile çevrilecek, rehber niteliğinde bir kitap hazırlanacak. Kitap on binlerce adet basılacak, böylece çocuk denecek yaştan beri listeleme alışkanlığı olan Kahraman’ın bu anlamsız alışkanlığı bir üretime dönecek. Ancak hayli heyecanlı olmamız gereken daha bu ilk sahnede son derece üşengeç davranışlar sergilediğini gördüğümüz Kahraman, bir şeylerin anlatı boyunca kötüye gideceğinin de işaretçisi. Anlatıda kötüye giden her şey de mekanla ilişki içinde. Tam da bu nedenle, kitapta da alıntılanan Calvino cümlesini epigraf şeklinde paylaşarak başladım yazıya. Zira, romanın özeti ne denseydi, sanırım bu cümleyi söylerdim.
Kitapta, dağılan bir şehir sahnesi var mütemadiyen. Karakterin, adımını attığı her yerde bir inşaat, çamur, vinçler ve şehrin yeni siluetinde gayet normalmiş gibi yerini alan tomalar… Öyle ki Kahraman’ın yaşadığı sokak dahi kentsel dönüşüm ile beraber hızlı bir biçim değiştirmeye başlamış halde. Evlerin tümü yıkılıyor. Mahallede sanki bir onun yaşadığı, bir de karşısında dans okulu bulunan apartman kalıyor. Dans okulu da anlatıdaki önemli motiflerden biri. Kahraman’a göre anlamsız bir şekilde dönüp duruyor içeridekiler sanki yıkım olmayacakmış, sanki bu şekilde dönerek zamanı durdurabileceklermiş gibi. Kahraman’ın evi de yıkılacak oysa… Her an çıkması gereken bir evi, yuva hissedebilir mi insan? Kahraman da aslında tam bir yersiz yurtsuz bu anlatıda. Kitapta dönüşen tek şey bu sokak değil. Şehir dönüşüyor ve dönüşürken bir hayal de silinip gidiyor beraberinde.
Kahraman, yayınevi ile üzerinde anlaştığı kitaba hazırlık yapıyor bir taraftan bu boğucu şehirde, görüşeceği mekanları organize ediyor, onlar için sorular hazırlıyor ancak ne yazık ki bu çalışmalarının neticesi pek de bir yere varmıyor. Eski olan, insanlara kalan ne varsa birer birer siliniyor haritadan. Daha ilk röportajını yaptığı kitapçının yakında kapanacağını öğreniyor mesela. Üstelik kitapçı dalga geçer gibi “twittera falan da yazdık” diyerek normal bir şeymiş gibi kestirip atıyor bu olayı. Eninde sonunda bir şekilde pes etmeden çalışmasına devam etse de, görüşeceği pastanenin, sinemanın da kapanacağını öğreniyor. Zaten tüm bu gelişmelerle beraber, yayınevi de kitap projesini farklı bir yöne çevirerek (Kahraman’ın yorumu ile aslında iptal edilecekken kendisine acındığı için belki de bu çevirme) 1000 adet basılacak bir İstanbul kitabına dönüştürüyor. Kahraman, kapanan mekanları yazacak, kitap hiçbir dile çevrilmeyecek, zira kapanan yerleri kim ne yapsın?
Tüm bu şehir dönüşürken, insanlar da değişiyor elbette. Başta da Kahraman. Önce sesi değişiyor. Röportaj kayıtlarını dinlerken bunu fark edince çok ürküyor. Derken yüzünün değişmeye başladığını görüyor sevgilisi Elif’in o uyurken çektiği bir fotoğrafta. Bu dönüşümle beraber gitgide yalnızlaşıyor. Önce sevgilisi ile ayrılıyor, sonra anne ve babası ile bağlarını koparıyor yavaş yavaş bilerek ve isteyerek. Öyle bir yalnızlık haline bürünüyor ki yine yıkılmak üzere olan ikinci evine taşındığında tek bir ayna olmuyor etrafta. Kendi yüzünü bile görmek istemiyor. Sesini duymak istemiyor, pek konuştuğunu da göremiyoruz.
Uyku Sersemi, bir alışkanlık haline geldiğini ve normalleştirdiğimizi düşündüğümüz şehrin değişen çehresinin bireye yansıyan tarafı. Mekan değişirken insanın aynı kalamayacağının kanıtı. İçinde yaşanmaz hale gelen şehirle beraber insan kalınamayacağının bir göstergesi. Şehir bir rüya gibi değişirken ve biz aynı bir rüya gibi eski halini hatırlamazken, kendi benliğimizin ve hatta görünen taraflarımızın bile nasıl değişmeye mahkum olduğunun anlatısı. İnsanın ruhunu sıkan bir çerçeveye sahip bir romanın böyle akıcı bir üslupla kaleme alınmış olması da Hakan Bıçakçı’nın başarısı diye düşünüyorum. Şehri, şehrin simgelerini seven, değişimle ilgili dertlenen ve bu bağlamda kendini sorgulayan herkesin bir parçasını içinde bulacağı bir eser.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
- Italo Calvino, Görünmez Kentler
Uyku Sersemi, Hakan Bıçakçı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan 180 sayfalık kitaplarından biri. Benimse ilk Bıçakçı kitabım. Akıcı bir üsluba sahip, rüyalar ve gerçekler arasında geçişleri olan, bu geçişler nedeniyle okuyucunun da zaman zaman -aynı anlatıcı gibi- gerçekte mi yoksa hayalde mi olduğunu sorgulatan bir eser. Kahraman (ana karakter)’ın bir yayınevi görüşmesi ile açılıyor sahne. Yayınevi ile anlaşarak İstanbul’un yaşayan (!) eski kitapçılarını, sinemalarını, pastanelerini, meyhanelerini vb. mekanları anlatan, birçok farklı dile çevrilecek, rehber niteliğinde bir kitap hazırlanacak. Kitap on binlerce adet basılacak, böylece çocuk denecek yaştan beri listeleme alışkanlığı olan Kahraman’ın bu anlamsız alışkanlığı bir üretime dönecek. Ancak hayli heyecanlı olmamız gereken daha bu ilk sahnede son derece üşengeç davranışlar sergilediğini gördüğümüz Kahraman, bir şeylerin anlatı boyunca kötüye gideceğinin de işaretçisi. Anlatıda kötüye giden her şey de mekanla ilişki içinde. Tam da bu nedenle, kitapta da alıntılanan Calvino cümlesini epigraf şeklinde paylaşarak başladım yazıya. Zira, romanın özeti ne denseydi, sanırım bu cümleyi söylerdim.
Kitapta, dağılan bir şehir sahnesi var mütemadiyen. Karakterin, adımını attığı her yerde bir inşaat, çamur, vinçler ve şehrin yeni siluetinde gayet normalmiş gibi yerini alan tomalar… Öyle ki Kahraman’ın yaşadığı sokak dahi kentsel dönüşüm ile beraber hızlı bir biçim değiştirmeye başlamış halde. Evlerin tümü yıkılıyor. Mahallede sanki bir onun yaşadığı, bir de karşısında dans okulu bulunan apartman kalıyor. Dans okulu da anlatıdaki önemli motiflerden biri. Kahraman’a göre anlamsız bir şekilde dönüp duruyor içeridekiler sanki yıkım olmayacakmış, sanki bu şekilde dönerek zamanı durdurabileceklermiş gibi. Kahraman’ın evi de yıkılacak oysa… Her an çıkması gereken bir evi, yuva hissedebilir mi insan? Kahraman da aslında tam bir yersiz yurtsuz bu anlatıda. Kitapta dönüşen tek şey bu sokak değil. Şehir dönüşüyor ve dönüşürken bir hayal de silinip gidiyor beraberinde.
Kahraman, yayınevi ile üzerinde anlaştığı kitaba hazırlık yapıyor bir taraftan bu boğucu şehirde, görüşeceği mekanları organize ediyor, onlar için sorular hazırlıyor ancak ne yazık ki bu çalışmalarının neticesi pek de bir yere varmıyor. Eski olan, insanlara kalan ne varsa birer birer siliniyor haritadan. Daha ilk röportajını yaptığı kitapçının yakında kapanacağını öğreniyor mesela. Üstelik kitapçı dalga geçer gibi “twittera falan da yazdık” diyerek normal bir şeymiş gibi kestirip atıyor bu olayı. Eninde sonunda bir şekilde pes etmeden çalışmasına devam etse de, görüşeceği pastanenin, sinemanın da kapanacağını öğreniyor. Zaten tüm bu gelişmelerle beraber, yayınevi de kitap projesini farklı bir yöne çevirerek (Kahraman’ın yorumu ile aslında iptal edilecekken kendisine acındığı için belki de bu çevirme) 1000 adet basılacak bir İstanbul kitabına dönüştürüyor. Kahraman, kapanan mekanları yazacak, kitap hiçbir dile çevrilmeyecek, zira kapanan yerleri kim ne yapsın?
Tüm bu şehir dönüşürken, insanlar da değişiyor elbette. Başta da Kahraman. Önce sesi değişiyor. Röportaj kayıtlarını dinlerken bunu fark edince çok ürküyor. Derken yüzünün değişmeye başladığını görüyor sevgilisi Elif’in o uyurken çektiği bir fotoğrafta. Bu dönüşümle beraber gitgide yalnızlaşıyor. Önce sevgilisi ile ayrılıyor, sonra anne ve babası ile bağlarını koparıyor yavaş yavaş bilerek ve isteyerek. Öyle bir yalnızlık haline bürünüyor ki yine yıkılmak üzere olan ikinci evine taşındığında tek bir ayna olmuyor etrafta. Kendi yüzünü bile görmek istemiyor. Sesini duymak istemiyor, pek konuştuğunu da göremiyoruz.
Uyku Sersemi, bir alışkanlık haline geldiğini ve normalleştirdiğimizi düşündüğümüz şehrin değişen çehresinin bireye yansıyan tarafı. Mekan değişirken insanın aynı kalamayacağının kanıtı. İçinde yaşanmaz hale gelen şehirle beraber insan kalınamayacağının bir göstergesi. Şehir bir rüya gibi değişirken ve biz aynı bir rüya gibi eski halini hatırlamazken, kendi benliğimizin ve hatta görünen taraflarımızın bile nasıl değişmeye mahkum olduğunun anlatısı. İnsanın ruhunu sıkan bir çerçeveye sahip bir romanın böyle akıcı bir üslupla kaleme alınmış olması da Hakan Bıçakçı’nın başarısı diye düşünüyorum. Şehri, şehrin simgelerini seven, değişimle ilgili dertlenen ve bu bağlamda kendini sorgulayan herkesin bir parçasını içinde bulacağı bir eser.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
İslamcılık üzerine yeni kapılar açmak
“İslamcılık düşüncesi ve hareketi her halükârda Müslüman ve İslami kalmak şartıyla modernleşme süreçlerinin nasıl göğüslenebileceği veya içerilebileceği sorusuna cevaplar arayan, batılılar ve oryantalistler tarafından İslâma ve Müslümanlara yönelttikleri tenkitleri (saldırıları) karşılayan bunun için teknikler geliştiren, yeni bir Müslümanca hayat ve ahlâk fikri inşa eden, aynı zamanda kaynaklar üzerinden kendini yenilemeye çalışan ve modern dünyaya karşı çıkan, nihayet bunlar için mücadele eden bir düşünce ve akım olarak da tanımlanabilir.”
İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet kitabı bu cümlelerle karşılıyor okurunu. Uzun zamandır merak ve hasretle beklenilen, fakat sürekli ertelenen, başka meselelere kurban giden İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 nihayet Dergah Yayınları'ndan okuyucusuna merhaba dedi. İsmail Kara okuyucularının takdir edeceği üzere; dil bakımından her zaman ki ağırlığı ve çetrefil oluşuyla, meseleleri ele alışı açısından ise İsmail Kara’nın kendine özgü dünyasından seslenen bir eserle karşı karşıyayız. İlk cildinde Hilafet ve Meşrutiyet kavramları üzerinden İslamcılık düşüncesi ve İslamcılar irdelenmekte iken, bu cilt üç ana başlığı ihtiva etmektedir: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet. Üç ana başlığa gelmeden önce uzun bir girizgah ile yazar bazı kavramların ve İslamcılığın kendi nezdinde “sorunlu” alanlarını tartışmakta, eleştirileriyle beraber kavramların değişim ve dönüşümünü, göstermeyi amaçlamaktadır. Konuşmalarında her yazının ve kitabın bir kaderi olduğuna değinen İsmail Kara, kavramların da bir kaderi ve yolculuğunun olduğunu, bir serencam içerisinde dönem ve şartların baskısı ve değerlendirmesiyle beraber değişip dönüştüğünü göstermektedir.
İlk kitabında ağırlıklı olarak Mehmet Akif üzerinden, Safahat’tan alıntılarla giriş yapan ve sık sık Akif’e atıf yapan İsmail Kara, bu eserinde içeriğin de etkisiyle alıntı ve atıflarının yönünü Namık Kemal ve Ali Suavi’den yana Genç Osmanlılar ağırlıklı olarak yapmaktadır. Merhum Mehmet Akif’te eser içerisinde alıntılarla okuyucunun karşısına çıkmaktadır. İslamcılık dendiğinde akla gelen ilk ismin Akif olması, eserlerinde İslamcılık düşüncesini meşrulaştırma ve temellendirme adına gayreti, veciz dili onu bir adım daha öne çıkarmaktadır.
Kitap her ne kadar üç ana kavram üzerine temellendirilmişse de bu kavramlardan önce bir girizgah ile beraber İslamcılık düşüncesinin ana istikametleri ve problemleri tartışılmakta, kavramların yolculukları, değişen ve dönüşen dünyayı anlama ve anlamlandırma problemleri gibi bir çok mesele de Çağdaş ve İslami kimliğinin yan yana gelip gelemeyeceği, modern kavramların ve modern açılımların asırlık düşünceye vurduğu baltalar yer yer ağır sayılabilecek eleştirilere maruz kalmaktadır. “Düşünce veya siyaset düşüncesi denildiği zaman öncelikle nazarÎ (teorik) ve soyut (mücerret) olanın akla gelmesi beklenir. Bu aşamada yöneten(ler)le yönetilenler arasındaki çok yönlü ilişkileri kuran, açıklayan, anlamlandıran, besleyen, ardından aşağıya doğru, uygulamaya nasıl intikal edeceğine işaret eden bir kavramlar manzumesi söz konusudur.” (sf. 11)
Hemen kitabın başında, pratik olanın soyut olanla mücadelesi, yer yer anlaşamaması, uyumu ve arayışları üzerine bir giriş yer almaktadır. Tabir-i caizse Osmanlı Modernleşmesi ve İslamcılık yeni doğan bir çocuk gibi yeni bir anlamlar ve kavramlar dünyasına adım atmakta, her doğan çocuk gibi düşe kalka büyüme, dünyada kendine yer edinme, bir anlam arayışı içine girmektedir. Düşünce alanında yeni bir dünyaya kapıyı aralayan ve fakat ona ait olmayan, hatta yer yer taban tabana zıtlıkları bulunan bir dünyaya girişte elbette zorluklar çıkacaktır. “Pratikle irtibatlı tarihi akış ve tecrübeler manzumesi, sosyokültürel unsurlar da düşünceyi, siyaset düşüncesini etkileyegelmiştir.”. Bir yanda değişen ve dönüşen bir dünya; öte yanda ise sürekli olarak yenilgi ve toprak kaybına uğrayan imparotorluk, içinde yaşayan düşünürler, ulema ve bütün bu dünyanın ve kişilerin dur durak bilmez arayışı. İşte böyle bir zamanda İslamcılık düşüncesi; düşünce alanında bir uzlaştırma çaba ve gayretiyle kavramlar üzerinden yeni bir dünya inşasına kalkışmak, batı ve doğu geçmişle bugün üzerinden okuma yapmak, pratik alanda adeta paramparça edilen toprakların ahını tutarak elde kalanlara bir gayretle sarılmaktır.
İsmail Hoca’nın konferans ve kitaplarında bahsettiği üzere kitapların bir kaderi olduğu gibi kelimelerin ve kavramların da bir kaderi ve hikayesi var. Zaman içerisinde yaşayan insanlar beraber değişip dönüşmekte, kimi zaman muhalif kimi zaman yandaş olarak kullanılmakta, kimi zaman kendilerine itibar edilip hürmet gösterilmekte, kimi zaman ise silah olarak kullanılıp, saldırıya araç edimektedirler. İşte böyle bir dünya içerisinde kelimelerle beraber değişip dönüşen zamanla beraber yeni olan ve eski olanın kıymeti nedir diye de sorulur? “Çünkü her ne sebeple ortaya çıkarsa çıksın yenilik, yenilenme sadece kendini getirmek ve göstermekle kalmaz, bir “eski” oluşturur ve onun manasını, önemini, statüsünü kendine göre tayin ve tarif eder.”. Her devrin kaderi, her kelimenin devri olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır. İslamcılık düşüncesi de bu arayış ve serencamın içerisinde, hem İslami kalmak, hem de modern olmak, Avrupayı ihmal etmeyerek, modernleşerek Müslüman kalmak arayış ve çabasının adıdır. Kimi İslamcılar bu iki uç arasında gidip gelmekte, acil olan ve devrin gerektirdiği şekilde Müslümanlara yönelik mütecavizane hareketlere son verme çabasına girmekte, kimileri ise uzun dönem üzerinden gözden kaçan noktaların olduğu ve telafisi imkansız zararlar için uyarıda bulunmaktadır. İşte böyle bir dünya içerisinde böyle bir zıtlıklar ama aynı zamanda ortak gaye adına arayış çabası İslamcılık düşüncesi içerisindedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin dini ve yerli yönünü öne çıkarmak isteyenler modernleşme süreçlerini büyük ölçüde İslam ilim ve kültür tarihinde güçlü karşılıkları olan ihya,ıslah ve tecdid kavramları ile yahut İslamın dinamiklerinin devreye girmesi üzerinden açıklarken modern-Avrupai yönünü belirgin hale getirmek isteyenlerin öncelikleri Batı etkisinden, batılı kavramlardan, onlarla irtibatlı yaşama üsluplarından yana olacaktır. İlki daha ziyade Batı tecrübesi ile farklılıkları ve kendi özgünlüklerini, ikincisi ise onunla benzerlikleri ve yakınlıkları öne çıkarmaktadır.” (sf. 16)
İslamcılık düşüncesinin ana kaynaklarını sıralamak gerekirse; “yeniden tanımlanmış olarak Kur’an ve sünnet ve bunlarla irtibatlı olarak dört halife (hulefa-yı raşidin) devrini içine alan asr-ı saadet, modern-laik Batı siyasi düşüncesi ve kurumlarıdır”. İlk ana kaynak; etrafında sabit durulan bir pergelin ayağı misali temel kaideleri temsil etmekte iken, ikinci ana kaynak ise; dönemin şart ve koşullarında Müslümanların düştüğü çıkmazın içinden kurtulması için arayış için çıkılan kaideleri tespit etmeye yaramaktadır. Tabii ki doğu ve batının tarihsel serüveni ve serencamı, ihtiva ettiği farklılıklar yaşanan deneyim ve tecrübeler incelendiğinde bazı kavramlar açısından iki ana kaynağı uzlaştırmak mümkün olamamaktadır. Bu durumda tevil yoluyla, zorlama yorumlarla iki farklı dünya bir kavram etrafında uzlaştırılma gayreti gütmektedir. Fakat bu İslamcılık akımı yönünden bazı yorumlar nedeniyle bir zaaf olarak görülmektedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin, İslamcılık hareketinin nerede ise bütnü alanlarında görebleceğimiz bir tür “Avrupa’yı Müslümanlaştırmak” ve meşrulaştırmak arzusu ve/ya Batıya onun mantığı ve araçlaıyla karşı koyak ihtiyacı siyasette de devreye girecek, Avrupai değerler ve kavramlar İslamın, İslam-Osmanlı tarihinin rahatlıkla içine alabileceği evsafta tanımlanacak, bunlar yeteri kadar işlemezse zaruret ilkesine sığınılarak çıkış yolu ve meşruiyet aranacak yahut bu fikirler Müslümanlar dahil olmak üzere herkes için eşit değerde, “evrensel” bir “yitik hikmet” hatta İslam dünyasından Batıya intikal etmiş ama bizim unuttuğumuz değerler haline getirilecektir.” (sf. 25)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde adım adım gelen ve engellenemeyen çöküş üzerine, mütefekkirler çözüm arayışlarına girmişler, her kafadan farklı bir ses çıkmaya başlamıştır. Yeni bir dünya içine girmenin bedeli olacağını öngören mütefekkirler, bedelin en az ödenebileceği bir çözüm arayışı içinde fikir imali için uğraşmakta iken, pratikte ise Osmanlı İmparatorluğu adım adım bir küçülme ve yok olmaya doğru seyretmektedir. Bu çöküşte ilk suçlu askeriye ilan edilir ve bir imparatorluğun modernleşme hikayesi başlar. Nasıl ki problemler bir gün içinde çıkıp büyümedilerse, çözümün de bir gün içinde çıkması ve kurtuluş beklemenin abes olacağı açıktır ama ne yazık ki çözüm üretmede de geç kalınmış, fikir imalinde atı alanın Üsküdar’ı geçtiği bir dünya içine girilmiştir. Bu dünya içerisinde üç ana akım sayılabilir: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Batıcılık her üç akım içerisinde de kendisine yer bulmuştur; İslamcılık içinde kavramları dönüştürmek yahut kavramların temelinin İslam kaynaklı olduğunu iddia etmek, Türkçülük içerisinde ise nihai ulaşılacak hedef olarak ortaya çıkmıştır. En nihayetinde üç kavramın da birbirinden farklı ayrım ve nüansları vardır.
“İttihad/vahdet ve onun altında türetilen kavramlar ve terkipler verdikleri ilk intibanın ötesinde İslam dünyasında yeni bir fert, millet ve vatandaş tanımı yapma arayışının, bunlarla irtibatlı olarak içerde ve mücavir bölgelerde yeni bir siyası (ve kültürel) birlik inşa etme fikrinin, yeni bir kamu hukuku yorumunun kuvvetli bir unsuru olarak vücut bulmuş ve geliştirmiştir.” (sf. 31)
Yeni bir dünyanın kapısını aralamak, o dünyadan kavram transferi yapmak elbette sorunlara, anlaşılmamazlıklara ve tepkilere sebep verecektir. Her toplumun içine doğduğu dünya, kullandığı terkib ve kavramların içinde yaşanılan sosyo ekonomik ve politik ortam içerisinde anlam kazandığı göz önüne alındığında, alınan her kavramın, değiştirilmek istenen alışkanlıklara tepkilerin mümkün mertebe azaltılması ve kavramında toplumun içerisinden neşet etmişçesine gösterilerek yeni bir dünyaya adım atmak gereklidir. Toplum ya kendisi olarak, kendi anlam dünyasını yeniden oluşturma, tesis etme yolunu tercih ederek, zaman ve zeminle bağlantılı olarak kavramlarını güncelleyebileceği gibi, bunun olmaması ve üzerinde yaşanılan, nefes alınan toprak parçasının tehlikeye düşmesi halinde kavramların alınarak topluma dikte edilmesi ve kılıf bulma yoluyla toplumla uzlaştırma arama çabasına gildilmelidir. İslamcılar da aldıkları kavramların hesabını vermek adına Kur’an-ı Kerim ve sünnetten kavramları çıkartma yoluna gitmiştir.
Bu kavramların meşrulaştırılması örneğinde kitapta meşrutiyet örneği ayrıntılı olarak incelenmektedir. Yeni Osmanlılarla beraber tartışılan, Avrupa görenlerin devletin düşüşünü yönetim anlayışından bilmeleri nedeniyle saltanat sistemi tartışmaya açılmış, meşrutiyet kavramı, ayet ve hadislerle desteklenmek suretiyle toplum tabanında meşrulaştırılmak suretiyle kanun-i esasi ile meşrutiyet arayışına girilmiştir. Meşrutiyetten demokrasiye bu kavramdan İslam Devletine geçen, kavramlar içerisinde bir arayışın İslamcılıkla bağlantısı üzerine okuma notları ile beraber zengin bir tartışma ile İslamcılığın fikri serüveni farklı düşünürler etrafından incelenmekte, zayıf yönleri muahezeye tabi tutulmaktadır.
İslam devleti kavramının getirdiği bir takım neticeler bir başlık altında değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Üç ana başlık etrafından İslam devleti kavramı incelenmektedir: Öncelikle din kavramı açısından bir devlet kuram yahut kavramı etrafından değerlendirmeler yer almaktadır: “… meşrutiyetle birlikte başlayan hilafet-saltanat sistem ile ilgili tartışmaların, onun ortadan kalkmasıyla birlikte bir başka merhaleye intikal ederek İslam’ın (Kur’an ve sünnetin) bir devlet sistemi, bir yönetim tarzı öngörmediği, sadece bazı temel ilkeler koyduğu, peygamber kıssaları üzerinden bazı işaretlerde bulunduğu ve bu ilkelere uyan her devlet ve idare sisteminin din zaviyesinden meşru olabileceği fikridir.”
İkinci başlık ile beraber İslam Devleti fikrinin temel kaynakları ve argümanlarının ne olduğu üzerinden sabit kabuller eleştiriye tabi tutulmakta, kitabi bilginin zikredilerek yaşanan tarih bilgisinin ve koşullarının görmezden gelinmesinin bir eksiklik olduğu ifade edilmektedir: “İslam tarih tecrübesinin ve kültürel toplumsal hafızanın büyük ölçüde devre dışı bırakılmasına paralel olarak İslam siyasi düşüncesinin kavramlarının yeni bir okuma ve hiyerarşi tertibi ile, büyük ölçüde Kur’an ve sünnetle sınırlı kalarak yeni ve uyum arayan yorumlarla inşa edilmesidir.” Son değerlendirmeler ise hem İslamcılık düşüncesiyle bağlantılı olarak hem de günümüz dünyasında yer alan tartışmalı bir meseleye ilişkindir: “İslam Radikalizmi, Siyasal İslam: Bir başka şekilde söylersek hilafet-saltanat sisteminden meşrutiyete, oradan cumhuriyet, İslam Devleti’ne doğru hareket eden yeni İslam siyasi düşüncesi çizgisi bu aşamadan sonra iki ana kola ayrılmaktadır: kollardan biri daha seküler ve laik, daha liberal ve uzlaşmacı bir istikamete, İslam cumhuriyeti ve demokrasisine, oradan liberal (ılımlı-kültürel) İslam’a doğru yol alırken diğer bir hattı da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra daha “şeriatçı”, daha dar/sade ve sıkı, daha katı, siyasi ve toplumsal talepleri yüksek, mücadeleci, cihadı-şehadeti öne çıkaran ve bunların beklenebilir bir neticesi olarak (dar mütecanisliği/homojenliği sağlamak için) dışlayıcı bir üslup ile İslam Radikalizmine doğru evrilecektir.” (sf. 86)
Kitabın giriş kısmının son bölümü bir değerlendirme ve İslamcıların Siyasi Görüşleri 1 kitabının üzerinden geçen süreçten bugüne kadar elde edilen kazanımların, yahut eksikliklerin, kayıpların neler olduğu, gidişatın ne olacağı üzerine bir fikir teatisi sunmaktadır. Bugün gelinen noktada İslamiyetin temsiliyetinin, dünya üzerinde yer alan konumunun, dünyanın yerleşik söylemi ile bir olup olmadığı, yerleşik söylemin karşısında mı yer aldığı yoksa yerleşik söyleme ivme mi kazandırdığı sorusunda, artılarıyla eksileriyle yerleşik söylemin karşısında yer alan bir İslam’dan söz edilebileceği, bunun ise Müslümanlıktan vazgeçmeden yerleşik söylemin siyasi dili ve düşüncesi ile olduğu değerlendirilmektedir. Her ne kadar bu söylem bir çelişkiyi andırsa da, İslamcılığın doğuşundan bugüne arayışın bir ayağı bu düşünce üzerine temellendirilmiş, hakim söylem eleştirilmiş fakat hakim söylemin eyledikleri karşısında hakim söylemden çıkarımlar yapılmak suretiyle arayış içine girilmiştir. Bu görüş kapsamında İsmail Kara Hoca’nın tartışılması gerektiğini beyan ettiği 3 husus bulunmaktadır: "1- Klasik ve modern siyasi düşüncelerin kaynakların ve tarihi tecrübenin İslam dünyasının yakın dönem siyasi-idari tablosunun, tarihi atlamadan ve tarihte kalmadan bir bütünlük içinde yeniden gözden geçirilmesi ve bugünün ihtiyaçları ve talepleri istikametinde yeniden müzakere edilerek değerlendirilmesi, 2- Yeni tarih ve fikir yorumuna yükselerek, parçalı İslam tarihi anlayışını bırakarak kaynakları ve asr-ı saadeti atlamadan, tarihin siyasi birikimin, geleneklerin içinden ve tenkit süzgecinden geçmek, 3- Yeni bir dil-düşünce-hareket irtibatını hesaba katarak yeni bir siyasi dil ve üslup kurmak.”
Bu uzun girizgahı ilk kitabın yayınlanmasının üzerinden geçen sürede dikkate alınarak, bir değerlendirme, değişim ve dönüşümleri gözden geçirerek bir hesaplaşmaya ayıran İsmail Kara hoca, sonrasında üç kavramdan ilki olan “Hürriyet Mi Esaret Mi?” başlığıyla kitabın ana meseleleri üzerine değerlendirmesine başlıyor. Namık Kemal’in meşhur dizeleri ve Cenap Şahabettin ile başlayan bölümde Hürriyet kavramı incelenmekte, Hürriyet kavramının çağrışımları ve fikir dünyasında içeriğine karşılık yaşanan dünyada uygulaması üzerinden olan/olması gereken ayrımı yaparak umulan beklenile hürriyet ile olan, pratikte ortaya çıkan hürriyet mefhumunun pek beklentileri karşılamadığı anlaşılmaktadır.
“İslamcılık düşüncesi metinleri hürriyet-meşrutiyet taraftarı ve Sultan Abdülhamit-istibdat karşıtı olmak bakımından Jöntürklerin diline hayli yaklaştığı için hürriyet ve sansür konularında muhalif söylemi paylaşmaktadır.” (sf. 112) İslamcılık düşüncesi de, ilk kitapta belirtildiği üzere, İttihat ve Terakki ile olan dirsek teması ve Abdülhamit muhalifliği bağlamında hürriyet taraftarı olup, aslında bu hürriyet taraftarlığı Namık Kemal’den itibaren düşünürler tarafından desteklenen ve beklenen, arzulanan, tartışılan ve gelmesi beklenen hürriyet mefhumuna karşı müsbet bir bakış sergilemiştir.
Hürriyet mefhumunun içeriği, sınırları, getirdikleri ve götürdükleri metinler üzerinden okunmakta, beklentinin umulanın ne olduğu ve faka bulunanın ise pek de beklenilen olmadığı görülmektedir. Aynı zamanda hürriyetin mutlak ve sınırsız olmadığı sınırları ve kısıtlamalarının tayini noktası da kitapta tartışılmaktadır. Hürriyet faslı Akif’ten yapılan “Köse İmam” alıntısıyla noktalanmaktadır.
Hürriyetten sonra gelen kavram müsavat kavramıdır. Müsavat kavramının başlığı içeriği hakkında okuyucuya ipucu sunmakta olup, yine bir olan/olması gereken ayrımı arayışlarını kafalara soru işareti olarak bırakmaktadır. Müsavat ile birlikte; arayış içerisinde olan devletin, mecbur bırakıldığı müdahalelere dur demek amaçlı bir anlayışı temsilen giriştiği atılımlar değerlendirilmekte fakat bu atılımlar sonucunda müdahaleler kesilmediği yahut önlenemediği gibi millet-i hakime olan ehl-i İslam küstürülme noktasına gelmiştir. Değişim ve dönüşümlerin dışarıdan müdahalesi ile yapılan girişimler halk nezdinde inandırıcı olmadığı gibi, millet-i hakimeye olumsuz yansımıştır. Bölüm Ziya Paşa’dan uzun bir alıntıyla başlamaktadır ve alıntının temel mesajı; bir gayrimüslim için devreye giren arabuluculuk yapan, koruyan ve kollayan, haksız dahi olsa bu işlevini aksatmayan, farklı bürokratik ve dini kurumların varlığı söz konusu iken, Müslüman haklı olsa dahi bir zulme uğrasa sahibinin kim olduğu, hakkını savunanın olmadığı bir devlet anlayışı eleştirilmektedir. İslamcılar bu müsavat içinde yapılan müsavatsızlıkları, yahut sınırını aşan müsavat kavramını eleştirmektedir. Müsavat bahsinde devamla, müsavat kavramı dini kaynaklar üzerinden incelenmekte, müsavat üzerinden laik/seküler hukuka açılan yol değerlendirilmektedir. “Modernleşme teşebbüslerinin hemen her aşamasında, hemen her temel kavram tartışmasında karşımıza çıkan, aktüel yönelişlerle toplumsal/tarihsel kodlar ve şartlar arasındaki örtüşme yetersizliği/yokluğu, umumiyetle teorik açıklamalarla, bazan da “zaruret” ilkesi devreye sokularak örtülmeye çalışılmıştır. Bununla beraber uygulamanın akışı sırasında ortaya çıkan problemler, her zaman üst düzeyde tenkitlere ve metinlere dönüşmese de bu alanı sürekli canlı tutacaktır.
"Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliği manasına müsavat kavramı, Osmanlı Devleti’ne dahili ve harici siyasi şartların icbar ettiği ve içte birliği sağlayıcı, dışta müdahaleyi azaltıcı, nihayet ıslahatı, zamanın şartlarına uyumu temin edici bir siyasi karar hatta bazan gerginliği azaltıcı bir siyasi hile olarak ortaya çıkmakla beraber bu karar ve hileden beklenen siyasi ve sosyal neticeler yeterli düzeyde istihsal edilememiştir.” (sf. 204)
Yapılan alıntıdan da anlaşılacağı üzere müsavat kavramı umulan ve beklenilen etkisini vermekten uzak kalmış, yetmemiş bu kavram üzerinden devletin içişlerine karışmaya varıncaya dek bir açık kapı bırakılmıştır. İslamcılar bu müsavat kavramının uygulamasına eleştiriler getirmiş, pratik üzerinden yöneltilen eleştirilerle beraber savundukları anlayış itibariyle müsavatın herkes için ve herkese karşı olanını savunmuşlardır.
Kitabın son kavramı uhuvvettir. Bu bölüm alışık olmadığımız bir İsmail Kara bölümü çağrışımı yapmaktadır. Hoca ele aldığı kavramları incelerken etraflıca inceleyip araştırmakta, alıntılarla metini zenginleştirmektedir. Hâl böyle olunca metinlerin dili ve uzunluğu, kapsamı ve çerçevesi genişlemekte, artmaktadır. Fakat uhuvvet kavramı hocanın bu genel tutumundan nasibini alamamış olacak ki kısa bir bölüm olarak son kavram ve kitabın kapanış kısmında kendisine yer bulmuştur. Uhuvvet kavramıyla manen parçalanan zihinler ve maddeten parçalanan vatan üzerinden yeni bir birleştirme çaba ve gayretine yönelik çabalar anlaşılmalıdır. Bu kapsamda parçalanan ve bölük pörçük edilen dünyanın yeniden düzenine ve ihtişamına kavuşma gayretine yönelik bir kavram okuması olarak uhuvvet karşımızda yer almaktadır. “İslam fıkıh-hukuk ve siyaset literatüründe ve kültüründe tam karşılığı olmayan yeni siyasi müsavat kavramını, siyaseten/dinen inşa etmek ve meşrulaştırmak için yardıma çağrılan ve siyasallaştırılan iki önemli dini kavramdan biri uhuvvet (kardeşlik), diğeri ittihad (birlik) olmuştu. Bu iki kavramdan uhuvvet, eşit hale gelmiş Müslim ve gayrimüslimlerden oluşan toplumu sıkılaştırmaya, ittihad ise dinleri farklı fakat eşit(lenmiş) fertlerden müteşekkil bir topluluktan siyasi birlik ve güç devşirmeye dönük olarak da çalıştırılmak isteniyordu.” (sf. 214)
İslamcıların Siyasi Görüşleri 2, İslamcılık üzerine önemli bir açığı kapatıyor ve İslamcılık üzerine yeni kapılar açıyor. Daha tartışılacak onca mesele ve kavram, düşünce ve kabuller duruyor. Kişiler ve metinler üzerinden yakın tarihe ilişkin yapılacak yeni okumalarda üzerinde yaşadığımız toprakları daha iyi anlama ve anlamlandırmaya yarayacak, bu sayede düşünce hayatımızda alınacak yollarla beraber nitelikli tartışma ve düşünme sayesinde temellendirebileceğimiz kavramlarla emin adım atmak mümkün hale gelecektir. Bu kapsamda İsmail Kara Hocanın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 eseri alanda önemli bir açığı kapatarak ve yeni düşünce yolları açarak okurunu selamlıyor.
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
İsmail Kara’nın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet kitabı bu cümlelerle karşılıyor okurunu. Uzun zamandır merak ve hasretle beklenilen, fakat sürekli ertelenen, başka meselelere kurban giden İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 nihayet Dergah Yayınları'ndan okuyucusuna merhaba dedi. İsmail Kara okuyucularının takdir edeceği üzere; dil bakımından her zaman ki ağırlığı ve çetrefil oluşuyla, meseleleri ele alışı açısından ise İsmail Kara’nın kendine özgü dünyasından seslenen bir eserle karşı karşıyayız. İlk cildinde Hilafet ve Meşrutiyet kavramları üzerinden İslamcılık düşüncesi ve İslamcılar irdelenmekte iken, bu cilt üç ana başlığı ihtiva etmektedir: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet. Üç ana başlığa gelmeden önce uzun bir girizgah ile yazar bazı kavramların ve İslamcılığın kendi nezdinde “sorunlu” alanlarını tartışmakta, eleştirileriyle beraber kavramların değişim ve dönüşümünü, göstermeyi amaçlamaktadır. Konuşmalarında her yazının ve kitabın bir kaderi olduğuna değinen İsmail Kara, kavramların da bir kaderi ve yolculuğunun olduğunu, bir serencam içerisinde dönem ve şartların baskısı ve değerlendirmesiyle beraber değişip dönüştüğünü göstermektedir.
İlk kitabında ağırlıklı olarak Mehmet Akif üzerinden, Safahat’tan alıntılarla giriş yapan ve sık sık Akif’e atıf yapan İsmail Kara, bu eserinde içeriğin de etkisiyle alıntı ve atıflarının yönünü Namık Kemal ve Ali Suavi’den yana Genç Osmanlılar ağırlıklı olarak yapmaktadır. Merhum Mehmet Akif’te eser içerisinde alıntılarla okuyucunun karşısına çıkmaktadır. İslamcılık dendiğinde akla gelen ilk ismin Akif olması, eserlerinde İslamcılık düşüncesini meşrulaştırma ve temellendirme adına gayreti, veciz dili onu bir adım daha öne çıkarmaktadır.
Kitap her ne kadar üç ana kavram üzerine temellendirilmişse de bu kavramlardan önce bir girizgah ile beraber İslamcılık düşüncesinin ana istikametleri ve problemleri tartışılmakta, kavramların yolculukları, değişen ve dönüşen dünyayı anlama ve anlamlandırma problemleri gibi bir çok mesele de Çağdaş ve İslami kimliğinin yan yana gelip gelemeyeceği, modern kavramların ve modern açılımların asırlık düşünceye vurduğu baltalar yer yer ağır sayılabilecek eleştirilere maruz kalmaktadır. “Düşünce veya siyaset düşüncesi denildiği zaman öncelikle nazarÎ (teorik) ve soyut (mücerret) olanın akla gelmesi beklenir. Bu aşamada yöneten(ler)le yönetilenler arasındaki çok yönlü ilişkileri kuran, açıklayan, anlamlandıran, besleyen, ardından aşağıya doğru, uygulamaya nasıl intikal edeceğine işaret eden bir kavramlar manzumesi söz konusudur.” (sf. 11)
Hemen kitabın başında, pratik olanın soyut olanla mücadelesi, yer yer anlaşamaması, uyumu ve arayışları üzerine bir giriş yer almaktadır. Tabir-i caizse Osmanlı Modernleşmesi ve İslamcılık yeni doğan bir çocuk gibi yeni bir anlamlar ve kavramlar dünyasına adım atmakta, her doğan çocuk gibi düşe kalka büyüme, dünyada kendine yer edinme, bir anlam arayışı içine girmektedir. Düşünce alanında yeni bir dünyaya kapıyı aralayan ve fakat ona ait olmayan, hatta yer yer taban tabana zıtlıkları bulunan bir dünyaya girişte elbette zorluklar çıkacaktır. “Pratikle irtibatlı tarihi akış ve tecrübeler manzumesi, sosyokültürel unsurlar da düşünceyi, siyaset düşüncesini etkileyegelmiştir.”. Bir yanda değişen ve dönüşen bir dünya; öte yanda ise sürekli olarak yenilgi ve toprak kaybına uğrayan imparotorluk, içinde yaşayan düşünürler, ulema ve bütün bu dünyanın ve kişilerin dur durak bilmez arayışı. İşte böyle bir zamanda İslamcılık düşüncesi; düşünce alanında bir uzlaştırma çaba ve gayretiyle kavramlar üzerinden yeni bir dünya inşasına kalkışmak, batı ve doğu geçmişle bugün üzerinden okuma yapmak, pratik alanda adeta paramparça edilen toprakların ahını tutarak elde kalanlara bir gayretle sarılmaktır.
İsmail Hoca’nın konferans ve kitaplarında bahsettiği üzere kitapların bir kaderi olduğu gibi kelimelerin ve kavramların da bir kaderi ve hikayesi var. Zaman içerisinde yaşayan insanlar beraber değişip dönüşmekte, kimi zaman muhalif kimi zaman yandaş olarak kullanılmakta, kimi zaman kendilerine itibar edilip hürmet gösterilmekte, kimi zaman ise silah olarak kullanılıp, saldırıya araç edimektedirler. İşte böyle bir dünya içerisinde kelimelerle beraber değişip dönüşen zamanla beraber yeni olan ve eski olanın kıymeti nedir diye de sorulur? “Çünkü her ne sebeple ortaya çıkarsa çıksın yenilik, yenilenme sadece kendini getirmek ve göstermekle kalmaz, bir “eski” oluşturur ve onun manasını, önemini, statüsünü kendine göre tayin ve tarif eder.”. Her devrin kaderi, her kelimenin devri olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır. İslamcılık düşüncesi de bu arayış ve serencamın içerisinde, hem İslami kalmak, hem de modern olmak, Avrupayı ihmal etmeyerek, modernleşerek Müslüman kalmak arayış ve çabasının adıdır. Kimi İslamcılar bu iki uç arasında gidip gelmekte, acil olan ve devrin gerektirdiği şekilde Müslümanlara yönelik mütecavizane hareketlere son verme çabasına girmekte, kimileri ise uzun dönem üzerinden gözden kaçan noktaların olduğu ve telafisi imkansız zararlar için uyarıda bulunmaktadır. İşte böyle bir dünya içerisinde böyle bir zıtlıklar ama aynı zamanda ortak gaye adına arayış çabası İslamcılık düşüncesi içerisindedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin dini ve yerli yönünü öne çıkarmak isteyenler modernleşme süreçlerini büyük ölçüde İslam ilim ve kültür tarihinde güçlü karşılıkları olan ihya,ıslah ve tecdid kavramları ile yahut İslamın dinamiklerinin devreye girmesi üzerinden açıklarken modern-Avrupai yönünü belirgin hale getirmek isteyenlerin öncelikleri Batı etkisinden, batılı kavramlardan, onlarla irtibatlı yaşama üsluplarından yana olacaktır. İlki daha ziyade Batı tecrübesi ile farklılıkları ve kendi özgünlüklerini, ikincisi ise onunla benzerlikleri ve yakınlıkları öne çıkarmaktadır.” (sf. 16)
İslamcılık düşüncesinin ana kaynaklarını sıralamak gerekirse; “yeniden tanımlanmış olarak Kur’an ve sünnet ve bunlarla irtibatlı olarak dört halife (hulefa-yı raşidin) devrini içine alan asr-ı saadet, modern-laik Batı siyasi düşüncesi ve kurumlarıdır”. İlk ana kaynak; etrafında sabit durulan bir pergelin ayağı misali temel kaideleri temsil etmekte iken, ikinci ana kaynak ise; dönemin şart ve koşullarında Müslümanların düştüğü çıkmazın içinden kurtulması için arayış için çıkılan kaideleri tespit etmeye yaramaktadır. Tabii ki doğu ve batının tarihsel serüveni ve serencamı, ihtiva ettiği farklılıklar yaşanan deneyim ve tecrübeler incelendiğinde bazı kavramlar açısından iki ana kaynağı uzlaştırmak mümkün olamamaktadır. Bu durumda tevil yoluyla, zorlama yorumlarla iki farklı dünya bir kavram etrafında uzlaştırılma gayreti gütmektedir. Fakat bu İslamcılık akımı yönünden bazı yorumlar nedeniyle bir zaaf olarak görülmektedir.
“Çağdaş İslam düşüncesinin, İslamcılık hareketinin nerede ise bütnü alanlarında görebleceğimiz bir tür “Avrupa’yı Müslümanlaştırmak” ve meşrulaştırmak arzusu ve/ya Batıya onun mantığı ve araçlaıyla karşı koyak ihtiyacı siyasette de devreye girecek, Avrupai değerler ve kavramlar İslamın, İslam-Osmanlı tarihinin rahatlıkla içine alabileceği evsafta tanımlanacak, bunlar yeteri kadar işlemezse zaruret ilkesine sığınılarak çıkış yolu ve meşruiyet aranacak yahut bu fikirler Müslümanlar dahil olmak üzere herkes için eşit değerde, “evrensel” bir “yitik hikmet” hatta İslam dünyasından Batıya intikal etmiş ama bizim unuttuğumuz değerler haline getirilecektir.” (sf. 25)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde adım adım gelen ve engellenemeyen çöküş üzerine, mütefekkirler çözüm arayışlarına girmişler, her kafadan farklı bir ses çıkmaya başlamıştır. Yeni bir dünya içine girmenin bedeli olacağını öngören mütefekkirler, bedelin en az ödenebileceği bir çözüm arayışı içinde fikir imali için uğraşmakta iken, pratikte ise Osmanlı İmparatorluğu adım adım bir küçülme ve yok olmaya doğru seyretmektedir. Bu çöküşte ilk suçlu askeriye ilan edilir ve bir imparatorluğun modernleşme hikayesi başlar. Nasıl ki problemler bir gün içinde çıkıp büyümedilerse, çözümün de bir gün içinde çıkması ve kurtuluş beklemenin abes olacağı açıktır ama ne yazık ki çözüm üretmede de geç kalınmış, fikir imalinde atı alanın Üsküdar’ı geçtiği bir dünya içine girilmiştir. Bu dünya içerisinde üç ana akım sayılabilir: Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Batıcılık her üç akım içerisinde de kendisine yer bulmuştur; İslamcılık içinde kavramları dönüştürmek yahut kavramların temelinin İslam kaynaklı olduğunu iddia etmek, Türkçülük içerisinde ise nihai ulaşılacak hedef olarak ortaya çıkmıştır. En nihayetinde üç kavramın da birbirinden farklı ayrım ve nüansları vardır.
“İttihad/vahdet ve onun altında türetilen kavramlar ve terkipler verdikleri ilk intibanın ötesinde İslam dünyasında yeni bir fert, millet ve vatandaş tanımı yapma arayışının, bunlarla irtibatlı olarak içerde ve mücavir bölgelerde yeni bir siyası (ve kültürel) birlik inşa etme fikrinin, yeni bir kamu hukuku yorumunun kuvvetli bir unsuru olarak vücut bulmuş ve geliştirmiştir.” (sf. 31)
Yeni bir dünyanın kapısını aralamak, o dünyadan kavram transferi yapmak elbette sorunlara, anlaşılmamazlıklara ve tepkilere sebep verecektir. Her toplumun içine doğduğu dünya, kullandığı terkib ve kavramların içinde yaşanılan sosyo ekonomik ve politik ortam içerisinde anlam kazandığı göz önüne alındığında, alınan her kavramın, değiştirilmek istenen alışkanlıklara tepkilerin mümkün mertebe azaltılması ve kavramında toplumun içerisinden neşet etmişçesine gösterilerek yeni bir dünyaya adım atmak gereklidir. Toplum ya kendisi olarak, kendi anlam dünyasını yeniden oluşturma, tesis etme yolunu tercih ederek, zaman ve zeminle bağlantılı olarak kavramlarını güncelleyebileceği gibi, bunun olmaması ve üzerinde yaşanılan, nefes alınan toprak parçasının tehlikeye düşmesi halinde kavramların alınarak topluma dikte edilmesi ve kılıf bulma yoluyla toplumla uzlaştırma arama çabasına gildilmelidir. İslamcılar da aldıkları kavramların hesabını vermek adına Kur’an-ı Kerim ve sünnetten kavramları çıkartma yoluna gitmiştir.
Bu kavramların meşrulaştırılması örneğinde kitapta meşrutiyet örneği ayrıntılı olarak incelenmektedir. Yeni Osmanlılarla beraber tartışılan, Avrupa görenlerin devletin düşüşünü yönetim anlayışından bilmeleri nedeniyle saltanat sistemi tartışmaya açılmış, meşrutiyet kavramı, ayet ve hadislerle desteklenmek suretiyle toplum tabanında meşrulaştırılmak suretiyle kanun-i esasi ile meşrutiyet arayışına girilmiştir. Meşrutiyetten demokrasiye bu kavramdan İslam Devletine geçen, kavramlar içerisinde bir arayışın İslamcılıkla bağlantısı üzerine okuma notları ile beraber zengin bir tartışma ile İslamcılığın fikri serüveni farklı düşünürler etrafından incelenmekte, zayıf yönleri muahezeye tabi tutulmaktadır.
İslam devleti kavramının getirdiği bir takım neticeler bir başlık altında değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Üç ana başlık etrafından İslam devleti kavramı incelenmektedir: Öncelikle din kavramı açısından bir devlet kuram yahut kavramı etrafından değerlendirmeler yer almaktadır: “… meşrutiyetle birlikte başlayan hilafet-saltanat sistem ile ilgili tartışmaların, onun ortadan kalkmasıyla birlikte bir başka merhaleye intikal ederek İslam’ın (Kur’an ve sünnetin) bir devlet sistemi, bir yönetim tarzı öngörmediği, sadece bazı temel ilkeler koyduğu, peygamber kıssaları üzerinden bazı işaretlerde bulunduğu ve bu ilkelere uyan her devlet ve idare sisteminin din zaviyesinden meşru olabileceği fikridir.”
İkinci başlık ile beraber İslam Devleti fikrinin temel kaynakları ve argümanlarının ne olduğu üzerinden sabit kabuller eleştiriye tabi tutulmakta, kitabi bilginin zikredilerek yaşanan tarih bilgisinin ve koşullarının görmezden gelinmesinin bir eksiklik olduğu ifade edilmektedir: “İslam tarih tecrübesinin ve kültürel toplumsal hafızanın büyük ölçüde devre dışı bırakılmasına paralel olarak İslam siyasi düşüncesinin kavramlarının yeni bir okuma ve hiyerarşi tertibi ile, büyük ölçüde Kur’an ve sünnetle sınırlı kalarak yeni ve uyum arayan yorumlarla inşa edilmesidir.” Son değerlendirmeler ise hem İslamcılık düşüncesiyle bağlantılı olarak hem de günümüz dünyasında yer alan tartışmalı bir meseleye ilişkindir: “İslam Radikalizmi, Siyasal İslam: Bir başka şekilde söylersek hilafet-saltanat sisteminden meşrutiyete, oradan cumhuriyet, İslam Devleti’ne doğru hareket eden yeni İslam siyasi düşüncesi çizgisi bu aşamadan sonra iki ana kola ayrılmaktadır: kollardan biri daha seküler ve laik, daha liberal ve uzlaşmacı bir istikamete, İslam cumhuriyeti ve demokrasisine, oradan liberal (ılımlı-kültürel) İslam’a doğru yol alırken diğer bir hattı da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra daha “şeriatçı”, daha dar/sade ve sıkı, daha katı, siyasi ve toplumsal talepleri yüksek, mücadeleci, cihadı-şehadeti öne çıkaran ve bunların beklenebilir bir neticesi olarak (dar mütecanisliği/homojenliği sağlamak için) dışlayıcı bir üslup ile İslam Radikalizmine doğru evrilecektir.” (sf. 86)
Kitabın giriş kısmının son bölümü bir değerlendirme ve İslamcıların Siyasi Görüşleri 1 kitabının üzerinden geçen süreçten bugüne kadar elde edilen kazanımların, yahut eksikliklerin, kayıpların neler olduğu, gidişatın ne olacağı üzerine bir fikir teatisi sunmaktadır. Bugün gelinen noktada İslamiyetin temsiliyetinin, dünya üzerinde yer alan konumunun, dünyanın yerleşik söylemi ile bir olup olmadığı, yerleşik söylemin karşısında mı yer aldığı yoksa yerleşik söyleme ivme mi kazandırdığı sorusunda, artılarıyla eksileriyle yerleşik söylemin karşısında yer alan bir İslam’dan söz edilebileceği, bunun ise Müslümanlıktan vazgeçmeden yerleşik söylemin siyasi dili ve düşüncesi ile olduğu değerlendirilmektedir. Her ne kadar bu söylem bir çelişkiyi andırsa da, İslamcılığın doğuşundan bugüne arayışın bir ayağı bu düşünce üzerine temellendirilmiş, hakim söylem eleştirilmiş fakat hakim söylemin eyledikleri karşısında hakim söylemden çıkarımlar yapılmak suretiyle arayış içine girilmiştir. Bu görüş kapsamında İsmail Kara Hoca’nın tartışılması gerektiğini beyan ettiği 3 husus bulunmaktadır: "1- Klasik ve modern siyasi düşüncelerin kaynakların ve tarihi tecrübenin İslam dünyasının yakın dönem siyasi-idari tablosunun, tarihi atlamadan ve tarihte kalmadan bir bütünlük içinde yeniden gözden geçirilmesi ve bugünün ihtiyaçları ve talepleri istikametinde yeniden müzakere edilerek değerlendirilmesi, 2- Yeni tarih ve fikir yorumuna yükselerek, parçalı İslam tarihi anlayışını bırakarak kaynakları ve asr-ı saadeti atlamadan, tarihin siyasi birikimin, geleneklerin içinden ve tenkit süzgecinden geçmek, 3- Yeni bir dil-düşünce-hareket irtibatını hesaba katarak yeni bir siyasi dil ve üslup kurmak.”
Bu uzun girizgahı ilk kitabın yayınlanmasının üzerinden geçen sürede dikkate alınarak, bir değerlendirme, değişim ve dönüşümleri gözden geçirerek bir hesaplaşmaya ayıran İsmail Kara hoca, sonrasında üç kavramdan ilki olan “Hürriyet Mi Esaret Mi?” başlığıyla kitabın ana meseleleri üzerine değerlendirmesine başlıyor. Namık Kemal’in meşhur dizeleri ve Cenap Şahabettin ile başlayan bölümde Hürriyet kavramı incelenmekte, Hürriyet kavramının çağrışımları ve fikir dünyasında içeriğine karşılık yaşanan dünyada uygulaması üzerinden olan/olması gereken ayrımı yaparak umulan beklenile hürriyet ile olan, pratikte ortaya çıkan hürriyet mefhumunun pek beklentileri karşılamadığı anlaşılmaktadır.
“İslamcılık düşüncesi metinleri hürriyet-meşrutiyet taraftarı ve Sultan Abdülhamit-istibdat karşıtı olmak bakımından Jöntürklerin diline hayli yaklaştığı için hürriyet ve sansür konularında muhalif söylemi paylaşmaktadır.” (sf. 112) İslamcılık düşüncesi de, ilk kitapta belirtildiği üzere, İttihat ve Terakki ile olan dirsek teması ve Abdülhamit muhalifliği bağlamında hürriyet taraftarı olup, aslında bu hürriyet taraftarlığı Namık Kemal’den itibaren düşünürler tarafından desteklenen ve beklenen, arzulanan, tartışılan ve gelmesi beklenen hürriyet mefhumuna karşı müsbet bir bakış sergilemiştir.
Hürriyet mefhumunun içeriği, sınırları, getirdikleri ve götürdükleri metinler üzerinden okunmakta, beklentinin umulanın ne olduğu ve faka bulunanın ise pek de beklenilen olmadığı görülmektedir. Aynı zamanda hürriyetin mutlak ve sınırsız olmadığı sınırları ve kısıtlamalarının tayini noktası da kitapta tartışılmaktadır. Hürriyet faslı Akif’ten yapılan “Köse İmam” alıntısıyla noktalanmaktadır.
Hürriyetten sonra gelen kavram müsavat kavramıdır. Müsavat kavramının başlığı içeriği hakkında okuyucuya ipucu sunmakta olup, yine bir olan/olması gereken ayrımı arayışlarını kafalara soru işareti olarak bırakmaktadır. Müsavat ile birlikte; arayış içerisinde olan devletin, mecbur bırakıldığı müdahalelere dur demek amaçlı bir anlayışı temsilen giriştiği atılımlar değerlendirilmekte fakat bu atılımlar sonucunda müdahaleler kesilmediği yahut önlenemediği gibi millet-i hakime olan ehl-i İslam küstürülme noktasına gelmiştir. Değişim ve dönüşümlerin dışarıdan müdahalesi ile yapılan girişimler halk nezdinde inandırıcı olmadığı gibi, millet-i hakimeye olumsuz yansımıştır. Bölüm Ziya Paşa’dan uzun bir alıntıyla başlamaktadır ve alıntının temel mesajı; bir gayrimüslim için devreye giren arabuluculuk yapan, koruyan ve kollayan, haksız dahi olsa bu işlevini aksatmayan, farklı bürokratik ve dini kurumların varlığı söz konusu iken, Müslüman haklı olsa dahi bir zulme uğrasa sahibinin kim olduğu, hakkını savunanın olmadığı bir devlet anlayışı eleştirilmektedir. İslamcılar bu müsavat içinde yapılan müsavatsızlıkları, yahut sınırını aşan müsavat kavramını eleştirmektedir. Müsavat bahsinde devamla, müsavat kavramı dini kaynaklar üzerinden incelenmekte, müsavat üzerinden laik/seküler hukuka açılan yol değerlendirilmektedir. “Modernleşme teşebbüslerinin hemen her aşamasında, hemen her temel kavram tartışmasında karşımıza çıkan, aktüel yönelişlerle toplumsal/tarihsel kodlar ve şartlar arasındaki örtüşme yetersizliği/yokluğu, umumiyetle teorik açıklamalarla, bazan da “zaruret” ilkesi devreye sokularak örtülmeye çalışılmıştır. Bununla beraber uygulamanın akışı sırasında ortaya çıkan problemler, her zaman üst düzeyde tenkitlere ve metinlere dönüşmese de bu alanı sürekli canlı tutacaktır.
"Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliği manasına müsavat kavramı, Osmanlı Devleti’ne dahili ve harici siyasi şartların icbar ettiği ve içte birliği sağlayıcı, dışta müdahaleyi azaltıcı, nihayet ıslahatı, zamanın şartlarına uyumu temin edici bir siyasi karar hatta bazan gerginliği azaltıcı bir siyasi hile olarak ortaya çıkmakla beraber bu karar ve hileden beklenen siyasi ve sosyal neticeler yeterli düzeyde istihsal edilememiştir.” (sf. 204)
Yapılan alıntıdan da anlaşılacağı üzere müsavat kavramı umulan ve beklenilen etkisini vermekten uzak kalmış, yetmemiş bu kavram üzerinden devletin içişlerine karışmaya varıncaya dek bir açık kapı bırakılmıştır. İslamcılar bu müsavat kavramının uygulamasına eleştiriler getirmiş, pratik üzerinden yöneltilen eleştirilerle beraber savundukları anlayış itibariyle müsavatın herkes için ve herkese karşı olanını savunmuşlardır.
Kitabın son kavramı uhuvvettir. Bu bölüm alışık olmadığımız bir İsmail Kara bölümü çağrışımı yapmaktadır. Hoca ele aldığı kavramları incelerken etraflıca inceleyip araştırmakta, alıntılarla metini zenginleştirmektedir. Hâl böyle olunca metinlerin dili ve uzunluğu, kapsamı ve çerçevesi genişlemekte, artmaktadır. Fakat uhuvvet kavramı hocanın bu genel tutumundan nasibini alamamış olacak ki kısa bir bölüm olarak son kavram ve kitabın kapanış kısmında kendisine yer bulmuştur. Uhuvvet kavramıyla manen parçalanan zihinler ve maddeten parçalanan vatan üzerinden yeni bir birleştirme çaba ve gayretine yönelik çabalar anlaşılmalıdır. Bu kapsamda parçalanan ve bölük pörçük edilen dünyanın yeniden düzenine ve ihtişamına kavuşma gayretine yönelik bir kavram okuması olarak uhuvvet karşımızda yer almaktadır. “İslam fıkıh-hukuk ve siyaset literatüründe ve kültüründe tam karşılığı olmayan yeni siyasi müsavat kavramını, siyaseten/dinen inşa etmek ve meşrulaştırmak için yardıma çağrılan ve siyasallaştırılan iki önemli dini kavramdan biri uhuvvet (kardeşlik), diğeri ittihad (birlik) olmuştu. Bu iki kavramdan uhuvvet, eşit hale gelmiş Müslim ve gayrimüslimlerden oluşan toplumu sıkılaştırmaya, ittihad ise dinleri farklı fakat eşit(lenmiş) fertlerden müteşekkil bir topluluktan siyasi birlik ve güç devşirmeye dönük olarak da çalıştırılmak isteniyordu.” (sf. 214)
İslamcıların Siyasi Görüşleri 2, İslamcılık üzerine önemli bir açığı kapatıyor ve İslamcılık üzerine yeni kapılar açıyor. Daha tartışılacak onca mesele ve kavram, düşünce ve kabuller duruyor. Kişiler ve metinler üzerinden yakın tarihe ilişkin yapılacak yeni okumalarda üzerinde yaşadığımız toprakları daha iyi anlama ve anlamlandırmaya yarayacak, bu sayede düşünce hayatımızda alınacak yollarla beraber nitelikli tartışma ve düşünme sayesinde temellendirebileceğimiz kavramlarla emin adım atmak mümkün hale gelecektir. Bu kapsamda İsmail Kara Hocanın İslamcıların Siyasi Görüşleri 2 eseri alanda önemli bir açığı kapatarak ve yeni düşünce yolları açarak okurunu selamlıyor.
Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)