"İki kadın bir adam, aşk çekilir aradan."
- Yıldız Tilbe
Ülke insanını ve onun duygularını iyi tanıyan, iyi okuyabilen yazarların romanları, en kuvvetli psikolojik metinleri içeriyor. Bu anlamda psikoloji biliminin her şeyini, evet her şeyini edebiyata borçlu olması çok doğal. Bir yandan Dostoyevski, diğer yandan Ahmet Hamdi Tanpınar okuyup da bir insanın metinlerin içine gömülmüş fakat diğer yandan hem acımasız hem de yalın bir formda yazılmış insan ruhuna dair duyguları, hisleri keşfetmesi bambaşka bir zevk. Günümüz Türk edebiyatında da bu ekolü kendi hâlinde, sessiz sakin ama derinden sürdüren yazarlar var elbette. Özellikle Behçet Çelik, Kemal Varol, Nermin Yıldırım, Şule Gürbüz gibi isimlerin gerek dilleriyle gerek kurgularıyla mutlaka takip edilmesi, dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum.
2019'un sonlarına doğru Behçet Çelik'in İletişim Yayınları'na geçtiğini gözledik. Önce Belleğin Girdapları, peşinden Dünyanın Uğultusu ve nihayet Soluk Bir An ile üç romanı peş peşe okura sunuldu. Yakında, 2008 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen kitabı Gün Ortasında Arzu da okurla yeniden buluşacak. Benim gibi boyut, font ve kapak takıntısı oldukça fazla olan okurlar için bu yayınevi değişikliği pek sevindirici. Diğer eserleri de transfer olduğunda kitaplıklarda ciddi bir raf tutacak Behçet Çelik. Görünürlük ve dolayısıyla okunurluk anlamında hayırlı olmasını temenni edip kitaba geçiyorum.
İnsanın belirsizliği ile aşkın belirsizliği arasında salınan bir roman Soluk Bir An. Gençken kendine denenmemiş, yürünmemiş yollar bulmaya çabalayan ama zaman geçtikçe aslında özgürlüğünü değil de güvenliğini aradığına inanan bir karakter var karşımızda: Taner. Zaman denen kavramla çok ciddi bir polemiği var. Ne geçmişle ilgilenmek istiyor ne de gelecekle. Bir tutkusunun olup olmadığını sorgularken bile işte bu zaman açmazından yararlanmaya çabalıyor. Ne ki ona kendini tam manasıyla hissettiriyor, işte zaman orada, an orada. Zaten anılar da orada değil mi? Vaktin değerini, kıymetini ölçemeyecek kadar kendimizi kaybettiğimiz duygular değil midir anılar? Bundan olsa gerek, sonradan sadece gözümüzde canlandırabiliyoruz anıları. O duyguları, hisleri yeniden hissedemiyoruz. Sadece hatırlayabiliyoruz. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği' yapışır Taner'in yakasına tüm bu sorgulamalar içinde. Evlidir ayrıca, Yasemin'le. Oğlu da vardır, Cem. Ancak Yasemin'in en yakın arkadaşı, eve sık sık girip çıkan Esra çokça aklını karıştırır. Sanki eşiyle beraber tükettiği duygular Esra'da yankı bulacaktır. Neticede Taner'in umududur bu. Ne Esra'nın haberi vardır bundan ne de Yasemin'in haberi. Cem ise babasının gençliğini yaşar bütünüyle; baba tarafından sevgi görmeyen, işin tuhafı sevgisizlik de görmeyen, evle olan irtibatını anneyle ve televizyonla kurmuş modern zamanların klasik çocuğu.
"İnsan ömrünü kendine bir benlik, kişilik oluşturmakla geçiriyor, sonra gün geliyor önündeki en büyük engelin bunlar olduğunu fark ediyor" diye yazmış Behçet Çelik. Yazarın, Taner'in, Yasemin'in, Esra'nın, gelecek zamanlarında Cem'in ve kitabı okuyan okurun tam da şu zamanlarda en çok yaşadığı his. Benliğin gölgesinde serinleyeceğini zannederken orada kavrulmak ve kavrulduğunun da farkına bir türlü varamamak. Çünkü "herkesin kendini övdüğü bir çağda yaşıyordu. Kimse utanmıyor bundan. Giderek daha yüksek sesle daha çok övüyorlar kendilerini, yapıp ettiklerini...". Evlilikte de dostlukta da aynı şeyleri yapmanın değil, aynı şeylerin yapmamaman ve bu yapamayıştaki anlayışın bir temel olduğunu hatırlatıyor Taner'in ilişkisi. Hep tersinin doğru olduğu, aynı şeyleri sevmenin değerli olduğu söylenir. Aynı şeyleri yapmakta sorun yok, peki yapamazken sorun var mı? İşte her türlü ilişkinin yüz puanlık uzmanlık sorusu. Behçet Çelik, buna benzer bir terslik daha işliyor romanda. "Bir insanı başka bir insanla aldatırız sanmak ne kadar yanlış. Bir insanı ancak onunla aldatırız. Ona başka biri muamelesi yaptığımızda." diyor. Hayatımızdaki en önemli insanları başka birilerinin yerine koyduğumuzda ilişkilerin derinliği kaybolur, taşlar yosun tutar, çamaşırlar kirli kalır, dilden söz çıkmaz. Hayat koca bir illüzyona dönüşür. Ne acı ki bu illüzyona başkası tarafından maruz bırakılmayız böyle durumlarda, basbayağı bir kurmuşuzdur bu tuzağı kendimize.
Taner basit bir Yasemin-Esra arası salınma yaşamıyor. Arkadaşlarıyla da ilişkisini gözden geçiriyor, çocuğuyla da. Böylece hayata topyekun kafa tuttuğu anlar yaşıyor. Sıkılıyor, terliyor, bunalıyor. Bazı acıların gençken atlatılacağına inanıyor, belleğin bunca acıyı nerede sakladığını sorguluyor, hatıraların da pas tutabileceğini düşünüyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerde derdin, samimiyetin ve yük oluşun kapladığı yeri çözüyor: "Kimsenin kimseye ilaç olmayacağından adı gibi emin; bir insanın bir başkası için yapabileceği tek şeyin ona dert, yük olmamak olduğuna inanıyor."
Roman ilerledikçe ve Taner bize hafızanın hem acımasızlığını hem de kudretini hatırlattıkta, başka başka karakterlere bürünüyor sanki. Oğuz Atay'ın Hikmet Benol'u, Yusuf Atılgan'ın Bay C.'si, Franz Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve benim çok ama çok sevdiğim Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu, hatta belki de Siddhartha'sı... Ne istiyor bu adam, kimin karakterine bürünmeye çalışıyor, yaşamdan en büyük beklentisi ne, bu yaşadığı bezginlik mi depresyon mu yılgınlık mı, tüm zamanları kendi düşüncelerinde ağırlayıp kahraman mı olmak istiyor diye düşünürken okur, ansızın söyleyiveriyor memnuniyetsiz oluşunun ardındaki hassasiyeti ve öfkeyi: "Lüzumsuz yere ne kadar önemsiyoruz kendimizi, duygularımızı açıklamıyor, diplomatik demeçler veriyoruz her seferinde; sözlerimizle haklar kazanılıp gasp edilecek, ülkeler, sınırlar değişecekmiş gibi. Bizi yıllar sonra da haklı çıkaracağını umduğumuz laflar geveliyoruz ağzımızda. Zamana hâkim olacağımızı sanıyoruz böyle yapınca; ellerimizin arasındaki yegâne zaman kayıp gidiyor; görmüyoruz."
Romanın başındaki tansiyon nasılsa, sona doğru da öyle ilerliyor. Bunu bir okur olarak muazzam buluyorum. Büyük ümitler vermiyor, iddialı bir son hazırlamıyor, mutluluk ve mutsuzluk ötesinde, çok başka duyguların ve hislerin peşinden gidip okuru hiç de rahatsız etmeden bir ışık tutmaya çabalıyor. Tıpkı Taner gibi aslında. En çok da şunu söylüyor biterken: "Herkesin birbirine yalan söylemek zorunda olduğu bir düzeni vardı dünyanın. 'Yalan dünya' dedikleri bundan başka bir şey değildi."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf