Yılkı Atı, Abbas Sayar’ın ilk romanı.
Abbas Sayar kimdir, kısaca bahsedelim: 1923 yılında Yozgat’ta doğmuş ve 1999 yılında hayata veda etmiştir. Çoğunlukla, Orta Anadolu kültürünü anlatan eserler vermiştir. Roman, öykü ve şiir alanında eserleri bulunmaktadır. Yazılarında Anadolu kültürün izlerini ve yöre insanlarının yaşantılarını açıkça görmek mümkün. Abbas Sayar denildiğinde aklımıza ilk gelen romanı büyük olasılıkla Yılkı Atı.
Yılkı Atı, 10 bölümden oluşuyor. Yılkı Atı’nın hikâyesi Üssüğünoğlu diye adlandırılan İbrahim’in Doru Kısrak’ı yılkılığa bırakma kararıyla başlar. Peki, ne anlama geliyor bu yılkılık?
Yılkı atı, doğada özgürce dolaşan at demek. At sahipleri, yaşlanmış ve artık işe yaramayan atları daha fazla beslememek amacıyla kış aylarında yılkılığa bırakıyorlar. Eğer at ilkbahara kadar hayatta kalmayı başarırsa sahibi tarafında tekrar alınıp bakılıyor. Yılkı atlarının soğuk hava şartları, açlık ve yabani hayvanlardan kurtulabilme mücadelesi tam da burada başlıyor.
Bu yaşlı atlardan biri olan Doru Kısrak’ın zorlu mücadelesini anlatır Abbas Sayar. Doru Kısrak’ın yaşadığı olaylar karşısındaki derin duygularını yılkılığın gözünden ustaca betimlemiştir. Bu betimlemeleriyle yılkı atlarının hayatlarını anlatan nadir bir roman ortaya çıkarmıştır. Romanın yayınlandığı 1970 yılında Sanat Ödülleri yarışmasında Yılkı Atı romanıyla “Başarı Ödülü” almıştır.
Atlar insanlara çok benzer derler, Doru Kısrak’ın hikâyesinde de kendimizden parçalar buluyoruz. Yaşam mücadelesi, eve dönmek için verdiği uğraş, yavrusuna duyduğu derin özlem, bu süreçte kendisine umut olacak bir sevginin peşine düşmesi ve zorlu şartlara rağmen özgürlüğünün peşinden gitmesi.
Yılkı Atının mücadelesinin yanı sıra kitapta insanoğlunun içinde bulunduğu ikiyüzlülüğe de sık sık yer verilmiş. Başta İbrahim’in Doru Kısrak’a yaptıkları ve köylünün bu yöndeki söylemleri en doğal haliyle samimi bir şekilde ifade edilmiş. “Bizim millet davulun iki tarafına da vurur”. İbrahim’in bu sözü insanoğlunun bu durumuna adeta ayna tutmaktadır.
Kitabı okuduktan sonra zihnimden şunlar geçti; her insan bir dönem yılkılığa bırakılmıştır ya da özgürlüğü adına uzaklara dörtnala koşmak ister. Belki de İsmet Özel bunun için söylemiştir; “ben atlara ve uzaklara hayrandım” diye. Atlara ilginiz varsa veya atların, bilhassa yılkılıkların gözünden dünyaya bakmak isterseniz Doru Kısrak’ın sürükleyici hikâyesine eşlik edebilirsiniz.
Elif Çıldır
twitter.com/elifcildirr
5 Nisan 2018 Perşembe
4 Nisan 2018 Çarşamba
İnsanlığı ‘güç dengesi’nden ‘kültür dengesi’ne davet
Sekizinci yüzyılda başlayan Tercüme Hareketleri’yle birlikte 1970’lerde ortaya çıkan Bilginin İslamileştirilmesi şeklindeki kavramsallaştırmanın İslam tarihindeki en ilginç ‘entelektüel’ girişimlerden biri olduğunu düşünüyorum. İslam dünyasının birinci konunun hakkını vermemiş olmasının yakıcı sonuçlarını hâlâ yaşamaktayız. Diğer yandan ikinci konuya yeterince ilgi gösterilmemiş olması üzücü olmakla birlikte söz konusu çabanın entelektüel düzeyiyle ilgili olsa gerektir. Türkiye’nin mevzuya alakası ve katkısı ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durum! Her ne kadar hareketin önde gelen isimlerinden İsmail Raci el-Farukî’nin (1921-1986) Bilginin İslamileştirilmesi: Genel Çalışma Planı ve İlkeler isimli eseri Türkçeye kazandırılmış olsa da Mevlüt Uyanık’ın Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi adlı çalışması konuya dair daha kapsamlı bilgi sunuyor. Mevlüt Uyanık’ın eserinin hem konuyu ele alış biçimi hem de kaynak zenginliği açısından gerçekten takdire değer bir çalışma olduğunu söylemeliyim.
Yazıya Bilginin İslamileştirilmesi kavramsallaştırması üzerinden giriş yapmamın sebebi değerlendireceğim kitabın konuyla direkt bağlantılı olması. Yukarıda değinilen eserlerle birlikte okunulursa boşlukta kalan kısımlar daha rahat anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Zira çalışma belirli bir programın devamı niteliğinde. Bilginin İslamileştirilmesi kavramı İslamabad İslam Üniversitesi ve Uluslararası İslam Düşünce Enstitüsü ortaklığında 1982 yılında düzenlenen bir seminerde bir araya gelen Müslüman aydınların ortak çalışması sonucu ortaya çıkmış bir metne dayanıyor. Doğu ile Batı’nın Buluştuğu Yer adlı eser de söz konusu metnin sonraki aşamalarından birisi diyebiliriz. Kavramsallaştırma derinleştirilerek zenginlik kazandırılmış.
Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi yedi sayfalık eser Mısırlı akademisyen Muna Ebu’l-Fadl’a (1945-2008) ait. Yasemin Savur’un Türkçeye kazandırdığı çalışma "İslami Uyanışın Gündeminde Batı" alt başlığını taşıyor. Eser tipik Doğu-Batı karşılaştırmasından epeyce farklı. Yazar her iki medeniyet ve/veya kültürün bir noktada buluşturulup buluşturulamayacağını sorguluyor ve bir çağrı olarak tanımladığı bu sorgulamayı “Batı’yla mutedil ilişki ve her iki tarafı anlamaya, incelemeye bir davet” şeklinde belirtiyor. Biraz ütopist ve fazlaca iyimser görünen bu çağrı yapılırken elbette Batı’nın uygulamalarını meşrulaştırmak ya da tavrını olumlamak gibi bir çaba içine girilmiyor. Fadl, Doğu ve Batı karşılaştırmalarının bir anlamda İslam-Hıristiyanlık karşılaşması anlamına geldiğini söylüyor ve sürecin Batı’nın sömürgeleştirme ile işgalleri sebebiyle bir kültürsüzleştirme ve tarihsizleştirme şeklinde devam ettiğinin altını çiziyor. Şeklen fiziki sömürgeleştirme uygulaması bitmiş gibi görünse de Batı’nın Doğu’ya karşı devam eden oryantalist tutumu İslam ülkeleriyle sağlıksız bir ilişki kurmalarına neden olmaktadır. Diğer yandan Müslümanlar bu süreçte sömürgecilik sonrası, hatta sömürgecilik öncesi dönemden kalma tahribatla mücadele etmektedir. Bu açıdan hem içsel hem de dışsal bir sorgulama yapılması elzemdir. Zira topyekûn insanlığın davet edildiği bu itidal çağrısına Batı kadar -belki daha fazla- Doğu’dan da karşıt yanıt gelmektedir.
Fadl, “Batı sorunu” üzerinden yapılan tartışmalar içinde “özgün ve çağdaş bir girişim” olarak gördüğü “modern İslam düşüncesini yenileme” konusundaki görüşlerini “niyetimiz, mevcut projenin ruhunu ve konumunu vurgulayarak Batı ile buluşma meselesini ekonomik ve siyasi bağlamdan, ait olduğu yere, kültürel ve entelektüel alanlara taşımaktır” şeklinde belirtiyor. Bu amaçla yayınlanan Bilginin İslamileştirilmesi: İlkeler ve Genel Çalışma Planı göstermiştir ki, ortaya konulan çalışmalar “modern akademik dünyada -epistemolojileriyle ve yöntemleriyle- Batı mirasının parçası olan tarihsel bir kültürün yansımaları veya yan ürünleridir.”. Bu tablodan hareketle, eğer bilgi Batı merkezli zihniyetten arındırılmak isteniyorsa en başta “felsefenin, tarihin ve kültürün disiplinler üstü bir seviyede ele alınması gereklidir.”
Yazar, İslam medeniyetinin kaderinin ‘güç dengesi’ne değil ‘kültür dengesi’ne bağlı olduğunu belirtiyor. Ona göre geleceğin kültürünü de belirlemesi gereken bu durum sadece İslam dünyası için değil tüm insanlık için geçerlidir. Fakat günümüzde siyasi kontrolü elinde tutan Batı çağdaş medeniyetin hızını ve yönünü de belirlemektedir. Diğer yandan Batı’nın bu belirleyiciliği tüm dünyada memnuniyetsizlik oluşturmaktadır. Hatta bu memnuniyetsizliğin tezahürü olarak Batı düşüncesi içinde ortaya çıkan eleştirel tutumlar bile fayda sağlamamaktadır. Yazar bu sorunu Batı’nın yapısındaki yanlış konumlandırılan güç dengesi ve medeniyetin üzerine kurulduğu temellerin yetersiz oluşuna bağlıyor. Müslümanlara bu noktada görev düşmektedir. İslam vasıtasıyla alternatif sunma potansiyeli olan Müslümanların kuracağı alternatif düşünce ve/veya sistem siyaset üzerinden değil kültür üzerinden gerçekleştirilmelidir. Fakat bunu yapabilmek için Müslümanlar evvela kendi değerlerini ve geleneklerini sorgulayarak “İslam kültürünü özüne dönüştürebilmeli, varoluşsal tevhidi yeniden kazanmalı ve (epistemolojik) bilgisini aktif hale getirmelidir”. Diğer bir deyişle, Müslümanlar kültürel bağımsızlıklarını kazanarak bugüne kadar Batı’ya verdikleri raeaksiyonel tepkiyi bırakmalıdır. İkinci olarak İslam dünyası Batı’yı yetkinlikle ele almak durumundadır. Bugün için Müslümanların Batıyı gözden geçirebilmesi demek bir yanıyla kendilerini gözden geçirmeleri anlamına da gelir. Zira Müslüman toplumlar İslam’ın öz kültüründen ziyade modern Batı zihniyetinin bir parçası durumundadırlar. Müslümanların Batı’yı ele alması ve yorumlaması için Kur’an’ı ve Sünnet’i gerçek mânâda anlaması, eleştirel bir gözle ele aldığı İslam kültürünü bilmesi, İslami bir perspektifle eleştirisini yapabildiği Batı kültürünü öğrenmesi ve bu konularda İslami perspektife uygun “özgün çıkarımlarda” bulunması gerekir.
Bilginin İslamileştirilmesi sürecini ele alan yazar, Batı bilgi sisteminin geçirdiği aşamaları ve hâkim konuma gelişini değerlendiriyor. İnsanın dine ihtiyaç duymadan varolabileceğini savunan modernizmin seküler temellerinin Batı düşüncesine kazandırdığı dışlayıcılık ve soyutlayıcılık postmodern dönemde de devam etmiştir. Bu durum Batı’nın diğer kültürleri önemsememesine neden olmaktadır. Fadl’a göre Batı’daki bu anlayış Bilginin İslamileştirilmesi noktasında önemli bir sorun olmaktadır fakat Müslümanların büyük bir kısmının da aynı tavrı takındığı görülmektedir. İslam dünyasında Batı’yı reddederek koşulsuz geleneğe bağlananlar ile geleneği reddederek doğrudan Batı kültürüne eklemlenen bu iki tavrın aynı noktada buluşması tam bir paradoks oluşturuyor. Bu tavırları nedeniyle Müslümanların Aydınlanma ve modernizm değerlerine sadakati de tuhaflığı arttıran bir başka durum olarak karşımıza çıkıyor. Tarihsel olarak bakıldığında Müslümanların oluşturduğu toplumlarda kültürel hareketsizlik, entelektüel kopukluk ve faaliyetlerde süreksizlik olduğu görülüyor. Sisteme entegre olmanın çare olmadığı gibi kendini soyutlayarak kabuğuna çekilmek ve bilgisizce korumacı bir tutum takınmak da çözüm sağlamayacaktır. Bakış açısının değiştirilmediği takdirde çözümün de olamayacağını söyleyen yazar, bugünün kültürel sorunun etkileşim halinde olmak veya uyum sağlamak değil, hâkim kültür karşısında öz kültürlerin terkedilişi olarak tanımlıyor. Müslümanlar kimliklerini kaybetmeden özeleştiri yapabilmeyi başarmalı ve yeni bir anlayış, mutedil bir bakış açısı ve kapsayıcı bir dil geliştirilmelidir. Bilginin İslamileştirilmesi süreci ölçütün, kültürün, düşüncenin ve değerlendirmelerin İslamileştirilmesi sürecini doğuracaktır.
Yazara göre Müslüman dünyasında entelektüel uyanış bir zorunluluktur ve İslam coğrafyasındaki geri kalmışlık salt teknolojik ve bilimsel eğitimle çözülemez. Zira hayat boşluk kabul etmez ve Müslümanların hayata dair sahip olamadıkları bilgi boşlukları Batılı disiplinlerce çabucak doldurulmaktadır. Batılı disiplinlerle ancak entelektüel uyanış sayesinde oluşmuş bir bilgi kuramıyla mücadele edebilir. Entelektüel uyanış epistemolojik bilinç ve sosyokültürel duyarlılığı arttırmaya yöneliktir. Müslüman toplumu dönüştüren İslami bilginin oluşturduğu kültürel yapı belirli bir aşamadan sonra Batı’ya yönelecektir. Bu bağlamda sosyal bilimlerin önemi daha iyi anlaşılmalıdır. İnsanlık için bir arayış hâline getirilmesi gereken Doğu-Batı karşılaşmaları bir rekabet ve mücadele alanı olmaktan çıkarılmalıdır.
Bilginin İslamileştirilmesi sürecinin teorik olarak değerlendirildiği eserde, bu sürecin nasıl işleyeceğine dair yapılan akademik ve entelektüel çalışmalara atıfla bilgiler veriliyor. Tarihsel gelişim ve mevcut durum ele alınarak projenin gerçekleşmesi halinde İslam dünyasına ve insanlığa katacağı faydalar sıralanıyor. Kitapta, Batı bilgi kuramının ortaya çıkardığı modern düşüncenin hayatın problemlerini çözemediği gibi fazladan sorunlar çıkardığı ve bu durumun tek alternatifinin Bilginin İslamileştirilmesi ile ortaya çıkacak “tevhidî epistemoloji” olabileceği iddia ediliyor. Hem geleneksel kültürün hem de Batı kültürünün eleştiren tevhidî epistemoloji sayesinde entelektüel uyanış gerçekleşecek ve sonrasında İslam kültürünün oluşturduğu bir toplum yapılanması meydana gelecektir. Kendi özüne dönen bu kültürel yapı doğal olarak Batı kültürüyle karşılaşacak ve sorun çözmede daha mahir olduğu için insanlığın faydalanacağı bir oluşuma dönüşecektir.
Her şeyden önce kitapta değinilen yöntem ve uygulamaları gerçekleştirebilecek özgüven ve özgünlüğe sahip bir toplumun oluşması gerekir. Aksi durumda bugünkü görüntüden çok da farklı bir manzara ile karşılaşmamız mümkün görünmüyor. Modernist ya da gelenekçi eğitimden/terbiyeden geçmiş bugünün Müslümanları hayatı dünyevi ve uhrevi olarak ikiye ayırdıkları düalist yapıyı terk ederek tekli bir anlayışa sahip olmak durumundalar. Ancak bu şekilde bir anlam bütünlüğü ve kültürel başarı sağlanabilir. Bu bağlamda Batı karşısında Müslümanların acziyetini yalnızca bilim ve teknolojide geri kalmaya indirgemek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Özellikle Müslümanların sahip olduğu bu zihniyet arızası günlük yaşamdan ideallere, siyasetten ekonomiye, edebiyattan sanata kadar hayatı tam anlamıyla kuşatan bir kültür sorunu olduğu görülüyor. İslam dünyasındaki bu ve benzeri sorunlar üzerine entelektüel manada esaslı bir çalışma yapılmaması bir yana yapılan çalışmaların tümüyle Batı kültürünün yeniden üretimi sağlayan popülist uygulamalar olduğunu görüyoruz. Sonuç itibariyle gerek bu eserden anlaşıldığı üzere ve gerekse bu eserin temsil ettiği Bilginin İslamileştirilmesi projesinin önemine karşın gördüğü yetersiz ilgi yakın zamanda Müslümanların durumunda pek bir değişiklik olmayacağını gösteriyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Yazıya Bilginin İslamileştirilmesi kavramsallaştırması üzerinden giriş yapmamın sebebi değerlendireceğim kitabın konuyla direkt bağlantılı olması. Yukarıda değinilen eserlerle birlikte okunulursa boşlukta kalan kısımlar daha rahat anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Zira çalışma belirli bir programın devamı niteliğinde. Bilginin İslamileştirilmesi kavramı İslamabad İslam Üniversitesi ve Uluslararası İslam Düşünce Enstitüsü ortaklığında 1982 yılında düzenlenen bir seminerde bir araya gelen Müslüman aydınların ortak çalışması sonucu ortaya çıkmış bir metne dayanıyor. Doğu ile Batı’nın Buluştuğu Yer adlı eser de söz konusu metnin sonraki aşamalarından birisi diyebiliriz. Kavramsallaştırma derinleştirilerek zenginlik kazandırılmış.
Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi yedi sayfalık eser Mısırlı akademisyen Muna Ebu’l-Fadl’a (1945-2008) ait. Yasemin Savur’un Türkçeye kazandırdığı çalışma "İslami Uyanışın Gündeminde Batı" alt başlığını taşıyor. Eser tipik Doğu-Batı karşılaştırmasından epeyce farklı. Yazar her iki medeniyet ve/veya kültürün bir noktada buluşturulup buluşturulamayacağını sorguluyor ve bir çağrı olarak tanımladığı bu sorgulamayı “Batı’yla mutedil ilişki ve her iki tarafı anlamaya, incelemeye bir davet” şeklinde belirtiyor. Biraz ütopist ve fazlaca iyimser görünen bu çağrı yapılırken elbette Batı’nın uygulamalarını meşrulaştırmak ya da tavrını olumlamak gibi bir çaba içine girilmiyor. Fadl, Doğu ve Batı karşılaştırmalarının bir anlamda İslam-Hıristiyanlık karşılaşması anlamına geldiğini söylüyor ve sürecin Batı’nın sömürgeleştirme ile işgalleri sebebiyle bir kültürsüzleştirme ve tarihsizleştirme şeklinde devam ettiğinin altını çiziyor. Şeklen fiziki sömürgeleştirme uygulaması bitmiş gibi görünse de Batı’nın Doğu’ya karşı devam eden oryantalist tutumu İslam ülkeleriyle sağlıksız bir ilişki kurmalarına neden olmaktadır. Diğer yandan Müslümanlar bu süreçte sömürgecilik sonrası, hatta sömürgecilik öncesi dönemden kalma tahribatla mücadele etmektedir. Bu açıdan hem içsel hem de dışsal bir sorgulama yapılması elzemdir. Zira topyekûn insanlığın davet edildiği bu itidal çağrısına Batı kadar -belki daha fazla- Doğu’dan da karşıt yanıt gelmektedir.
Fadl, “Batı sorunu” üzerinden yapılan tartışmalar içinde “özgün ve çağdaş bir girişim” olarak gördüğü “modern İslam düşüncesini yenileme” konusundaki görüşlerini “niyetimiz, mevcut projenin ruhunu ve konumunu vurgulayarak Batı ile buluşma meselesini ekonomik ve siyasi bağlamdan, ait olduğu yere, kültürel ve entelektüel alanlara taşımaktır” şeklinde belirtiyor. Bu amaçla yayınlanan Bilginin İslamileştirilmesi: İlkeler ve Genel Çalışma Planı göstermiştir ki, ortaya konulan çalışmalar “modern akademik dünyada -epistemolojileriyle ve yöntemleriyle- Batı mirasının parçası olan tarihsel bir kültürün yansımaları veya yan ürünleridir.”. Bu tablodan hareketle, eğer bilgi Batı merkezli zihniyetten arındırılmak isteniyorsa en başta “felsefenin, tarihin ve kültürün disiplinler üstü bir seviyede ele alınması gereklidir.”
Yazar, İslam medeniyetinin kaderinin ‘güç dengesi’ne değil ‘kültür dengesi’ne bağlı olduğunu belirtiyor. Ona göre geleceğin kültürünü de belirlemesi gereken bu durum sadece İslam dünyası için değil tüm insanlık için geçerlidir. Fakat günümüzde siyasi kontrolü elinde tutan Batı çağdaş medeniyetin hızını ve yönünü de belirlemektedir. Diğer yandan Batı’nın bu belirleyiciliği tüm dünyada memnuniyetsizlik oluşturmaktadır. Hatta bu memnuniyetsizliğin tezahürü olarak Batı düşüncesi içinde ortaya çıkan eleştirel tutumlar bile fayda sağlamamaktadır. Yazar bu sorunu Batı’nın yapısındaki yanlış konumlandırılan güç dengesi ve medeniyetin üzerine kurulduğu temellerin yetersiz oluşuna bağlıyor. Müslümanlara bu noktada görev düşmektedir. İslam vasıtasıyla alternatif sunma potansiyeli olan Müslümanların kuracağı alternatif düşünce ve/veya sistem siyaset üzerinden değil kültür üzerinden gerçekleştirilmelidir. Fakat bunu yapabilmek için Müslümanlar evvela kendi değerlerini ve geleneklerini sorgulayarak “İslam kültürünü özüne dönüştürebilmeli, varoluşsal tevhidi yeniden kazanmalı ve (epistemolojik) bilgisini aktif hale getirmelidir”. Diğer bir deyişle, Müslümanlar kültürel bağımsızlıklarını kazanarak bugüne kadar Batı’ya verdikleri raeaksiyonel tepkiyi bırakmalıdır. İkinci olarak İslam dünyası Batı’yı yetkinlikle ele almak durumundadır. Bugün için Müslümanların Batıyı gözden geçirebilmesi demek bir yanıyla kendilerini gözden geçirmeleri anlamına da gelir. Zira Müslüman toplumlar İslam’ın öz kültüründen ziyade modern Batı zihniyetinin bir parçası durumundadırlar. Müslümanların Batı’yı ele alması ve yorumlaması için Kur’an’ı ve Sünnet’i gerçek mânâda anlaması, eleştirel bir gözle ele aldığı İslam kültürünü bilmesi, İslami bir perspektifle eleştirisini yapabildiği Batı kültürünü öğrenmesi ve bu konularda İslami perspektife uygun “özgün çıkarımlarda” bulunması gerekir.
Bilginin İslamileştirilmesi sürecini ele alan yazar, Batı bilgi sisteminin geçirdiği aşamaları ve hâkim konuma gelişini değerlendiriyor. İnsanın dine ihtiyaç duymadan varolabileceğini savunan modernizmin seküler temellerinin Batı düşüncesine kazandırdığı dışlayıcılık ve soyutlayıcılık postmodern dönemde de devam etmiştir. Bu durum Batı’nın diğer kültürleri önemsememesine neden olmaktadır. Fadl’a göre Batı’daki bu anlayış Bilginin İslamileştirilmesi noktasında önemli bir sorun olmaktadır fakat Müslümanların büyük bir kısmının da aynı tavrı takındığı görülmektedir. İslam dünyasında Batı’yı reddederek koşulsuz geleneğe bağlananlar ile geleneği reddederek doğrudan Batı kültürüne eklemlenen bu iki tavrın aynı noktada buluşması tam bir paradoks oluşturuyor. Bu tavırları nedeniyle Müslümanların Aydınlanma ve modernizm değerlerine sadakati de tuhaflığı arttıran bir başka durum olarak karşımıza çıkıyor. Tarihsel olarak bakıldığında Müslümanların oluşturduğu toplumlarda kültürel hareketsizlik, entelektüel kopukluk ve faaliyetlerde süreksizlik olduğu görülüyor. Sisteme entegre olmanın çare olmadığı gibi kendini soyutlayarak kabuğuna çekilmek ve bilgisizce korumacı bir tutum takınmak da çözüm sağlamayacaktır. Bakış açısının değiştirilmediği takdirde çözümün de olamayacağını söyleyen yazar, bugünün kültürel sorunun etkileşim halinde olmak veya uyum sağlamak değil, hâkim kültür karşısında öz kültürlerin terkedilişi olarak tanımlıyor. Müslümanlar kimliklerini kaybetmeden özeleştiri yapabilmeyi başarmalı ve yeni bir anlayış, mutedil bir bakış açısı ve kapsayıcı bir dil geliştirilmelidir. Bilginin İslamileştirilmesi süreci ölçütün, kültürün, düşüncenin ve değerlendirmelerin İslamileştirilmesi sürecini doğuracaktır.
Yazara göre Müslüman dünyasında entelektüel uyanış bir zorunluluktur ve İslam coğrafyasındaki geri kalmışlık salt teknolojik ve bilimsel eğitimle çözülemez. Zira hayat boşluk kabul etmez ve Müslümanların hayata dair sahip olamadıkları bilgi boşlukları Batılı disiplinlerce çabucak doldurulmaktadır. Batılı disiplinlerle ancak entelektüel uyanış sayesinde oluşmuş bir bilgi kuramıyla mücadele edebilir. Entelektüel uyanış epistemolojik bilinç ve sosyokültürel duyarlılığı arttırmaya yöneliktir. Müslüman toplumu dönüştüren İslami bilginin oluşturduğu kültürel yapı belirli bir aşamadan sonra Batı’ya yönelecektir. Bu bağlamda sosyal bilimlerin önemi daha iyi anlaşılmalıdır. İnsanlık için bir arayış hâline getirilmesi gereken Doğu-Batı karşılaşmaları bir rekabet ve mücadele alanı olmaktan çıkarılmalıdır.
Bilginin İslamileştirilmesi sürecinin teorik olarak değerlendirildiği eserde, bu sürecin nasıl işleyeceğine dair yapılan akademik ve entelektüel çalışmalara atıfla bilgiler veriliyor. Tarihsel gelişim ve mevcut durum ele alınarak projenin gerçekleşmesi halinde İslam dünyasına ve insanlığa katacağı faydalar sıralanıyor. Kitapta, Batı bilgi kuramının ortaya çıkardığı modern düşüncenin hayatın problemlerini çözemediği gibi fazladan sorunlar çıkardığı ve bu durumun tek alternatifinin Bilginin İslamileştirilmesi ile ortaya çıkacak “tevhidî epistemoloji” olabileceği iddia ediliyor. Hem geleneksel kültürün hem de Batı kültürünün eleştiren tevhidî epistemoloji sayesinde entelektüel uyanış gerçekleşecek ve sonrasında İslam kültürünün oluşturduğu bir toplum yapılanması meydana gelecektir. Kendi özüne dönen bu kültürel yapı doğal olarak Batı kültürüyle karşılaşacak ve sorun çözmede daha mahir olduğu için insanlığın faydalanacağı bir oluşuma dönüşecektir.
Her şeyden önce kitapta değinilen yöntem ve uygulamaları gerçekleştirebilecek özgüven ve özgünlüğe sahip bir toplumun oluşması gerekir. Aksi durumda bugünkü görüntüden çok da farklı bir manzara ile karşılaşmamız mümkün görünmüyor. Modernist ya da gelenekçi eğitimden/terbiyeden geçmiş bugünün Müslümanları hayatı dünyevi ve uhrevi olarak ikiye ayırdıkları düalist yapıyı terk ederek tekli bir anlayışa sahip olmak durumundalar. Ancak bu şekilde bir anlam bütünlüğü ve kültürel başarı sağlanabilir. Bu bağlamda Batı karşısında Müslümanların acziyetini yalnızca bilim ve teknolojide geri kalmaya indirgemek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Özellikle Müslümanların sahip olduğu bu zihniyet arızası günlük yaşamdan ideallere, siyasetten ekonomiye, edebiyattan sanata kadar hayatı tam anlamıyla kuşatan bir kültür sorunu olduğu görülüyor. İslam dünyasındaki bu ve benzeri sorunlar üzerine entelektüel manada esaslı bir çalışma yapılmaması bir yana yapılan çalışmaların tümüyle Batı kültürünün yeniden üretimi sağlayan popülist uygulamalar olduğunu görüyoruz. Sonuç itibariyle gerek bu eserden anlaşıldığı üzere ve gerekse bu eserin temsil ettiği Bilginin İslamileştirilmesi projesinin önemine karşın gördüğü yetersiz ilgi yakın zamanda Müslümanların durumunda pek bir değişiklik olmayacağını gösteriyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Psikoz ve delilik arasındaki ince çizgi: şizofreni
Ruh sağlığıyla öyle veya böyle meraklı olan herkesin, muhakkak gizeminden etkilendiği bir konu şizofreni. Zaman zaman bazı içerikler paylaşılıyor, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde bir dönem şizofreni tedavisi görmüş kimselerin şiirleri, bazı hikâyeler... Onların hayata kusursuz bir gerçeklikle baktığı söylenebilir mi? Tamamen soyut bir pencereden baktıkları söylenebilir mi peki? Her ikisi için de ne tam evet, ne tam hayır. Sanki kişilikleri ikiye ayrılmış, bir kısmı hayatı bizler gibi yaşarken diğer kısmı bambaşka bir âlemde... Hangi âlem bu âlem?
İngiliz psikiyatrist ve yazar Christopher Bollas, çağdaş psikanalitik teorilerilerin öncülerinden. Kaliforniya Üniversitesi'nde eğitim aldıktan sonra otizmli ve şizofreni hastası çocuklarla ilgilenerek başlamış kariyerine. Sonra yetişkinlerin tedavileri için de uzun yıllar çalışmış. Biyografisinden okuduğumuza göre yaşanmış olaylarla yazılı eserler arasında aykırılıklar görerek, psikanalitik çalışmalar yapmak yerine klinik dünyaya yönelmiş ve psikanalize yoğunlaşmış. Kırk yılı aşkın bir süredi kliniklerde çalışıyor ve bu deneyimlerini kitaplaştırıyor. Nihayet bu kitaplarından biri Mehmet Gürsel'in çevirisiyle kazandırıldı. Güneş Patladığında, Bollas'ın hastalarından birinin ağzından çıkan iki kelime. Çok etkileniyor ve kitabına bu ismi veriyor, alt başlığı: şizofreninin gizemi.
Kitabın son derece kolay okunduğunu en başından söyleyebilirim. Bollas'ın niyeti belli ki söz konusu 'âlem'e okuyucuların ilgisini çekmek. Çevremizde bu hastalığa 'yakalanan' insanları anlamak, tanımak ve onlara yardımcı olmak anlamında önemli şifreler veriyor. En büyük şifre ise elbette konuşmak: "Hepimiz konuşmanın hikmetini biliyoruz. Başımız sıkıştığında başka bir insandan yardım isteriz. İnsana kulak verilmesi, kaçınılmaz biçimde yeni bakış açıları üretir. Aldığımız yardım sadece söylenen sözlerde değil, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkinin bilinçdışı düşünmeyi teşvik eden sağaltıcı konuşma sürecinin iyileştirici niteliğindedir. Başımız sıkıştığında halden anlayacak biriyle konuşmak kritik bir olaydır."
Dile gelmeyen söz sonsuzlukta yankılanır derler. Bu ifade ne kadar büyülü gözükse de aslında insanı yoran bir tarafı da vardır. İnsan söylemedikçe, fikirlerini dile getirmedikçe kendini ifade etmekte güçlük çekmeye ve neticede şifasını bulamamaya başlar. Şifadan uzaklaşır. Bu anlamda Bollas, kelimelere dikkat kesilen bir psikiyatrist. Özellikle şizofreni hastalarının ağzından çıkan cümlelerin her biri ayrı bir öneme sahip. Bilhassa çocuklarda: "Bir çocuğun korkularını onunla konuşmak önemliydi tabii ki ama kritik önem taşıyan bir diğer şey de, hayatın olumlu yönlerini hep aklın bir köşesinde tutmaktı. Düşünceler dile gelmeliydi, sevgi ve güvenlik için çocuğa açılma fırsatı verilmeliydi, masalda, maceranın içinde yol alırken, çocuğa hoşlandığı yönleri ifade edebilmesinin (espri yapabilmesinin) yolları gösterilmeliydi; sadece korkulara odaklanıp benliğin dikişlerinin atmasına neden olunmamalıydı."
Kitabın özellikle ilk bölümünde Amerika'nın dönem fotoğraflarını çekmek mümkün. Hem siyasi olarak hem de toplumsal olarak önemli mevzuların insan ruhunda yarattığı tahribatları anlatıyor Bollas. Paranoyanın, cinnetin, psikozun, içsel-dışsal çatılmaların bol olduğu bu zamanlarda çalıştığı okul da çeşitli sözcüklerle 'misafir'lerinin içini rahatlatmaya çalışmış. "Sen güvendeysen, biz de güvendeyiz" ile başlamış bu slogan stratejisi. Sonra "Okuldayız ve burada iyiyiz"e dönüşmüş. 1969 yılının yazında Ulusal Muhafızlar'a ait helikopterlerin göstericileri 'avlamak' için alçak uçuş yapması, sadece çocukları değil doktorları, öğretmenleri de çok etkilemiş. Kimsenin okula gitmek istemediği bu dönemde slogan da "Endişelenmemeye çalışın" olmuş. Yani tüm bu atmosferde okulda çalışan kimse "bırakalım sloganı, kelimeleri, evimizde güvenle oturalım" dememiş. Bir sorumluluk bilinciyle, "her şeye rağmen" hayatın devam ettiğini her yerde vurgulamışlar ve görevlerini, o çocukların kendi gerçekleriyle buluşabilme imkânlarını sonuna dek savunmuşlar.
Söz konusu atmosferin nasıl bir paranoyaya sebep olduğu ve bu paranoyanın aslında devletin nasıl da işine geldiği Bollas gayet samimi açıklamış: "Paranoya gerçekten de etkilidir ve diğer insanların canavarlığına odaklanan paranoyaklar tarafından tanımlanır. Hıristiyanlıkta bu rol her zaman, şeytan tarafından başarıyla oynanmıştır. Bu, Amerikalılar için, Avrupa yozlaşmışken, kendilerinin masum olduğu düşüncesini devam ettirmek anlamına gelir. Ahlaksızlığın adece yurtdışında bulunabilecek bir özellik olduğu düşüncesini yerle bir eden Amerikan İç Savaşı'nın ardından, Amerika Birleşik Devletleri, saflık algısını bir kez daha tesis etmek üzere, aradan çok geçmeden, harici düşmanlar bulmanın peşine düşecekti."
Psikoz ile delilik arasındaki çizginin çok ince olduğunu ve bu ayrımı yapmanın zorluğunu anlatırken Bollas, şizofrenlerin psikozlu olduğunu ama deli olmadıklarını belirtiyor. Delilikten, yani cinnet geçirmekten çok korktuklarını da ekliyor. Hatta bu yüzden birçoğu kendince fobi geliştiriyor. Deliliği 'biliçsiz fantezilerin dışavurumuyla güdülenen olayların kaotik hali' olarak yorumlayan Bollas bir konuya da dikkat çekiyor: Sophokles'in ve Shakespeare'in metinleri daha çok cinnet hakkındaydı, psikoz hakkında değil.
Bollas şairlerin 'bir şeyler görmesinin', sesler duymasının ve onları kâğıda geçirilmesinin üzerinde çok düşünülmediğini çünkü şairlerin 'kaygı uyandıran' insanlar olduğunu belirtiyor. Ancak çok esaslı sorular sorarak şiire ve şaire daha dikkatli bakılması anlamında bir nevi uyarıda bulunuyor: "Yoksa cinnetin sularına daldıklarında, biz karşılaşsak dehşete düşerdik, diyebileceğimiz şeyler mi görürler? Yoksa çocuğun akılları karıştıran psişik dünyası, bizlerin şiir adını verdiği düşünce biçimiyle geri dönen bir odada mı muhafaza edilir?"
Bu soruların ardından şairlerin şizofreni hakkında bizlere psikiyatri ya da psikofarmakolojinin öğretebileceğinden daha çok şey öğretebileceğini, çünkü onların insan geçmişinin katmanlarına inebildiğini, duyumsal, imgesel ve sembolik anlamda bilinçdışını başka yere taşımayı bildiklerini, bunu öğrendiklerini söylüyor. Şöyle tamamlıyor şair-şizofreni ilişkisini: "Belki şairler, şizofrenler tarafından deneyimlenen zihinsel kesişmeye yakın bir noktada duruyorlardır."
Güneş Patladığında, insanı hangi düşüncelerin ve ortamların ne şekilde etkilediğine dair okunabilecek bir kitap. Bu etkilerin şizofreniye götüren yollarının tespit edilmesi ve tedavi süreciyle hasta arasındaki gizem, kitabın esas meselesi. Kitabın Bollas tarafından hastalarına ithaf edilirken bile çok önemli bir yere işaret ettiği görülüyor: "İçinde bulundukları zor duruma getirdikleri dâhiyane, yaratıcı çözümlere ve özellikle de engin cesaretlerine adanmıştır.”
Şizofreni tedavisindeki ana kaynak, kitabın başından sonuna dek üzerinde durulan şey aslında: kişinin yanında sürekli ve uzun süre konuşabileceği birinin olması.
Konuşmak... Ücretsiz, doğal, yakıcı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
İngiliz psikiyatrist ve yazar Christopher Bollas, çağdaş psikanalitik teorilerilerin öncülerinden. Kaliforniya Üniversitesi'nde eğitim aldıktan sonra otizmli ve şizofreni hastası çocuklarla ilgilenerek başlamış kariyerine. Sonra yetişkinlerin tedavileri için de uzun yıllar çalışmış. Biyografisinden okuduğumuza göre yaşanmış olaylarla yazılı eserler arasında aykırılıklar görerek, psikanalitik çalışmalar yapmak yerine klinik dünyaya yönelmiş ve psikanalize yoğunlaşmış. Kırk yılı aşkın bir süredi kliniklerde çalışıyor ve bu deneyimlerini kitaplaştırıyor. Nihayet bu kitaplarından biri Mehmet Gürsel'in çevirisiyle kazandırıldı. Güneş Patladığında, Bollas'ın hastalarından birinin ağzından çıkan iki kelime. Çok etkileniyor ve kitabına bu ismi veriyor, alt başlığı: şizofreninin gizemi.
Kitabın son derece kolay okunduğunu en başından söyleyebilirim. Bollas'ın niyeti belli ki söz konusu 'âlem'e okuyucuların ilgisini çekmek. Çevremizde bu hastalığa 'yakalanan' insanları anlamak, tanımak ve onlara yardımcı olmak anlamında önemli şifreler veriyor. En büyük şifre ise elbette konuşmak: "Hepimiz konuşmanın hikmetini biliyoruz. Başımız sıkıştığında başka bir insandan yardım isteriz. İnsana kulak verilmesi, kaçınılmaz biçimde yeni bakış açıları üretir. Aldığımız yardım sadece söylenen sözlerde değil, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkinin bilinçdışı düşünmeyi teşvik eden sağaltıcı konuşma sürecinin iyileştirici niteliğindedir. Başımız sıkıştığında halden anlayacak biriyle konuşmak kritik bir olaydır."
Dile gelmeyen söz sonsuzlukta yankılanır derler. Bu ifade ne kadar büyülü gözükse de aslında insanı yoran bir tarafı da vardır. İnsan söylemedikçe, fikirlerini dile getirmedikçe kendini ifade etmekte güçlük çekmeye ve neticede şifasını bulamamaya başlar. Şifadan uzaklaşır. Bu anlamda Bollas, kelimelere dikkat kesilen bir psikiyatrist. Özellikle şizofreni hastalarının ağzından çıkan cümlelerin her biri ayrı bir öneme sahip. Bilhassa çocuklarda: "Bir çocuğun korkularını onunla konuşmak önemliydi tabii ki ama kritik önem taşıyan bir diğer şey de, hayatın olumlu yönlerini hep aklın bir köşesinde tutmaktı. Düşünceler dile gelmeliydi, sevgi ve güvenlik için çocuğa açılma fırsatı verilmeliydi, masalda, maceranın içinde yol alırken, çocuğa hoşlandığı yönleri ifade edebilmesinin (espri yapabilmesinin) yolları gösterilmeliydi; sadece korkulara odaklanıp benliğin dikişlerinin atmasına neden olunmamalıydı."
Kitabın özellikle ilk bölümünde Amerika'nın dönem fotoğraflarını çekmek mümkün. Hem siyasi olarak hem de toplumsal olarak önemli mevzuların insan ruhunda yarattığı tahribatları anlatıyor Bollas. Paranoyanın, cinnetin, psikozun, içsel-dışsal çatılmaların bol olduğu bu zamanlarda çalıştığı okul da çeşitli sözcüklerle 'misafir'lerinin içini rahatlatmaya çalışmış. "Sen güvendeysen, biz de güvendeyiz" ile başlamış bu slogan stratejisi. Sonra "Okuldayız ve burada iyiyiz"e dönüşmüş. 1969 yılının yazında Ulusal Muhafızlar'a ait helikopterlerin göstericileri 'avlamak' için alçak uçuş yapması, sadece çocukları değil doktorları, öğretmenleri de çok etkilemiş. Kimsenin okula gitmek istemediği bu dönemde slogan da "Endişelenmemeye çalışın" olmuş. Yani tüm bu atmosferde okulda çalışan kimse "bırakalım sloganı, kelimeleri, evimizde güvenle oturalım" dememiş. Bir sorumluluk bilinciyle, "her şeye rağmen" hayatın devam ettiğini her yerde vurgulamışlar ve görevlerini, o çocukların kendi gerçekleriyle buluşabilme imkânlarını sonuna dek savunmuşlar.
Söz konusu atmosferin nasıl bir paranoyaya sebep olduğu ve bu paranoyanın aslında devletin nasıl da işine geldiği Bollas gayet samimi açıklamış: "Paranoya gerçekten de etkilidir ve diğer insanların canavarlığına odaklanan paranoyaklar tarafından tanımlanır. Hıristiyanlıkta bu rol her zaman, şeytan tarafından başarıyla oynanmıştır. Bu, Amerikalılar için, Avrupa yozlaşmışken, kendilerinin masum olduğu düşüncesini devam ettirmek anlamına gelir. Ahlaksızlığın adece yurtdışında bulunabilecek bir özellik olduğu düşüncesini yerle bir eden Amerikan İç Savaşı'nın ardından, Amerika Birleşik Devletleri, saflık algısını bir kez daha tesis etmek üzere, aradan çok geçmeden, harici düşmanlar bulmanın peşine düşecekti."
Psikoz ile delilik arasındaki çizginin çok ince olduğunu ve bu ayrımı yapmanın zorluğunu anlatırken Bollas, şizofrenlerin psikozlu olduğunu ama deli olmadıklarını belirtiyor. Delilikten, yani cinnet geçirmekten çok korktuklarını da ekliyor. Hatta bu yüzden birçoğu kendince fobi geliştiriyor. Deliliği 'biliçsiz fantezilerin dışavurumuyla güdülenen olayların kaotik hali' olarak yorumlayan Bollas bir konuya da dikkat çekiyor: Sophokles'in ve Shakespeare'in metinleri daha çok cinnet hakkındaydı, psikoz hakkında değil.
Bollas şairlerin 'bir şeyler görmesinin', sesler duymasının ve onları kâğıda geçirilmesinin üzerinde çok düşünülmediğini çünkü şairlerin 'kaygı uyandıran' insanlar olduğunu belirtiyor. Ancak çok esaslı sorular sorarak şiire ve şaire daha dikkatli bakılması anlamında bir nevi uyarıda bulunuyor: "Yoksa cinnetin sularına daldıklarında, biz karşılaşsak dehşete düşerdik, diyebileceğimiz şeyler mi görürler? Yoksa çocuğun akılları karıştıran psişik dünyası, bizlerin şiir adını verdiği düşünce biçimiyle geri dönen bir odada mı muhafaza edilir?"
Bu soruların ardından şairlerin şizofreni hakkında bizlere psikiyatri ya da psikofarmakolojinin öğretebileceğinden daha çok şey öğretebileceğini, çünkü onların insan geçmişinin katmanlarına inebildiğini, duyumsal, imgesel ve sembolik anlamda bilinçdışını başka yere taşımayı bildiklerini, bunu öğrendiklerini söylüyor. Şöyle tamamlıyor şair-şizofreni ilişkisini: "Belki şairler, şizofrenler tarafından deneyimlenen zihinsel kesişmeye yakın bir noktada duruyorlardır."
Güneş Patladığında, insanı hangi düşüncelerin ve ortamların ne şekilde etkilediğine dair okunabilecek bir kitap. Bu etkilerin şizofreniye götüren yollarının tespit edilmesi ve tedavi süreciyle hasta arasındaki gizem, kitabın esas meselesi. Kitabın Bollas tarafından hastalarına ithaf edilirken bile çok önemli bir yere işaret ettiği görülüyor: "İçinde bulundukları zor duruma getirdikleri dâhiyane, yaratıcı çözümlere ve özellikle de engin cesaretlerine adanmıştır.”
Şizofreni tedavisindeki ana kaynak, kitabın başından sonuna dek üzerinde durulan şey aslında: kişinin yanında sürekli ve uzun süre konuşabileceği birinin olması.
Konuşmak... Ücretsiz, doğal, yakıcı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
2 Nisan 2018 Pazartesi
Arafta yedi gün ve modern Çin'in iç yüzü:
ölüm ve hayat
Modern Çin Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Yu Hua’nın Yedinci Gün adlı eseri, geçtiğimiz yıl Alabanda Yayınları tarafından yayımlandı. 213 sayfadan oluşan eser, yazarın dilimize çevrilen ikinci kitabı olma özelliği taşıyor. Daha önce Yaşamak adlı eseri Jaguar Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Yu Hua’nın, ülkemizde daha da bilinir ve okunur olması bizim için kazanç olacaktır.
İlginç bir kurguya sahip olan roman “Kaldığım odadan çıkıp kıraç, kasvetli şehirde tek başıma dolaşmaya başladığımda sis epeyce yoğundu. Bir zamanlar krematoryum diye bilinen, şimdilerdeyse cenaze evi olarak adlandırılan yere doğru ilerliyordum. Yakılma törenim saat 9:30’a planlandığından, sabah saat 9:00’da orada olmamı söyleyen bir talimat ulaşmıştı elime” şeklinde başlıyor ve okuru, başkahraman Yang Fei’nin hikâyesini merak ettirecek şekilde içine çekiyor.
Roman; parası olmadığı için mezar yeri alamayan ve bu sebeple ölüsü yakılmayan Yang Fei’nin, “araf” diyebileceğimiz bir yerde geçirdiği yedi günü baz alıyor. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Yang Fei, bu yedi günde geçmişiyle hesaplarını kapatıyor, yaşarken bilmediği şeyleri öğreniyor, geçmişinde -yani yaşarken- ona bir şekilde değip geçen insanlarla araf denilen yerde karşılaşıyor ve bütün bilinmeyenleri çözüyor. Kitabın ve yedinci günün sonunda, anlattıklarıyla ilgili herhangi bir açık bırakmıyor yazar. Ele aldığı insanların -Yang Fei, gerçek ailesi, üvey babası, eski karısı vs.- hikâyelerini nihayete erdiriyor ve okura bunu hissettiriyor. Yu Hua’nın hayatına baktığımızda Çin Kültür Devrimi’nden etkilendiğini görebiliriz. Tıpkı Türkçeye çevrilen ilk romanında olduğu gibi bu kitapta da düşüncelerine, yaşamına ve hayata bakışına ters gelen şeyleri eleştirmekten geri durmayan yazar, kurguyu hiçbir zaman arka plana atmadan; Çin’deki sosyal hayatı, toplumsal hayatın karanlık yönlerini, insanların ne şartlar altında ezildiğini, devlet kurumlarının çürümüşlüğünü ve toplumun da buna ayak uydurarak yozlaşmışlığını belgesel niteliğinde okura sunuyor. Bunun en net örneğini, Yang Fei’nin yakılmak için gittiği cenaze evinde, ‘normal insanlar’ ve ‘VIP’ gruplarının olduğunu; hatta ‘VIP’ grubunun dahi yakılmak için başkalarını beklediği bölümde görebiliyoruz:
“Plastik sandalyelerde oturan bir başkası, yer göstericiye söylenmeye başladı. ‘Saatlerdir bekliyorum, hâlâ sıram gelmedi.’
Yer gösterici, ‘Belediye başkanına veda töreni sürüyor,’ diye cevapladı. ‘Sabahki üç cenazeden sonra ara verdiler, belediye başkanının fırına verilmesini beklemek zorundayız. O çıkmadan sizin sıranız gelmez.’”
Yu Hua, toplumun geçirdiği değişimi ve bu değişimin bireyler üzerindeki etkisini, başkahraman Yang Fei üzerinden eserine yansıtıyor. 2013 yılında yazılan Yedinci Gün eski bir eser olmadığı için de, okura günceli, şimdiki Çin’i ve Çin üzerinden şimdiki dünyayı yorumlama imkânı veriyor. Devletin haksız yıkımlarından tıbbi atık olarak çöpe atılan bebeklere, fakirlikten yer altında yaşadığı için fare-insan denilen kişilerden sosyal adaletsizliğe kadar bir dizi konuyu işleyen yazar, aslında sadece Çin’in değil dünyanın birçok ülkesinin fotoğrafını çekiyor. Arafta geçirdiği yedi gün boyunca, her gün farklı bir veya birkaç kişinin hayatını, yaşadıklarını kendi hayatını da içine alacak şekilde anlatan Yang Fei, hemen her güne bir konu sıkıştırıyor.
Kitabın ilginç bir noktası, maalesef günümüzde artık önü alınamaz bir şekilde ilerleyen lüks yaşam isteğini, hatta saplantısını ele alması. Yu Hua, lüks bir yaşama ulaşma arzusuyla böbreğini veya kendini satmaya razı olan insanların önlenemez çılgınlığını romanda Yang Fei’nin bakış açısından bize gösteriyor.
“Şimdi hedefleri kısa yoldan köşeyi dönmekti: yıllar yılı köle gibi çalışsalar bile böbrek satmaktan kazanacakları parayı biriktiremezlerdi. Sonraki tatlı hayatı, şık kıyafetlerle Apple iPhone alacakları, lüks bir otelde birkaç gece kalacakları ve şık bir restoranda birkaç yemek yiyecekleri hayatı iple çekiyorlardı.”
Yu Hua’nın anlatımında ağırlıklı olarak, yaşarken çekilen çilelerin öldükten sonra biteceği düşüncesini görebiliyoruz. Hayatın zorluklarını ve çirkin yüzünü, sıklıkla Yang Fei’nin, bazen de diğer kahramanların bakışıyla ve geri dönüş tekniğiyle okura aktaran yazar, öldükten sonra arafta geçen ve ‘gömülmeyenlerin ülkesi’ olarak adlandırılan yerde, aslında bir çeşit ütopya oluşturuyor. ‘Gömülmeyenlerin ülkesi’nde insanların bir çeşit huzuru yakaladıklarını ve oradan ayrılmayı hiç istemediklerini; orada hiçbir zorluğun olmadığını, yıllarca orada kalıp iskelet haline geldikleri hâlde oradan ayrılmayı istemediklerini ölüler üzerinden aktaran yazar, insanlara ekonomik bir güçten ziyade huzurun iyi geleceğini, ölümün herkesi eşitlediğini de anlatmış oluyor:
“Şaşkınlık içinde bana döndü. Afallamış ifadesi bir soru sorar gibiydi. ‘Devam et,’ dedim. ‘Burada ağaç yaprakları sana seslenecek, kayalar sana gülümseyecek, nehir seni selamlayacak. Burada fakirlik de yok zenginlik de; keder de yok acı da; kin de nefret de… Burada herkes ölümde eşitliği buluyor.
‘Buranın adı ne?’ diye sordu.
‘Gömülmeyenlerin ülkesi,’ dedim.”
Yedinci Gün, kırk bir yaşında ölen bir adamın geriye doğru yaptığı yedi günlük yolculukta içsel hesaplaşmasını anlatırken esas olarak bir halkın acılarını, itilmişliğini, çıkmazlarını; bir devletin sosyal ve siyasi yönünü, burada yapılan hataları, insanların ekonomisine göre değerlendirilmelerini, kısaca modernizmin ve kapitalizmin bireyin ve devletin canlılığını nasıl etkilediğini sorguluyor ve eleştiriyor. Bunları yaparken de insanların arasında hissedilen ufacık umudu da ihmal etmiyor.
Kitabın dilinin akıcılığı okumayı rahatlatırken sade bir üslûp da buna eşlik ediyor. Anlatımdaki mizah ve kararında yapılan betimlemeler de kitabın kalitesine artı bir değer katıyor. Fakat direkt Çinceden değil de, İngilizceden Türkçeye çevrilmesi bazı aksaklıklar meydana getirmiş. Zaman zaman karşımıza tutarsız ifadeler çıkabiliyor. Yazarın Yaşamak, adlı kitabını, Çinceden Türkçeye çevrildiği için daha rahat okumuştuk.
Her şeye rağmen, Yedinci Gün'ün Türkçeye çevrilmesi edebiyatımız için önemli bir olay. Yu Hua’nın diğer kitaplarını da çevirecek yayınevleri olacaktır umarım.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
İlginç bir kurguya sahip olan roman “Kaldığım odadan çıkıp kıraç, kasvetli şehirde tek başıma dolaşmaya başladığımda sis epeyce yoğundu. Bir zamanlar krematoryum diye bilinen, şimdilerdeyse cenaze evi olarak adlandırılan yere doğru ilerliyordum. Yakılma törenim saat 9:30’a planlandığından, sabah saat 9:00’da orada olmamı söyleyen bir talimat ulaşmıştı elime” şeklinde başlıyor ve okuru, başkahraman Yang Fei’nin hikâyesini merak ettirecek şekilde içine çekiyor.
Roman; parası olmadığı için mezar yeri alamayan ve bu sebeple ölüsü yakılmayan Yang Fei’nin, “araf” diyebileceğimiz bir yerde geçirdiği yedi günü baz alıyor. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Yang Fei, bu yedi günde geçmişiyle hesaplarını kapatıyor, yaşarken bilmediği şeyleri öğreniyor, geçmişinde -yani yaşarken- ona bir şekilde değip geçen insanlarla araf denilen yerde karşılaşıyor ve bütün bilinmeyenleri çözüyor. Kitabın ve yedinci günün sonunda, anlattıklarıyla ilgili herhangi bir açık bırakmıyor yazar. Ele aldığı insanların -Yang Fei, gerçek ailesi, üvey babası, eski karısı vs.- hikâyelerini nihayete erdiriyor ve okura bunu hissettiriyor. Yu Hua’nın hayatına baktığımızda Çin Kültür Devrimi’nden etkilendiğini görebiliriz. Tıpkı Türkçeye çevrilen ilk romanında olduğu gibi bu kitapta da düşüncelerine, yaşamına ve hayata bakışına ters gelen şeyleri eleştirmekten geri durmayan yazar, kurguyu hiçbir zaman arka plana atmadan; Çin’deki sosyal hayatı, toplumsal hayatın karanlık yönlerini, insanların ne şartlar altında ezildiğini, devlet kurumlarının çürümüşlüğünü ve toplumun da buna ayak uydurarak yozlaşmışlığını belgesel niteliğinde okura sunuyor. Bunun en net örneğini, Yang Fei’nin yakılmak için gittiği cenaze evinde, ‘normal insanlar’ ve ‘VIP’ gruplarının olduğunu; hatta ‘VIP’ grubunun dahi yakılmak için başkalarını beklediği bölümde görebiliyoruz:
“Plastik sandalyelerde oturan bir başkası, yer göstericiye söylenmeye başladı. ‘Saatlerdir bekliyorum, hâlâ sıram gelmedi.’
Yer gösterici, ‘Belediye başkanına veda töreni sürüyor,’ diye cevapladı. ‘Sabahki üç cenazeden sonra ara verdiler, belediye başkanının fırına verilmesini beklemek zorundayız. O çıkmadan sizin sıranız gelmez.’”
Yu Hua, toplumun geçirdiği değişimi ve bu değişimin bireyler üzerindeki etkisini, başkahraman Yang Fei üzerinden eserine yansıtıyor. 2013 yılında yazılan Yedinci Gün eski bir eser olmadığı için de, okura günceli, şimdiki Çin’i ve Çin üzerinden şimdiki dünyayı yorumlama imkânı veriyor. Devletin haksız yıkımlarından tıbbi atık olarak çöpe atılan bebeklere, fakirlikten yer altında yaşadığı için fare-insan denilen kişilerden sosyal adaletsizliğe kadar bir dizi konuyu işleyen yazar, aslında sadece Çin’in değil dünyanın birçok ülkesinin fotoğrafını çekiyor. Arafta geçirdiği yedi gün boyunca, her gün farklı bir veya birkaç kişinin hayatını, yaşadıklarını kendi hayatını da içine alacak şekilde anlatan Yang Fei, hemen her güne bir konu sıkıştırıyor.
Kitabın ilginç bir noktası, maalesef günümüzde artık önü alınamaz bir şekilde ilerleyen lüks yaşam isteğini, hatta saplantısını ele alması. Yu Hua, lüks bir yaşama ulaşma arzusuyla böbreğini veya kendini satmaya razı olan insanların önlenemez çılgınlığını romanda Yang Fei’nin bakış açısından bize gösteriyor.
“Şimdi hedefleri kısa yoldan köşeyi dönmekti: yıllar yılı köle gibi çalışsalar bile böbrek satmaktan kazanacakları parayı biriktiremezlerdi. Sonraki tatlı hayatı, şık kıyafetlerle Apple iPhone alacakları, lüks bir otelde birkaç gece kalacakları ve şık bir restoranda birkaç yemek yiyecekleri hayatı iple çekiyorlardı.”
Yu Hua’nın anlatımında ağırlıklı olarak, yaşarken çekilen çilelerin öldükten sonra biteceği düşüncesini görebiliyoruz. Hayatın zorluklarını ve çirkin yüzünü, sıklıkla Yang Fei’nin, bazen de diğer kahramanların bakışıyla ve geri dönüş tekniğiyle okura aktaran yazar, öldükten sonra arafta geçen ve ‘gömülmeyenlerin ülkesi’ olarak adlandırılan yerde, aslında bir çeşit ütopya oluşturuyor. ‘Gömülmeyenlerin ülkesi’nde insanların bir çeşit huzuru yakaladıklarını ve oradan ayrılmayı hiç istemediklerini; orada hiçbir zorluğun olmadığını, yıllarca orada kalıp iskelet haline geldikleri hâlde oradan ayrılmayı istemediklerini ölüler üzerinden aktaran yazar, insanlara ekonomik bir güçten ziyade huzurun iyi geleceğini, ölümün herkesi eşitlediğini de anlatmış oluyor:
“Şaşkınlık içinde bana döndü. Afallamış ifadesi bir soru sorar gibiydi. ‘Devam et,’ dedim. ‘Burada ağaç yaprakları sana seslenecek, kayalar sana gülümseyecek, nehir seni selamlayacak. Burada fakirlik de yok zenginlik de; keder de yok acı da; kin de nefret de… Burada herkes ölümde eşitliği buluyor.
‘Buranın adı ne?’ diye sordu.
‘Gömülmeyenlerin ülkesi,’ dedim.”
Yedinci Gün, kırk bir yaşında ölen bir adamın geriye doğru yaptığı yedi günlük yolculukta içsel hesaplaşmasını anlatırken esas olarak bir halkın acılarını, itilmişliğini, çıkmazlarını; bir devletin sosyal ve siyasi yönünü, burada yapılan hataları, insanların ekonomisine göre değerlendirilmelerini, kısaca modernizmin ve kapitalizmin bireyin ve devletin canlılığını nasıl etkilediğini sorguluyor ve eleştiriyor. Bunları yaparken de insanların arasında hissedilen ufacık umudu da ihmal etmiyor.
Kitabın dilinin akıcılığı okumayı rahatlatırken sade bir üslûp da buna eşlik ediyor. Anlatımdaki mizah ve kararında yapılan betimlemeler de kitabın kalitesine artı bir değer katıyor. Fakat direkt Çinceden değil de, İngilizceden Türkçeye çevrilmesi bazı aksaklıklar meydana getirmiş. Zaman zaman karşımıza tutarsız ifadeler çıkabiliyor. Yazarın Yaşamak, adlı kitabını, Çinceden Türkçeye çevrildiği için daha rahat okumuştuk.
Her şeye rağmen, Yedinci Gün'ün Türkçeye çevrilmesi edebiyatımız için önemli bir olay. Yu Hua’nın diğer kitaplarını da çevirecek yayınevleri olacaktır umarım.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
30 Mart 2018 Cuma
İslamcılığın sendikal deneyimi
İşçi, emek, sendika denildiğinde ilk akla gelen sol tandanslı ideolojiler oluyor. Bu kavramlar sosyalizmin tekelindeymiş gibi bir düşünce dogmatikleşmiş durumda. Bu düşüncenin oluşmasında sağ ve muhafazakâr eğilimlerin payı muhakkak çok büyük lakin sol ideolojilerin temel dinamiği olan çatışmacı kurama dayalı söylem ve eylemleri de bir o kadar etkin. Sağ eğilimler (kendilerince) ‘uzlaşmacı’ tavırları sebebiyle iktidar ve sermayeyle uyumlu şekilde ilişkilendirilirken, sol eğilimler ‘muhalif’ tavırları nedeniyle iktidar ve sermayenin karşısında konumlandırılmışlardır. Sağ eğilimin duruşu iktidar ve sermayenin lehine yorumlanırken, solun tavrı işçinin ve emeğin hakkını korumaya endeksli hale getirilmiştir. Dolayısıyla, işçi ve emek söz konusu olduğunda bu kavramların daha çok sol eğilimlerin lehine ilişkilendirilmesi -bir anlamda- doğal bir sonuç.
Yukarıdaki değerlendirme her alanda olduğu gibi Batı merkezli bir paradigma ile gerçekleştirilmek zorunda! Zira Batı dışı toplumların ama özellikle Müslümanların her konuda olduğu gibi bu konuda da diyecek pek bir şeyi bulunmuyor. Kötü bir mukallidi olduğumuz Batılı paradigmanın onulmaz takipçileri olarak işçi, emek ve sendika konularında da onların ağzına bakıyoruz. Kurumlarımız, yapılanmasından söylemlerine ve eylemlerine kadar tümüyle taklitten oluşuyor. Bu durumun getirisi olarak, sol ideolojileri bu konularda yetkin kabul eden ‘elit’ bir anlayış bizde de bulunuyor. Bu ‘üst’ anlayışa göre sağ ve muhafazakâr kanat itiraz edemez, hak arayamaz, hakkı teslim edemez. Çünkü Batı’da öyle olmuştur! Bunlardan öte, kendimizi muhafazakâr, sağ ve sol gibi Batı’nın kavramlarıyla tanımlıyor olmamızın başka bir anlam dünyası çıkarmasını düşünmek zaten abes olacaktır. Gelinen aşamada bu paradigmanın mahkûmu olmaktan ziyade meftunuyuz.
Karakum Yayınları tarafından neşredilen İsyan ile İtaat Arasında adlı kitap, Türkiye özelinde bir sendikalaşma tipini ele alıyor. Arafta Bir Sendikal Hareket alt başlığıyla sunulan eser Kemal Temel’e ait. İki yüz elli sayfalık eserde, akademik bir çalışmanın kitaplaştırılması olduğundan çok fazla detay ve tekrar var diyebilirim. Fakat asıl önemli olan çalışmanın temele aldığı konu. Yukarıda da değinildiği gibi işçi, emek ve sendika sol ideolojilerin arka bahçesi haline getirilmiş durumda iken, sağ ideolojiden ziyade İslamcı bir hareketin bu konuda nereye tekabül ettiği önemli bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Kemal Temel çalışmasında bu konuyu ele alarak, Türkiye’deki siyasi gelişmeler ışığında Hak-İş’in ortaya çıkmasında etkin olan unsurlar, kuruluş süreci, kurumsal yapısı, zihniyeti ve geçirdiği değişimleri İslamcılık hareketiyle ve toplumsal dönüşümle bağlantılı olarak değerlendirmiş.
Eser üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde konuyu çerçevelemek adına İslamcılık değerlendiriliyor. İslamcılık Nedir? Dünden Bugüne Değişen İslamcılık adını taşıyan bölümde Osmanlı’nın son dönemine yapılan atıflar mevcut. Fakat bölümün asıl konusu Cumhuriyet dönemindeki İslamcılık hareketleri. Döneme dair İslamcılık hareketi siyasi ve iktisadi olarak ele alınarak İslamcılık ile muhafazakârlığın örtüşüp örtüşmediği değerlendiriliyor. Yapılan değerlendirmede, çok partili döneme kadar fazla bir varlık gösteremeyen İslamcılık hareketinin 1950’lerden itibaren yükselen bir ivme kazandığı görülüyor. Hareket, 1960’ların sonlarında sağ ve muhafazakâr eğilimle kısmen ayrışarak kendi yatağını buluyor denilebilir. 1970’ler siyasi açıdan biraz sıkıntılı geçse de taşların yerine oturduğu dönemdir. 1980’li yıllar darbenin de etkisiyle İslamcılar için biraz pasif geçmiştir fakat sağa yaklaştırılmaya çalışılan İslami eğilimin desteklendiği görülüyor. Geçen süreçte İslamcılığın siyasi ve sendikal tutumunda bazı değişimler ve yumuşama eğilimleri görülmüştür ancak özellikle söylem ilk dönemin sert tavrını korumaktadır. Asıl değişim ve dönüşüm ise 1990’lı yıllarda kendini göstermiştir. Bu yıllardan itibaren gerek söylem gerekse eylemde farklı bir aşamaya geçilmiş, daha kapsayıcı bir yöntem uygulanmaya başlanmıştır. Siyasi alanda elde edilen görece başarı da bu değişim ve dönüşümden sonra gelmiştir. Değişimdeki en önemli etken toplumun -ya da tabanın- talepleridir. Kemal Temel bu süreci ülkenin gidişatı ve siyasi partilerin tutumlarını ele alarak değerlendiriyor.
Türkiye’de Sendikal Hareket ve İslamcılığa Bakış ismini taşıyan ikinci bölüm, sendikal hareketlerin ortaya çıkışından itibaren 1990’lı yılların ortalarına kadar geçen süreci değerlendiriyor. Burada Osmanlı’nın konuya bakışının öneminin altını çizmek gerekiyor zira bu durum sonraki dönemin konuya yaklaşımını da önemli derecede etkiliyor. Devletin işçi ve sendikalaşmaya tedrici bakışı bir yana, gerek Osmanlı’nın son dönemi gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında işçi konusunun çok fazla bir ağırlığı yok. Bunun başlıca sebebi Batı’daki gibi bir işçi sınıfının oluşmamış olması olarak değerlendiriliyor. İşçi konusu özellikle 1950’lerden sonraki nispi sanayileşme ve tarımdaki gelişmeler sonrası kendinden söz ettiriyor. Bu bağlamda ilk olarak (yine Batı’da olduğu gibi) sol ideolojiler kendini gösterse de toplumsal farklılık nedeniyle farklı bir yapılanmaya ihtiyaç hissediliyor. Bu boşluğu dolduracak olan ise, dini duyarlılığı olan kişilerin kurduğu sendikaların bir araya gelerek oluşturacağı Hak-İş oluşumu. Sürecin en önemli yanı, dini hassasiyeti olan işçi ve sendikal hareketlerin, aynı hassasiyete sahip olanların yürüttüğü siyasi gelişmeler ile paralel bir seyir arz etmesi. İslamcılık hareketinin siyasi kanadı ile sendikal yapılanması birbiriyle irtibat halinde ve eşzamanlı gelişim gösteriyor.
Burada söz edilmesi gereken bir diğer önemli durum, sendikal hareketin halk nezdindeki imajı. Sol ideolojilerin militarizme kayan sert söylem ve eylemleri sendikal hareketlerde de kendini gösterdiğinden toplumun sağcı, muhafazakâr, demokrat, liberal ve İslamcı diye tabir edilen kesimleri bu yapılara mesafeli yaklaşıyor. Bu tutum aslında (bugün bile) toplumun konuya bakış açısını göstermesi açısından manidar. Ortaya çıkan boşluğun doldurulması adına özellikle Anadolu’nun belirli yerlerinde başlayan İslamcıların sendikal hareketleri önemli bir karşılık buluyor. Kemal Temel, benzer bir yapılanmanın İslamcılığın siyasi kanadında da görülmesinin tesadüf olmadığını, sürecin aşağı yukarı aynı gittiğini ve görünür etkileşimlerinin 12 Eylül’e kadar devam ettiğini belirtiyor. Cumhuriyetin katı modernleştirici politikalarını tabana ve özellikle taşraya yaymayı başaramaması 1950’li yıllardan itibaren bu kesimlerle ilişkiyi kurabilen oluşumların başarılı olmasına neden olmuştur. Dolayısıyla hem İslamcılığın siyasi kanadı hem de sendikal hareketi toplumda görülen bir talebin karşılığı olarak kendini göstermiştir. Var olan siyasi ve sendikal yapılanmaların toplumun tümünü kucaklamıyor oluşu ve/veya toplumun bu tür yapıların kendisini temsil etmediğini düşünmesi bunda etkindir. Gelen nispi başarı ise güçlenmeyi beraberinde getirmiştir.
Üçüncü bölüm, Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) Alternatif Mücadele Pratikleri başlığını taşıyor. Kemal Temel, değişen üretim biçiminin süreç ve sonuçlarını Cumhuriyet tarihindeki göçler sonucunda değişen toplumsal yapıyla ilişkilendirerek değerlendiriyor. Türkiye’de sendikal harekete bakışın da değerlendirildiği bu bölümde, toplum tarafından sol tavrın çatışmacı olarak ele alındığı, İslamcı sendikal hareketin ise uzlaşmacı olarak tanımlandığı belirtiliyor. Hak-İş hakkındaki bu yargının hem solcu kesim hem de İslamcı kesim tarafından olumsuz olarak değerlendirildiğini belirten Temel’e göre, solcu kesim Hak-İş’i iktidar ve sermayenin istediği gibi hareket ederek işçi ve emeğin aleyhine çalışmakla itham ediyor. Özellikle işyeri sahibi İslamcılar ise Hak-İş’in durumunun (sendikalaşmanın) dinen caiz olup olmadığını sorgulayarak sıcak bakmadıklarını gösteriyorlar. Dindar işyeri sahiplerinin asıl amacının mümkün olduğunca sendikalaşmamak olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu konuda Hak-İş için olumlu görüş belirten tek grubun işçiler olduğu görülüyor. İşçilerin kendileri gibi insanları muhatap olarak görmeleri onları desteklemelerinde etkili oluyor. İşçiler bu anlamda sol sendikalarla aynı iletişimi kuramıyor. Ortaya çıkan bu tablo Hak-İş yöneticileri ve sendika üyelerinin görüşleriyle de destekleniyor. Bu durumun sadece sendikal hareketlerle sınırlı olmadığını belirten Temel, toplumun kendinden gördüğü siyasi yapılara karşı da aynı tutumu sergilediğini belirtiyor.
Cumhuriyet dönemindeki gelişmelerin (özellikle göçler ve görece sanayileşmenin) yeni bir işçi sınıfını oluşturduğunu ve bu sınıfın ortak paydasının din oluşunun altını çizen Temel, dinin bu topluluğu bir arada tutmada bir tutkal görevi gördüğünü belirtiyor. Bununla birlikte, İslamcılık hareketinin gerek siyasi gerekse sendikal yapılanmalarının dini kullanıp kullanmadığı gibi bir soruyla da karşı karşıya kalıyoruz. Esasında tüm çalışma boyunca bu sorgulamayı görmek mümkün. İslamcılık hareketi dini araçsallaştırmış mıdır yoksa icraatları doğal bir gelişmenin (talebin) sonucu olarak ortaya çıkmış mıdır sorusu alt metinde kendini gösteriyor. Bu soruya net bir yanıt vermek güç. Zira Temel’in çalışması, Hak-İş’in ortaya çıktığı yıllar ile geldiği noktadaki tutumunun oldukça değiştiğini gösteriyor. İlk ortaya çıktığında sloganik ve militarist bir söylemi bulunan sendika 1990’lı yıllara geldiğinde demokrasiyi önemseyen, Batı’ya dönük, ılımlı ve uzlaşmacı bir yöntemi benimsiyor. Hak-İş’in geçirdiği değişim ya da dönüşüm üzerinde durulması gereken bir detay. Bu tutum İslamcılığın siyasi kanadı için de geçerlidir. Değişme gösteren bu durum toplumun geçirdiği dönüşümü gösteriyor denilebilir. Temel’e göre bu değişimi toplumsal talebin kurumsal yapılara bir yansıması olarak okumak mümkün. Bu aşamada din yaşam standardını desteklediği ölçüde dikkate alınıyor da denilebilir. Örneğin Hak-İş, işçi ve emek savunması konusunda belirleyici olanın (dinin de cevaz verdiği) evrensel değerleri öne çekerek kapsayıcı bir anlayış ortaya koymaya çalışıyor. Bu tutumun karşılığını dindar olmayan kesimlerin de Hak-İş’e itibar etmesiyle alıyor denilebilir. Diğer yandan, hak ve adaleti gözeten bir dinin müntesiplerince en üst perdeden savunulması gereken işçi ve emek hakkı mücadelesinin Müslümanlar açısından yaşam standartlarını yükseltme kıstasıyla sınırlandırılması ilginç bir detay olarak belirtmek gerekiyor. Bu tutum, toplumun eğilimlerini belirleyenin dinden ziyade yaşam standartları olduğunu gösteriyor. Kemal Temel’in çalışması Müslümanların geçen yüzyıl içinde geçirdiği aşamalara dair sadece siyasi ve sendikal açıdan değil sosyolojik açıdan da veriler sunuyor. Ayrıca alanında çok fazla çalışma olmaması eseri değerli kılan önemli bir etken. Kitapta, İslamcılığın 2000’lerden sonraki siyasi, sendikal ve toplumsal sürecine değinilmemiş olması önemli bir eksiklik diyebilirim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Yukarıdaki değerlendirme her alanda olduğu gibi Batı merkezli bir paradigma ile gerçekleştirilmek zorunda! Zira Batı dışı toplumların ama özellikle Müslümanların her konuda olduğu gibi bu konuda da diyecek pek bir şeyi bulunmuyor. Kötü bir mukallidi olduğumuz Batılı paradigmanın onulmaz takipçileri olarak işçi, emek ve sendika konularında da onların ağzına bakıyoruz. Kurumlarımız, yapılanmasından söylemlerine ve eylemlerine kadar tümüyle taklitten oluşuyor. Bu durumun getirisi olarak, sol ideolojileri bu konularda yetkin kabul eden ‘elit’ bir anlayış bizde de bulunuyor. Bu ‘üst’ anlayışa göre sağ ve muhafazakâr kanat itiraz edemez, hak arayamaz, hakkı teslim edemez. Çünkü Batı’da öyle olmuştur! Bunlardan öte, kendimizi muhafazakâr, sağ ve sol gibi Batı’nın kavramlarıyla tanımlıyor olmamızın başka bir anlam dünyası çıkarmasını düşünmek zaten abes olacaktır. Gelinen aşamada bu paradigmanın mahkûmu olmaktan ziyade meftunuyuz.
Karakum Yayınları tarafından neşredilen İsyan ile İtaat Arasında adlı kitap, Türkiye özelinde bir sendikalaşma tipini ele alıyor. Arafta Bir Sendikal Hareket alt başlığıyla sunulan eser Kemal Temel’e ait. İki yüz elli sayfalık eserde, akademik bir çalışmanın kitaplaştırılması olduğundan çok fazla detay ve tekrar var diyebilirim. Fakat asıl önemli olan çalışmanın temele aldığı konu. Yukarıda da değinildiği gibi işçi, emek ve sendika sol ideolojilerin arka bahçesi haline getirilmiş durumda iken, sağ ideolojiden ziyade İslamcı bir hareketin bu konuda nereye tekabül ettiği önemli bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Kemal Temel çalışmasında bu konuyu ele alarak, Türkiye’deki siyasi gelişmeler ışığında Hak-İş’in ortaya çıkmasında etkin olan unsurlar, kuruluş süreci, kurumsal yapısı, zihniyeti ve geçirdiği değişimleri İslamcılık hareketiyle ve toplumsal dönüşümle bağlantılı olarak değerlendirmiş.
Eser üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde konuyu çerçevelemek adına İslamcılık değerlendiriliyor. İslamcılık Nedir? Dünden Bugüne Değişen İslamcılık adını taşıyan bölümde Osmanlı’nın son dönemine yapılan atıflar mevcut. Fakat bölümün asıl konusu Cumhuriyet dönemindeki İslamcılık hareketleri. Döneme dair İslamcılık hareketi siyasi ve iktisadi olarak ele alınarak İslamcılık ile muhafazakârlığın örtüşüp örtüşmediği değerlendiriliyor. Yapılan değerlendirmede, çok partili döneme kadar fazla bir varlık gösteremeyen İslamcılık hareketinin 1950’lerden itibaren yükselen bir ivme kazandığı görülüyor. Hareket, 1960’ların sonlarında sağ ve muhafazakâr eğilimle kısmen ayrışarak kendi yatağını buluyor denilebilir. 1970’ler siyasi açıdan biraz sıkıntılı geçse de taşların yerine oturduğu dönemdir. 1980’li yıllar darbenin de etkisiyle İslamcılar için biraz pasif geçmiştir fakat sağa yaklaştırılmaya çalışılan İslami eğilimin desteklendiği görülüyor. Geçen süreçte İslamcılığın siyasi ve sendikal tutumunda bazı değişimler ve yumuşama eğilimleri görülmüştür ancak özellikle söylem ilk dönemin sert tavrını korumaktadır. Asıl değişim ve dönüşüm ise 1990’lı yıllarda kendini göstermiştir. Bu yıllardan itibaren gerek söylem gerekse eylemde farklı bir aşamaya geçilmiş, daha kapsayıcı bir yöntem uygulanmaya başlanmıştır. Siyasi alanda elde edilen görece başarı da bu değişim ve dönüşümden sonra gelmiştir. Değişimdeki en önemli etken toplumun -ya da tabanın- talepleridir. Kemal Temel bu süreci ülkenin gidişatı ve siyasi partilerin tutumlarını ele alarak değerlendiriyor.
Türkiye’de Sendikal Hareket ve İslamcılığa Bakış ismini taşıyan ikinci bölüm, sendikal hareketlerin ortaya çıkışından itibaren 1990’lı yılların ortalarına kadar geçen süreci değerlendiriyor. Burada Osmanlı’nın konuya bakışının öneminin altını çizmek gerekiyor zira bu durum sonraki dönemin konuya yaklaşımını da önemli derecede etkiliyor. Devletin işçi ve sendikalaşmaya tedrici bakışı bir yana, gerek Osmanlı’nın son dönemi gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında işçi konusunun çok fazla bir ağırlığı yok. Bunun başlıca sebebi Batı’daki gibi bir işçi sınıfının oluşmamış olması olarak değerlendiriliyor. İşçi konusu özellikle 1950’lerden sonraki nispi sanayileşme ve tarımdaki gelişmeler sonrası kendinden söz ettiriyor. Bu bağlamda ilk olarak (yine Batı’da olduğu gibi) sol ideolojiler kendini gösterse de toplumsal farklılık nedeniyle farklı bir yapılanmaya ihtiyaç hissediliyor. Bu boşluğu dolduracak olan ise, dini duyarlılığı olan kişilerin kurduğu sendikaların bir araya gelerek oluşturacağı Hak-İş oluşumu. Sürecin en önemli yanı, dini hassasiyeti olan işçi ve sendikal hareketlerin, aynı hassasiyete sahip olanların yürüttüğü siyasi gelişmeler ile paralel bir seyir arz etmesi. İslamcılık hareketinin siyasi kanadı ile sendikal yapılanması birbiriyle irtibat halinde ve eşzamanlı gelişim gösteriyor.
Burada söz edilmesi gereken bir diğer önemli durum, sendikal hareketin halk nezdindeki imajı. Sol ideolojilerin militarizme kayan sert söylem ve eylemleri sendikal hareketlerde de kendini gösterdiğinden toplumun sağcı, muhafazakâr, demokrat, liberal ve İslamcı diye tabir edilen kesimleri bu yapılara mesafeli yaklaşıyor. Bu tutum aslında (bugün bile) toplumun konuya bakış açısını göstermesi açısından manidar. Ortaya çıkan boşluğun doldurulması adına özellikle Anadolu’nun belirli yerlerinde başlayan İslamcıların sendikal hareketleri önemli bir karşılık buluyor. Kemal Temel, benzer bir yapılanmanın İslamcılığın siyasi kanadında da görülmesinin tesadüf olmadığını, sürecin aşağı yukarı aynı gittiğini ve görünür etkileşimlerinin 12 Eylül’e kadar devam ettiğini belirtiyor. Cumhuriyetin katı modernleştirici politikalarını tabana ve özellikle taşraya yaymayı başaramaması 1950’li yıllardan itibaren bu kesimlerle ilişkiyi kurabilen oluşumların başarılı olmasına neden olmuştur. Dolayısıyla hem İslamcılığın siyasi kanadı hem de sendikal hareketi toplumda görülen bir talebin karşılığı olarak kendini göstermiştir. Var olan siyasi ve sendikal yapılanmaların toplumun tümünü kucaklamıyor oluşu ve/veya toplumun bu tür yapıların kendisini temsil etmediğini düşünmesi bunda etkindir. Gelen nispi başarı ise güçlenmeyi beraberinde getirmiştir.
Üçüncü bölüm, Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) Alternatif Mücadele Pratikleri başlığını taşıyor. Kemal Temel, değişen üretim biçiminin süreç ve sonuçlarını Cumhuriyet tarihindeki göçler sonucunda değişen toplumsal yapıyla ilişkilendirerek değerlendiriyor. Türkiye’de sendikal harekete bakışın da değerlendirildiği bu bölümde, toplum tarafından sol tavrın çatışmacı olarak ele alındığı, İslamcı sendikal hareketin ise uzlaşmacı olarak tanımlandığı belirtiliyor. Hak-İş hakkındaki bu yargının hem solcu kesim hem de İslamcı kesim tarafından olumsuz olarak değerlendirildiğini belirten Temel’e göre, solcu kesim Hak-İş’i iktidar ve sermayenin istediği gibi hareket ederek işçi ve emeğin aleyhine çalışmakla itham ediyor. Özellikle işyeri sahibi İslamcılar ise Hak-İş’in durumunun (sendikalaşmanın) dinen caiz olup olmadığını sorgulayarak sıcak bakmadıklarını gösteriyorlar. Dindar işyeri sahiplerinin asıl amacının mümkün olduğunca sendikalaşmamak olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu konuda Hak-İş için olumlu görüş belirten tek grubun işçiler olduğu görülüyor. İşçilerin kendileri gibi insanları muhatap olarak görmeleri onları desteklemelerinde etkili oluyor. İşçiler bu anlamda sol sendikalarla aynı iletişimi kuramıyor. Ortaya çıkan bu tablo Hak-İş yöneticileri ve sendika üyelerinin görüşleriyle de destekleniyor. Bu durumun sadece sendikal hareketlerle sınırlı olmadığını belirten Temel, toplumun kendinden gördüğü siyasi yapılara karşı da aynı tutumu sergilediğini belirtiyor.
Cumhuriyet dönemindeki gelişmelerin (özellikle göçler ve görece sanayileşmenin) yeni bir işçi sınıfını oluşturduğunu ve bu sınıfın ortak paydasının din oluşunun altını çizen Temel, dinin bu topluluğu bir arada tutmada bir tutkal görevi gördüğünü belirtiyor. Bununla birlikte, İslamcılık hareketinin gerek siyasi gerekse sendikal yapılanmalarının dini kullanıp kullanmadığı gibi bir soruyla da karşı karşıya kalıyoruz. Esasında tüm çalışma boyunca bu sorgulamayı görmek mümkün. İslamcılık hareketi dini araçsallaştırmış mıdır yoksa icraatları doğal bir gelişmenin (talebin) sonucu olarak ortaya çıkmış mıdır sorusu alt metinde kendini gösteriyor. Bu soruya net bir yanıt vermek güç. Zira Temel’in çalışması, Hak-İş’in ortaya çıktığı yıllar ile geldiği noktadaki tutumunun oldukça değiştiğini gösteriyor. İlk ortaya çıktığında sloganik ve militarist bir söylemi bulunan sendika 1990’lı yıllara geldiğinde demokrasiyi önemseyen, Batı’ya dönük, ılımlı ve uzlaşmacı bir yöntemi benimsiyor. Hak-İş’in geçirdiği değişim ya da dönüşüm üzerinde durulması gereken bir detay. Bu tutum İslamcılığın siyasi kanadı için de geçerlidir. Değişme gösteren bu durum toplumun geçirdiği dönüşümü gösteriyor denilebilir. Temel’e göre bu değişimi toplumsal talebin kurumsal yapılara bir yansıması olarak okumak mümkün. Bu aşamada din yaşam standardını desteklediği ölçüde dikkate alınıyor da denilebilir. Örneğin Hak-İş, işçi ve emek savunması konusunda belirleyici olanın (dinin de cevaz verdiği) evrensel değerleri öne çekerek kapsayıcı bir anlayış ortaya koymaya çalışıyor. Bu tutumun karşılığını dindar olmayan kesimlerin de Hak-İş’e itibar etmesiyle alıyor denilebilir. Diğer yandan, hak ve adaleti gözeten bir dinin müntesiplerince en üst perdeden savunulması gereken işçi ve emek hakkı mücadelesinin Müslümanlar açısından yaşam standartlarını yükseltme kıstasıyla sınırlandırılması ilginç bir detay olarak belirtmek gerekiyor. Bu tutum, toplumun eğilimlerini belirleyenin dinden ziyade yaşam standartları olduğunu gösteriyor. Kemal Temel’in çalışması Müslümanların geçen yüzyıl içinde geçirdiği aşamalara dair sadece siyasi ve sendikal açıdan değil sosyolojik açıdan da veriler sunuyor. Ayrıca alanında çok fazla çalışma olmaması eseri değerli kılan önemli bir etken. Kitapta, İslamcılığın 2000’lerden sonraki siyasi, sendikal ve toplumsal sürecine değinilmemiş olması önemli bir eksiklik diyebilirim.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Kültür çarpışmaları içinde melezleşen insan aklı
"Her bir sözcüğünün sonu tanrıya varan arap dili, gerçeği kavramak için değil, örtmek için doğmuştur" cümlesini okuduğumda Daryush Shayegan'ın baktığı pencereyi sarsıcı bulmuştum. İran topraklarının ilginçliği olsa gerek, tarihin her devrinde 'deli-dolu' bir düşünür ortaya çıkarmıştır. Ancak o düşünürlerin sesi her zaman kısık olmuştur. Zamanla, her şeyin kutsallaştığı ve mekanik birer puta dönüştüğü şu çağda bazı kısık seslerin daha çok konuşması, yazması gerektiğini yine ve yine düşünmüştüm. Kısık sesler bir araya gelir, güzel bir orkestra çıkar, herkes duyar. Kim bilir.
22 Mart 2018'de Shayegan bu dünyadan göçtü. Türkçemize çevrilmiş iki kitabı da Metis Yayınları etiketli: Yaralı Bilinç (1991) ve Melez Bilinç (2013). İsimleri içeriklerini anlatan bu iki kitaptan ilki çatlamaların, uyumsuzlukların, çarpıklıkların kitabıydı tıpkı bölümleri gibi. Çin ve İslâm dünyası karşılaştırması, kimlik kaybı korkusunun derinliği, çelişkilerin zamanında yaşama çabası, bilinçlerdeki fikirsizlik gibi konuların yanı sıra entelektüeller, ideologlar, teknokratları da hırpalamıştı Shayegan. Bir de 'Tanrı stratejisinin uzmanları'nı. Geleneksel toplumlarda yaşanan kültür şizofrenisi üzerine yazmayı seviyordu Shayegan ve konuşmayı. Yani arada kalmışlığı ve arada kalanları.
Melez Bilinç'de bazı yüzleşmelerin ve helalleşmelerin yapılması gerektiğinden bahsediyor esasen Shayegan. Mimariden kentleşmeye, felsefeden siyasete kadar batılılaşma ve İslamileşme arasında gidip gelen insanların, insanlığın aslında hiçbir yere gidemeyeceğini ve artık bir yönde karar verilmesi gerektiğini söylüyor. Laikliği savunuyor, demokrasiyi savunuyor, inanç adı altında yapılan her türlü sömürünün karşısında duruyor. 'Geleneksel bir okuyucu' epey afallayabilir. Çünkü tam 'ben de böyle düşünüyorum' dediğiniz satırların akabinde 'o kadar da değil' diyebiliyorsunuz. 111 sayfalık kitap bu anlamda 'evet haklı' ya da 'hayır haksız' arasında gidip geliyor. Zaten Shayegan da orta yolu sevmiyor. Bir yöne ama muhakkak belirli bir yöne yürümeli insan. Bunun için de daima düşünmeli: "Düşünmek manen gençleşmektir; 'bir geçmişi yalanlaması gereken ani bir dönüşümü kabul etmek'tir aynı zamanda. Bir dönüşümü kabul etmek, kendini açmaktır; bizi tehlikeli maceralardan ve gaspa uğramaktan koruyan yumuşacık kozamızdan çıkmaktır."
Melez Bilinç küçük küçük bölümlere sahip büyük konuşan bir kitap. Zamanın Shayegan'da açtığı öfke hemen belli oluyor. Ancak metinlerini oldukça edebi, derli toplu kuruyor. Daldan dala atlamıyor, yararlanılması gereken sahalara işaret ediyor. Tek bir okuma türünün ya da düşünce türünün eninde sonunda donuklaşacağını vurguluyor: "Her sicilin kendi dili, her varlık tarzının kendi ortaya çıkışı, her bilginin kendi yorum anahtarı vardır. Mevlana ya da Hafız gibi klasik şairlerimizi okurken başka bir bilgi aygıtından, Descartes'ın ya da bir Kant'ın düşüncesine nüfuz edebilmek içinse başka bir bilgi aygıtından yararlanırız. Bu heterojen dünyaları yüklenen insanda bir şifre çözme anahtarı, uygun bir kavramsal araç takımı olmalıdır. Şizofrenimizi ve çelişkilerimizi ancak bu araçları bilerek kullandığımız takdirde evcilleştirebilir; çok eski zamanların usaresiyle dolu o farklı duyarlılıkların görkemli yelpazesini nihayet belirgin olarak gösterebilir; bundan da önemlisi, tarihsel açıdan çağdaş olmayan karşıt dünyaları aynı anda huzurla yaşayabiliriz."
Shayegan, İran'da Heidegger'in nasıl yorumlandığına ve okunduğuna dair yazdığı metninin hemen ardından batı-dışında sanatın nasıl düşünülebileceğine değiniyor. Okuyucu için metinler gayet güzel düzenlenmiş, sıralama pekiştirici nitelikte. Burada çakışan dünyaların sınırında duruyor Shayegan. O sınırda kültürün taklidi ve dolayısıyla yok oluşu söz konusu. Kültür sahte bir taklit bile değil ona göre: "Geleneksel sanat, daha yerini alacak başka bir şey çıkamadan gerçekten ölüp gitmiştir. Bunun ayırdına varmak için bugün İran'da inşa edilmiş olan sayısız çirkin camiyi görmek yeter. Bu yeni camileri Selçukluların, Timuroğullarının yaratıcı dönemleriyle ya da İsfahan'daki Safevi anıtlarıyla karşılaştırırsak, bu kadar bilinçsiz bir cüretle dikilenlerin, vaktiyle olmuş olanın acayip mi acayip karikatürleri olduğunu anlarız" diyor ve yabancılaşmanın kültür boyutunu şöyle irdeliyor: "Onları düzgün bir şekilde kopyalamayı bile becerememektedirler; ne o eski eserler elden geldiğince taklit edilebilmekte, ne de o anıtlara özelliklerini veren zarif orantılara uyulabilmektedir. Artık yenilik yapılamadığı gibi, geçmişin bu görkemli eserlerine ruhunu veren imaginal bakış da çöllerin kumunda kaybolup gitmiştir. Adeta estetik hafızamızdan ilelebet koparılmışızdır; artık onu küllerinden tekrar yaşama döndüremeyeceğizdir; aramızdaki ilişki tamamen yabancılaşmıştır."
Kitapta 15. yüzyılın sanatına da bir yolculuk yapıyor Shayegan. O yüzyılın öne çıkan değerlerine ve nasıl öne çıktıklarına değiniyor. Batı sanatı tarihinin rönesansla birlikte 'benzersiz' yenilenmesinde iki kişinin katkısını çok ciddi buluyor: Leonardo da Vinci ve Albrecht Dürer. Buradan nefis bir Leonardo biyografisi okumak mümkün. Shakespeare'in çok az Latince ve ondan da az Yunanca bilmesi karşılığında Leonardo'nun kendini 'uomo senza lettere' yani okumamış adam diye nitelemesini tesadüfi bulmuyor, aksine Leonardo için "nesneleri titizlikle gözlemleyerek her şeyi kendi başına öğrenmek istiyordu" diyor. Bu da akıllara 18. yüzyılın müzik dahisi Mozart'ı getiriyor. Shayegan mimariye geçiş yaparken çok doğru bir isimden söz açıyor ki çok doğru bir yer burası: "Rönesans'ta insan modelini belirleyen ideal biçimler, Romalı mimar Vitruvius'un tahayyül etmiş olduğu ilahi orantılardan esinlenmişti. Leonardo'nun bu orantıları isabetle kâğıda döktüğü bir resim amblem haline gelmiştir; onun gözünde mikrokozmosla makrokozmos arasında benzerlik vardır, zira -kendi deyişiyle- tabiat dev bir canlıdır."
Melez Bilinç'in son bölümü Tahran'ın amblem niteliğinde bir kent olup olmadığını sorguluyor. Amblet kentlere Shayegan'ın gözünden birkaç örnek: İsfahan, İstanbul, Floransa, Roma, Toledo. Burada Tahran'ın günümüzdeki hâliyle Shayegan'ın çocukluk günlerindeki hâli kıyaslanıyor ve ortaya kentleşmeden neoliberal mimariye uzanan o dev illüzyon çıkıyor. Yorum özellikle kentleşmenin geleneksel toplumlarda ve elbette devlet biçimlerinde nasıl yanlış yorumlandığını ortaya çıkarıyor: "Mesken yani inşa edilmiş mekân ile, şehir ile zihinsel mekân arasında, muhtelif denklikler vardı; bunların birinde değişikliğe gitmek, ister istemez diğerini bozuyordu; eninde sonunda bir şehrin yaşam alanı ve ruhunu şekillendirip yapılandıran da zihinsel mekândı. Düşünce patladığı zaman, ağırlık merkezini yitirerek yönünü şaşırdığı zaman, en akıl almazına varıncaya kadar bütün sapmalara tanık olunur. Maalesef günümüzde Güney'in megapollerinde ortaya çıktığı görülen de budur: Sadece havayı kirletmekle kalmayıp ruhumuzu zehirleyen, ahtapot gibi kollarıyla etrafımızı saran canavar şehirler. Zira çirkinlik sadece herhangi bir kirlenme değildir, estetik duygumuza hakiki bir tecavüzdür de."
İran gençlerinin (muhafazakarlar kastediliyor) makyaj, giyim, abartı ve yozlaşma konularında ciddi bir başkaldırı gerçekleştirdiğini düşünüyor Shayegan. Bilhassa Tahran'ın büyük bir dönüşüm içinde olduğunu düşünüyor. Bu 'kasvetli kent'in çevresinde eskisinden çok farklı yeni bir dünyanın ortaya çıktığını, kültürler arası kaynaşmayla beraber 'beklentilerin' tersyüz olacağını söylüyor. Bu tersyüz olma durumu aslında şimdiye kadar olması gereken bir durumdur ona göre: "İslami olduğu söylenen toplumun derinliklerinden taptaze su yüzüne çıkan laiklikltir bu."
Başta da belirttiğim gibi bu kısa kitap hem İranlı bir düşünürün kavramlara bakış açısı hem de geçmişle günümüz ve sanatla politika arasında kurduğu bağ açısından önemli. Şaşırtıcı ve sarsıcı. Shayegan'ın fikirlerini beğenmeyebiliriz ama önemseyebiliriz. Bilhassa doğu ve ortadoğu halklarının vaziyeti ile akıbeti için.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
22 Mart 2018'de Shayegan bu dünyadan göçtü. Türkçemize çevrilmiş iki kitabı da Metis Yayınları etiketli: Yaralı Bilinç (1991) ve Melez Bilinç (2013). İsimleri içeriklerini anlatan bu iki kitaptan ilki çatlamaların, uyumsuzlukların, çarpıklıkların kitabıydı tıpkı bölümleri gibi. Çin ve İslâm dünyası karşılaştırması, kimlik kaybı korkusunun derinliği, çelişkilerin zamanında yaşama çabası, bilinçlerdeki fikirsizlik gibi konuların yanı sıra entelektüeller, ideologlar, teknokratları da hırpalamıştı Shayegan. Bir de 'Tanrı stratejisinin uzmanları'nı. Geleneksel toplumlarda yaşanan kültür şizofrenisi üzerine yazmayı seviyordu Shayegan ve konuşmayı. Yani arada kalmışlığı ve arada kalanları.
Melez Bilinç'de bazı yüzleşmelerin ve helalleşmelerin yapılması gerektiğinden bahsediyor esasen Shayegan. Mimariden kentleşmeye, felsefeden siyasete kadar batılılaşma ve İslamileşme arasında gidip gelen insanların, insanlığın aslında hiçbir yere gidemeyeceğini ve artık bir yönde karar verilmesi gerektiğini söylüyor. Laikliği savunuyor, demokrasiyi savunuyor, inanç adı altında yapılan her türlü sömürünün karşısında duruyor. 'Geleneksel bir okuyucu' epey afallayabilir. Çünkü tam 'ben de böyle düşünüyorum' dediğiniz satırların akabinde 'o kadar da değil' diyebiliyorsunuz. 111 sayfalık kitap bu anlamda 'evet haklı' ya da 'hayır haksız' arasında gidip geliyor. Zaten Shayegan da orta yolu sevmiyor. Bir yöne ama muhakkak belirli bir yöne yürümeli insan. Bunun için de daima düşünmeli: "Düşünmek manen gençleşmektir; 'bir geçmişi yalanlaması gereken ani bir dönüşümü kabul etmek'tir aynı zamanda. Bir dönüşümü kabul etmek, kendini açmaktır; bizi tehlikeli maceralardan ve gaspa uğramaktan koruyan yumuşacık kozamızdan çıkmaktır."
Melez Bilinç küçük küçük bölümlere sahip büyük konuşan bir kitap. Zamanın Shayegan'da açtığı öfke hemen belli oluyor. Ancak metinlerini oldukça edebi, derli toplu kuruyor. Daldan dala atlamıyor, yararlanılması gereken sahalara işaret ediyor. Tek bir okuma türünün ya da düşünce türünün eninde sonunda donuklaşacağını vurguluyor: "Her sicilin kendi dili, her varlık tarzının kendi ortaya çıkışı, her bilginin kendi yorum anahtarı vardır. Mevlana ya da Hafız gibi klasik şairlerimizi okurken başka bir bilgi aygıtından, Descartes'ın ya da bir Kant'ın düşüncesine nüfuz edebilmek içinse başka bir bilgi aygıtından yararlanırız. Bu heterojen dünyaları yüklenen insanda bir şifre çözme anahtarı, uygun bir kavramsal araç takımı olmalıdır. Şizofrenimizi ve çelişkilerimizi ancak bu araçları bilerek kullandığımız takdirde evcilleştirebilir; çok eski zamanların usaresiyle dolu o farklı duyarlılıkların görkemli yelpazesini nihayet belirgin olarak gösterebilir; bundan da önemlisi, tarihsel açıdan çağdaş olmayan karşıt dünyaları aynı anda huzurla yaşayabiliriz."
Shayegan, İran'da Heidegger'in nasıl yorumlandığına ve okunduğuna dair yazdığı metninin hemen ardından batı-dışında sanatın nasıl düşünülebileceğine değiniyor. Okuyucu için metinler gayet güzel düzenlenmiş, sıralama pekiştirici nitelikte. Burada çakışan dünyaların sınırında duruyor Shayegan. O sınırda kültürün taklidi ve dolayısıyla yok oluşu söz konusu. Kültür sahte bir taklit bile değil ona göre: "Geleneksel sanat, daha yerini alacak başka bir şey çıkamadan gerçekten ölüp gitmiştir. Bunun ayırdına varmak için bugün İran'da inşa edilmiş olan sayısız çirkin camiyi görmek yeter. Bu yeni camileri Selçukluların, Timuroğullarının yaratıcı dönemleriyle ya da İsfahan'daki Safevi anıtlarıyla karşılaştırırsak, bu kadar bilinçsiz bir cüretle dikilenlerin, vaktiyle olmuş olanın acayip mi acayip karikatürleri olduğunu anlarız" diyor ve yabancılaşmanın kültür boyutunu şöyle irdeliyor: "Onları düzgün bir şekilde kopyalamayı bile becerememektedirler; ne o eski eserler elden geldiğince taklit edilebilmekte, ne de o anıtlara özelliklerini veren zarif orantılara uyulabilmektedir. Artık yenilik yapılamadığı gibi, geçmişin bu görkemli eserlerine ruhunu veren imaginal bakış da çöllerin kumunda kaybolup gitmiştir. Adeta estetik hafızamızdan ilelebet koparılmışızdır; artık onu küllerinden tekrar yaşama döndüremeyeceğizdir; aramızdaki ilişki tamamen yabancılaşmıştır."
Kitapta 15. yüzyılın sanatına da bir yolculuk yapıyor Shayegan. O yüzyılın öne çıkan değerlerine ve nasıl öne çıktıklarına değiniyor. Batı sanatı tarihinin rönesansla birlikte 'benzersiz' yenilenmesinde iki kişinin katkısını çok ciddi buluyor: Leonardo da Vinci ve Albrecht Dürer. Buradan nefis bir Leonardo biyografisi okumak mümkün. Shakespeare'in çok az Latince ve ondan da az Yunanca bilmesi karşılığında Leonardo'nun kendini 'uomo senza lettere' yani okumamış adam diye nitelemesini tesadüfi bulmuyor, aksine Leonardo için "nesneleri titizlikle gözlemleyerek her şeyi kendi başına öğrenmek istiyordu" diyor. Bu da akıllara 18. yüzyılın müzik dahisi Mozart'ı getiriyor. Shayegan mimariye geçiş yaparken çok doğru bir isimden söz açıyor ki çok doğru bir yer burası: "Rönesans'ta insan modelini belirleyen ideal biçimler, Romalı mimar Vitruvius'un tahayyül etmiş olduğu ilahi orantılardan esinlenmişti. Leonardo'nun bu orantıları isabetle kâğıda döktüğü bir resim amblem haline gelmiştir; onun gözünde mikrokozmosla makrokozmos arasında benzerlik vardır, zira -kendi deyişiyle- tabiat dev bir canlıdır."
Melez Bilinç'in son bölümü Tahran'ın amblem niteliğinde bir kent olup olmadığını sorguluyor. Amblet kentlere Shayegan'ın gözünden birkaç örnek: İsfahan, İstanbul, Floransa, Roma, Toledo. Burada Tahran'ın günümüzdeki hâliyle Shayegan'ın çocukluk günlerindeki hâli kıyaslanıyor ve ortaya kentleşmeden neoliberal mimariye uzanan o dev illüzyon çıkıyor. Yorum özellikle kentleşmenin geleneksel toplumlarda ve elbette devlet biçimlerinde nasıl yanlış yorumlandığını ortaya çıkarıyor: "Mesken yani inşa edilmiş mekân ile, şehir ile zihinsel mekân arasında, muhtelif denklikler vardı; bunların birinde değişikliğe gitmek, ister istemez diğerini bozuyordu; eninde sonunda bir şehrin yaşam alanı ve ruhunu şekillendirip yapılandıran da zihinsel mekândı. Düşünce patladığı zaman, ağırlık merkezini yitirerek yönünü şaşırdığı zaman, en akıl almazına varıncaya kadar bütün sapmalara tanık olunur. Maalesef günümüzde Güney'in megapollerinde ortaya çıktığı görülen de budur: Sadece havayı kirletmekle kalmayıp ruhumuzu zehirleyen, ahtapot gibi kollarıyla etrafımızı saran canavar şehirler. Zira çirkinlik sadece herhangi bir kirlenme değildir, estetik duygumuza hakiki bir tecavüzdür de."
İran gençlerinin (muhafazakarlar kastediliyor) makyaj, giyim, abartı ve yozlaşma konularında ciddi bir başkaldırı gerçekleştirdiğini düşünüyor Shayegan. Bilhassa Tahran'ın büyük bir dönüşüm içinde olduğunu düşünüyor. Bu 'kasvetli kent'in çevresinde eskisinden çok farklı yeni bir dünyanın ortaya çıktığını, kültürler arası kaynaşmayla beraber 'beklentilerin' tersyüz olacağını söylüyor. Bu tersyüz olma durumu aslında şimdiye kadar olması gereken bir durumdur ona göre: "İslami olduğu söylenen toplumun derinliklerinden taptaze su yüzüne çıkan laiklikltir bu."
Başta da belirttiğim gibi bu kısa kitap hem İranlı bir düşünürün kavramlara bakış açısı hem de geçmişle günümüz ve sanatla politika arasında kurduğu bağ açısından önemli. Şaşırtıcı ve sarsıcı. Shayegan'ın fikirlerini beğenmeyebiliriz ama önemseyebiliriz. Bilhassa doğu ve ortadoğu halklarının vaziyeti ile akıbeti için.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
26 Mart 2018 Pazartesi
İnsan Gibi ya da Cesur Yeni Dünya
Toplumda yatay ve dikey bölümlenmeler zorunludur. Toplumu oluşturan “insan” için ise zorunlulukların başında Nurettin Topçu’nun Var Olmak’da felsefesini ortaya koyduğu üzere hareket etmek gelir. Hırsları, arzuları, kayıpları, kazanımları hülasa bütün duygu düşüncesi ile “insan” toplumdaki bu yatay ve dikey bölümlerde hareket eder. Hareketin yukarı yönlü olma eğilimi iktidarı elinde tutanlar için gücün paylaşılması manasına gelir. Muktedirler için idealize edilmiş tolum yatay ve dikey çizgilerinin kalınca çizildiği yani geçirgenliğin -hareketin- en aza indirildiği mümkünse topyekûn ortadan kaldırıldığı modeldir. Bu modelde özellikle dikey hareketliliğe neden olacak etkenler ortadan kaldırılmalı, herkes çekmecesinde kilitli kalmaktan memnun olmalıdır. Aldous Huxley önsözünde “ Gerçekten etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmadan kontrol ettikleri devlettir” diyerek Cesur Yeni Dünya’nın üyelerine müreffeh bir yaşamı nasıl sağlayacağının ipuçlarını verir.
Cesur Yeni Dünya’nın üyeleri sabit kılınmış kişilik ve toplumsal konumlarını öncelikle biyolojik/genetik mühendisliğe ve tekrarlı şartlandırma seanslarına borçludur. Çocuklar normal yollardan doğmak yerine “Bokanovski” adı verilen bir çeşit klonlama/çoğaltma yöntemi ile tüplerde standardize olarak üretilir sonrasında ise tekrarlanan telkinler ile şartlandırılarak bu dünyanın üyeleri haline getirilirler. Tüplere çeşitli kimyasal uygulamalar sonucu alfa, beta, epsilon gibi türleri elde edilen ve binlerce tekrarlarla kaçınılmaz toplumsal yargılarını sevmeye şartlandırılan bu “insan gibi” varlıklar toplum içinde yer bulduklarında düzenin istikrarını bozmasınlar diye de bir dizi önlem alınmıştır. Çünkü “insan gibi” de olsa bu üyeler hala biraz yargılama, arzulama ve karar verme yetisine sahiptir. “Soma” denen “Hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahip ama yan etkisi olamayan” bir çeşit uyuşturucu bu yetilerin insanı mutsuz etmesine izin vermez. Tüm bu şartlardan bağımsız olarak birde “Ayrık bölge” diye adlandırılan hastalıklar, batıl inançlar ve ilkellik ile çevrili bir alternatif dünya mevcuttur. Yazar yine kitabın önsözünde kahramanlarını bu hangisi daha kötü diye karar verilemeyen iki dünya arasında seçim yapmaya zorlanmasının kusur olduğunu belirterek bir üçüncü ihtimalin seçenekler arasında olmamasından dolayı özeleştiride bulunur.
Cesur Yeni Dünya’nın en önemli sloganı istikrardır. Mezdek inancının “bütün paranın ve kadınların ortak kullanımı” prensibine benzer bir şekilde burada cinsel olarak herkes herkese aittir. Anne, baba, aile, hamilelik, namus, akrabalık gibi kavramlar müstehcen olarak kabul ettirilmekte ve bu sayede klon üretiminin devamlılığı sağlanmaktadır. Sürekli tüketime özendirme ekonomik istikrar için gereklidir. (Bu bölümler Keynes’in ekonomik modelinin bir eleştirisi olarak da okunabilir). Yalnız kalmak başta olmak üzere insanı mutsuz ederek istikrarı bozabilecek bütün olumsuzluklar ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bedenler de istikrarını korur, yaşlanma söz konusu değildir.
Hikâyenin kırılma noktası Ayrık bölgede normal yollarla dünyaya gelen Vahşi John’un Cesur Yeni Dünya’ya ayak basması ile başlar. Vahşi John genel olarak bu “insan gibi” varlıkların sahte mutluluklar üzerine kurulmuş hayatlarına mana veremez. Özel olarak ise Cesur Yeni Dünya’nın bir üyesi olan, derin hisler beslediği Lenina isimli karakterin kendi duygularına karşılık ancak tiksindirici bulduğu cinsel arzularla karşılık vermesini kabullenemez. Onları özgürleştirmek ister ama pek tabi başarılı olamayarak “romantik” bir münzeviliğin içerisinde kendisini bulur. Çünkü toplum kendisine benzetir bu mümkün olmadığında ise ötekileştirir.
1997’de Dolly ismi verilen koyunun klonlanmasından sonra bugün bilim insanları artık bir insanın klonlanabileceğine dair bütün deneyime sahip olduklarını söylüyorlar. Genetik zenginleştirme yada eliminasyon ile ırk özelliklerinin iyileştirileceği en azından kalıtsal hastalıkların ortadan kaldırılmasının önündeki tek engelin etiğinin hala bu konularda ki itidalli tutumu. Genetik bilimindeki bu gelişmelerle beraber günümüzde insanların mutlu olabilmek adına nelere bağımlı hale geldiklerini görüyoruz. Günümüzde şartlandırma ise Huxley’in deyişiyle “propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir.”. 1932’de kaleme alınan eser şüphesiz ki bu veçhelerden bakıldığında zamanın ötesini iyi okumuştur. Cesur Yeni Dünya; olay örgüsü, mekân, zaman veya karakterler açısından birçok övgüye layıktır ama belki de en çarpıcı tarafı başlangıç cümlesidir. “Sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina.”. Evet! Cesur Yeni Dünya için sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina...
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
Cesur Yeni Dünya’nın üyeleri sabit kılınmış kişilik ve toplumsal konumlarını öncelikle biyolojik/genetik mühendisliğe ve tekrarlı şartlandırma seanslarına borçludur. Çocuklar normal yollardan doğmak yerine “Bokanovski” adı verilen bir çeşit klonlama/çoğaltma yöntemi ile tüplerde standardize olarak üretilir sonrasında ise tekrarlanan telkinler ile şartlandırılarak bu dünyanın üyeleri haline getirilirler. Tüplere çeşitli kimyasal uygulamalar sonucu alfa, beta, epsilon gibi türleri elde edilen ve binlerce tekrarlarla kaçınılmaz toplumsal yargılarını sevmeye şartlandırılan bu “insan gibi” varlıklar toplum içinde yer bulduklarında düzenin istikrarını bozmasınlar diye de bir dizi önlem alınmıştır. Çünkü “insan gibi” de olsa bu üyeler hala biraz yargılama, arzulama ve karar verme yetisine sahiptir. “Soma” denen “Hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahip ama yan etkisi olamayan” bir çeşit uyuşturucu bu yetilerin insanı mutsuz etmesine izin vermez. Tüm bu şartlardan bağımsız olarak birde “Ayrık bölge” diye adlandırılan hastalıklar, batıl inançlar ve ilkellik ile çevrili bir alternatif dünya mevcuttur. Yazar yine kitabın önsözünde kahramanlarını bu hangisi daha kötü diye karar verilemeyen iki dünya arasında seçim yapmaya zorlanmasının kusur olduğunu belirterek bir üçüncü ihtimalin seçenekler arasında olmamasından dolayı özeleştiride bulunur.
Cesur Yeni Dünya’nın en önemli sloganı istikrardır. Mezdek inancının “bütün paranın ve kadınların ortak kullanımı” prensibine benzer bir şekilde burada cinsel olarak herkes herkese aittir. Anne, baba, aile, hamilelik, namus, akrabalık gibi kavramlar müstehcen olarak kabul ettirilmekte ve bu sayede klon üretiminin devamlılığı sağlanmaktadır. Sürekli tüketime özendirme ekonomik istikrar için gereklidir. (Bu bölümler Keynes’in ekonomik modelinin bir eleştirisi olarak da okunabilir). Yalnız kalmak başta olmak üzere insanı mutsuz ederek istikrarı bozabilecek bütün olumsuzluklar ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bedenler de istikrarını korur, yaşlanma söz konusu değildir.
Hikâyenin kırılma noktası Ayrık bölgede normal yollarla dünyaya gelen Vahşi John’un Cesur Yeni Dünya’ya ayak basması ile başlar. Vahşi John genel olarak bu “insan gibi” varlıkların sahte mutluluklar üzerine kurulmuş hayatlarına mana veremez. Özel olarak ise Cesur Yeni Dünya’nın bir üyesi olan, derin hisler beslediği Lenina isimli karakterin kendi duygularına karşılık ancak tiksindirici bulduğu cinsel arzularla karşılık vermesini kabullenemez. Onları özgürleştirmek ister ama pek tabi başarılı olamayarak “romantik” bir münzeviliğin içerisinde kendisini bulur. Çünkü toplum kendisine benzetir bu mümkün olmadığında ise ötekileştirir.
1997’de Dolly ismi verilen koyunun klonlanmasından sonra bugün bilim insanları artık bir insanın klonlanabileceğine dair bütün deneyime sahip olduklarını söylüyorlar. Genetik zenginleştirme yada eliminasyon ile ırk özelliklerinin iyileştirileceği en azından kalıtsal hastalıkların ortadan kaldırılmasının önündeki tek engelin etiğinin hala bu konularda ki itidalli tutumu. Genetik bilimindeki bu gelişmelerle beraber günümüzde insanların mutlu olabilmek adına nelere bağımlı hale geldiklerini görüyoruz. Günümüzde şartlandırma ise Huxley’in deyişiyle “propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir.”. 1932’de kaleme alınan eser şüphesiz ki bu veçhelerden bakıldığında zamanın ötesini iyi okumuştur. Cesur Yeni Dünya; olay örgüsü, mekân, zaman veya karakterler açısından birçok övgüye layıktır ama belki de en çarpıcı tarafı başlangıç cümlesidir. “Sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina.”. Evet! Cesur Yeni Dünya için sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina...
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)