“Yeryüzünde sayısız kapı dururken araladığınız kapının Düş Yiyiciler Sirki’ne açılmasından daha talihsiz bir hikâye yoktur.”
- Memed Osman, Düş Yiyiciler Sirki
Kitap yukarıdaki alıntıyla başlıyor. Yapılan ironi okuyucuyu içine çeken bir anafora dönüşüyor adeta. Sonra direkt meseleye giriyor yazar. Kaçışı, göçüşü yok. Bu kapıdan girdiyseniz, çarkların arasındaki yerinizi, yani ezilmeyi göze almalısınız demeye getiriyor. Yaşamak öyle değil midir zaten.
Ve Yayınevi’nin en başta söylenmesi gereken ilginç bir özelliği var. Yayınladığı eserleri numaralandırarak ‘ilgilisine’ koleksiyonluk bir ‘eser’ sunuyor. Yayınevinin yayın listesini genel olarak şiir kitabı oluşturuyorsa da araya roman serpiştirmeyi ihmal etmiyor. O romanlardan biri de Düş Yiyiciler Sirki. Memed Osman (asıl adı bu değil ama buna yakın) imzasını taşıyan eser seksen sayfadan oluşuyor. Öyle seksen sayfa olduğuna bakmayın. Düş Yiyiciler Sirki son derece yoğun bir metin. Duygu yoğun, dil yoğun, tepki yoğun, düş yoğun… Ne derseniz artık. Ya da ne dilerseniz…
Düş Yiyiciler Sirki benim gibi karamsar mizaçlı ve depresif ruhlu okurlar için birebir. Bizler, “Beni bu güzel havalar mahvetti,” mısrasının içinde biteviye yankılandığı kişileriz. Herkesin Güzel Havalar’ı başkadır sanıyorum. Örneğin benim için güzel hava güneşsiz havadır. Soğuk, rüzgârlı, yağışlı havaları güvenli belleyenlerdenim. Düş Yiyiciler Sirki beni böylesi bir diyarda dolaştırdı. Kasvetli bir dünya… Tıpkı gerçeği gibi. Güneşli havaları gerçekçi bulmam. Kitabı okurken çok keyif aldığımı söylemeliyim.
Hikâyenin başkahramanı Na!, hayatını kabuslarının işgâlinden kurtarmak için hunharca çare arayanlardan. Kendisi ilaç mümessilliğinden emekli. Hangi ilaç neye iyi gelir, biraz biliyor. ‘Kötü’ yaşıyor. Rehabilitasyona ihtiyacı var. Çocukluğuna iniyor. İçinden çıkmak ne mümkün! Geçmişiyle hesaplaşıyor; borçlu çıkıyor. Alternatif iyileşme yöntemleri deniyor. Çaydanlığa bitki atıp ocağa koyuyor. Hayatı su kaynatıyor. Nafile çabalar. Durmadan aynı kabusu görüyor ve uyanıyor. Kabusu gün gibi hatırlıyor. Hatırlamasa da önemli değil. İçine uyandığı hayat zaten kabusun devamı niteliğinde. Na!, kalabalıktan kaçan yalnız bir adam. Ayrıca o sık sık ölümle burun buruna gelen bir panik ataklı. Bilen bilir.
Düş Yiyiciler Sirki’nin masalsı bir üslubunun olduğunu görüyoruz. Yazar, ‘ben’ ve ‘o’ anlatıcı tekniğini dönüşümlü olarak kullanıyor. Na!’nın ‘kuralları’ ve “yaşamak intikam almaktır” söylemi eserdeki leitmotive örneği diyebiliriz. Romandaki bol imgelemli dil metne melankolik bir şiirsellik katıyor. Öte yandan mitik ve fantastik ögeler havada uçuşuyor. Gerçek, gerçeküstü ve gerçek dışı birbirine giriyor. Toplumsal gerçeklik absürdizmle yoğrularak işi çığırından çıkarıyor. Sonra aniden sıradışı akış gündelik hayatın basit bir görünümüyle duraklıyor. Her şey normale dönüyor sanıyorsunuz ama boşa heveslenmeyin. Dil açısından muhayyileyi zorlayacak dercede zengin bir metinle karşı karşıya kalıyor okuyucu. Yazar yazmaktan ziyade kelimelerle bir görsel oluşturuyor. Okuyucu izlemekle yetiniyor. Tıpkı bir sirk izleyicisi gibi.
Memed Osman, hayatın, düş yenilerek tüketilen bir yer olduğuna dikkat çekiyor. İnsanlar birbirinin düşlerini yiyerek duyarsızlaşmaktadır. Dolayısıyla ortaya tekdüze, programlanmış, duygusuz bir yaşam biçimi çıkmaktadır. Bu yönüyle eser modern dönem eleştirisi olarak da değerlendirilebilir. Geçmişe yapılan atıfta, uygarlar tarafından ilkel diye tabir edilen anlayışın manipüle edilişi gösterilmeye çalışılıyor. Bu bağlamda, ilkel ile gerçek arasındaki uyum, modern ile gerçek arasındaki uyumdan çok daha ileridedir. Yazar, insanların gösteri izlerken kendinden geçtiği sirkin bir eğlence yeri olup olmadığını soruyor. Hayatı sirk analojisiyle açımlayan alt metinde ise insanın sığlığının iktidarı sorgulanıyor. Düş Yiyiciler Sirki psikolojik yönü ağır bir metin. Na!, günümüz insanının gerçeklerden soyutlanarak gizlenen aciz tarafı olarak değerlendirilebilir. Ya da soft bir sistem eleştirisi.
Düş Yiyiciler Sirki, gerçek ile düşün (gerçeküstü ve/veya gerçek dışının) diyalektik çözümlemesini içeren bir roman. Fantastik bir modern zamanlar sorgulaması da diyebiliriz. Az da olsa Michael Ende’nin (1929-1995) Momo’sunu hatırlattı bana. Sanırım bu kadar kasvet yeter. Hayat her ne kadar ‘düşlerin yenilerek tüketildiği bir sirk’ olsa da romanın son cümlesi insanın var olduğu yerde ümidin tükenmeyeceğini vurguluyor: “Dünya, içinde düşü olan bir yolculuktur.”
Düşmesini bilene…
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
4 Ocak 2019 Cuma
Bir yolculuktur aşk ve bir yolcudur insan
Dün gece 11 saat 347 sayfalık, Antep'ten Samsun'a doğru, binlerce yıl öncesinden günümüze uzanan şiir gibi bir yolculuk yaptım. Sayfaların arasında kâh bir şiir kâh bir masal kâh bir efsane selamladı beni. Binlerce yıldır şiirlere, masallara, destanlara konu olan aşk bu defa bütün çıplaklığıyla bir romanın kahramanı olarak çıktı karşıma. Evet, romanın asıl kahramanı aşk. Bu açıdan Şeyh Galip'in Hüsn-ü Aşk'ını akla getiriyor.
İlk olarak diliyle dikkat çekiyor roman. Kahramanların şair olması ve şiirin roman kurgusu içinde önemli bir yere sahip olması nedeniyle âdeta uzun bir gazel şerhi gibi okunabiliyor roman. Geleneksel Doğu anlatıları olan masal halk hikayeleri ve mesnevilerle modern anlatı türü olan romanın hoş bir birleşimi izlenimi veriyor kitap. Teknik unsurlar itibariyle roman görüntüsünde olsa da anlatıcının bakış açısı ve zihniyet itibariyle bir halk hikayesi özelliği taşıyor roman.
Olayın yaşandığı mekanlara dair kullanılan isimler masalsı bir gerçeklikle verilmiş. Okuyucu tıpkı masallarda olduğu gibi zihninde kendi mekanını oluşturabiliyor. Bununla birlikte metin içinde mekan geçişleri oldukça başarılı bir biçimde işlenmiş. Olay örgüsü içinde kahramanların mekan değişiklikleri ve mekanların tasviri gerçekçi ve güçlü.
Olayın yaşandığı zamanla ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu. Olayın yaşandığı geniş zamanı net bir biçimde ortaya koyamıyoruz. Yalnızca metin içindeki İslâmî unsurlardan hareketle bir zaman fikri oluşturulsa da olay örgüsü içinde verilen 'şehri şairlerin yönetmesi' gibi ayrıntılar zamanı gerçekliğin bir parça dışına itiyor. Ancak yine mekan için söylediğimiz gibi dış zaman ne kadar belirsiz ise olay örgüsü içindeki zaman akışı o kadar belirgin ve gerçekçi.
Kahramanların ele alınışları da iki türün ve aslında iki zihniyetin birleşimi gibi duruyor. Abadan ve Siyendi başta olmak üzere Sabar, Bilgin Bayar, Mingan Hatun gibi kişiler birer tip olarak masal kahramanı gibi görünürken Çağruk, Bahadır, Begüm gibi kişiler birer karakter olarak roman kişisi özelliği gösteriyor.
Olayların birbirine bağlanışı akılcı olmaktan ziyade sırlı bir özellik gösteriyor. Kahramanların olay örgüsü içindeki davranışlarını akıl ve mantıktan ziyade aşk ve manevî bağlılıkla izah etmek daha doğru oluyor. Romanın asıl kahramanı ise aşk demiştik. Aşk, insana ve kadere karşı bir mücadele sürdürüyor roman boyunca ve geçtiği her durakta galibiyetini pekiştiriyor. Önce Sabar ve Başak, ardından Mingan Hatun ve Şair Eytemiş ve son olarak yaşlı Mengi ve oğlu kavuşuyor. Ayrıca Garuça ve Elgay'da aşk ve bilgelik, zorbalık karşısında galip geliyor.
Yazar bildiğimiz halk hikayeciliğini de ters yüz etmiş. Bir anlamda erkek egemen bir görüntüye sahip olan aşk anlatıcılığına Siyendi'nin dirayetli aşkıyla itiraz ediyor. Aşk'ta kadını bir obje olmanın ötesine taşıyor. Kadına şiir olmakla yetinmeyip şair olmayı sakık veriyor böylece.
Romanda aşk, ilahî, beşeri, toplumsal vb. farklı yönleriyle ele alınmış. Esasen evrenin yaratılış sırrı, kaderin cilvesi, insanın kayıp mirası olarak işlenmiş. Bir romancının yaşadığı coğrafyaya ne denli tanık olabileceğinin güzel bir örneği.
Çoğu kez bir roman okuduğunuz hissinden uzaklaşıp kendinizi bir 'masalcı ana' karşısında buluyorsunuz. Bu nedenle olay akışı içerisinde metnin sonunu hesaplamak yerine hayalden hayale uzanıyorsunuz.
Romanın içinde Hafız ve Bakî gibi kudretli divan şairlerinin yani sıra Erol Karahan'a ait iki de gazel bulunuyor. Gazeller hem birer şiir olarak hem de kurgu içine yerleştirilişbiçimleri itibariyleoldukça başarılı.
Bir yolculuktur hayat, bir yolculuktur aşk, bir yolcudur insan ve yolun aşk olduğunu anlayan aşk hırkasını tereddüt etmeden giyer, sonrası aşk olur zaten. Otobüs terminale yaklaştı. Romanı bitirme ve kendi aşkımıza kandığımız yerden devam etme vakti. Hepimize hayırlı yolculuklar...
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
İlk olarak diliyle dikkat çekiyor roman. Kahramanların şair olması ve şiirin roman kurgusu içinde önemli bir yere sahip olması nedeniyle âdeta uzun bir gazel şerhi gibi okunabiliyor roman. Geleneksel Doğu anlatıları olan masal halk hikayeleri ve mesnevilerle modern anlatı türü olan romanın hoş bir birleşimi izlenimi veriyor kitap. Teknik unsurlar itibariyle roman görüntüsünde olsa da anlatıcının bakış açısı ve zihniyet itibariyle bir halk hikayesi özelliği taşıyor roman.
Olayın yaşandığı mekanlara dair kullanılan isimler masalsı bir gerçeklikle verilmiş. Okuyucu tıpkı masallarda olduğu gibi zihninde kendi mekanını oluşturabiliyor. Bununla birlikte metin içinde mekan geçişleri oldukça başarılı bir biçimde işlenmiş. Olay örgüsü içinde kahramanların mekan değişiklikleri ve mekanların tasviri gerçekçi ve güçlü.
Olayın yaşandığı zamanla ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu. Olayın yaşandığı geniş zamanı net bir biçimde ortaya koyamıyoruz. Yalnızca metin içindeki İslâmî unsurlardan hareketle bir zaman fikri oluşturulsa da olay örgüsü içinde verilen 'şehri şairlerin yönetmesi' gibi ayrıntılar zamanı gerçekliğin bir parça dışına itiyor. Ancak yine mekan için söylediğimiz gibi dış zaman ne kadar belirsiz ise olay örgüsü içindeki zaman akışı o kadar belirgin ve gerçekçi.
Kahramanların ele alınışları da iki türün ve aslında iki zihniyetin birleşimi gibi duruyor. Abadan ve Siyendi başta olmak üzere Sabar, Bilgin Bayar, Mingan Hatun gibi kişiler birer tip olarak masal kahramanı gibi görünürken Çağruk, Bahadır, Begüm gibi kişiler birer karakter olarak roman kişisi özelliği gösteriyor.
Olayların birbirine bağlanışı akılcı olmaktan ziyade sırlı bir özellik gösteriyor. Kahramanların olay örgüsü içindeki davranışlarını akıl ve mantıktan ziyade aşk ve manevî bağlılıkla izah etmek daha doğru oluyor. Romanın asıl kahramanı ise aşk demiştik. Aşk, insana ve kadere karşı bir mücadele sürdürüyor roman boyunca ve geçtiği her durakta galibiyetini pekiştiriyor. Önce Sabar ve Başak, ardından Mingan Hatun ve Şair Eytemiş ve son olarak yaşlı Mengi ve oğlu kavuşuyor. Ayrıca Garuça ve Elgay'da aşk ve bilgelik, zorbalık karşısında galip geliyor.
Yazar bildiğimiz halk hikayeciliğini de ters yüz etmiş. Bir anlamda erkek egemen bir görüntüye sahip olan aşk anlatıcılığına Siyendi'nin dirayetli aşkıyla itiraz ediyor. Aşk'ta kadını bir obje olmanın ötesine taşıyor. Kadına şiir olmakla yetinmeyip şair olmayı sakık veriyor böylece.
Romanda aşk, ilahî, beşeri, toplumsal vb. farklı yönleriyle ele alınmış. Esasen evrenin yaratılış sırrı, kaderin cilvesi, insanın kayıp mirası olarak işlenmiş. Bir romancının yaşadığı coğrafyaya ne denli tanık olabileceğinin güzel bir örneği.
Çoğu kez bir roman okuduğunuz hissinden uzaklaşıp kendinizi bir 'masalcı ana' karşısında buluyorsunuz. Bu nedenle olay akışı içerisinde metnin sonunu hesaplamak yerine hayalden hayale uzanıyorsunuz.
Romanın içinde Hafız ve Bakî gibi kudretli divan şairlerinin yani sıra Erol Karahan'a ait iki de gazel bulunuyor. Gazeller hem birer şiir olarak hem de kurgu içine yerleştirilişbiçimleri itibariyleoldukça başarılı.
Bir yolculuktur hayat, bir yolculuktur aşk, bir yolcudur insan ve yolun aşk olduğunu anlayan aşk hırkasını tereddüt etmeden giyer, sonrası aşk olur zaten. Otobüs terminale yaklaştı. Romanı bitirme ve kendi aşkımıza kandığımız yerden devam etme vakti. Hepimize hayırlı yolculuklar...
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
28 Aralık 2018 Cuma
Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanlara
Kadınların tamamını kendine ayıran, büyüyen oğlunu ihraç eden babayı toplanıp öldüren oğlanlar cesedi yemiş. Bu metaforik tüketme ile gücünü ve kimliğini de edinmiş. Ölümünden sonra özlem, sevgi, pişmanlık zamana yayıldıkça aşırı övgülere dönüşmüş. Kör ölmüş şehla olmuş. Tanrı doğmuş. “Temelde,” diye bağlar Sigmund Freud, “Tanrı yüceltilmiş bir babadan başka bir şey değildir.”
Tanrı’nın psikolojik ihtiyacı karşılamak için insan tarafından yaratılması durumu yine aynı ihtiyacı temel alan ters bir okumada; bunun, psikolojik ihtiyacı insan fıtratı ile beraber yaratan tarafından içimize üflenene karşılık geldiğini de ispatlar pek tabi.
Ama derdimiz Freud’u çürütmek değil ondan faydalanmak olmalı! Ve inancın kökenine ilişkin ilk kapsamlı bilgiyi ortaya koyan Sigmund Freud’un 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu adlı bu eserini de daha çok antropolojik bir inceleme olarak değerlendirmeliyiz.
Zira, “kitle” okuması yapıp, ışığından aydınlanabileceğimiz satırları almadan, “sapık” ya da “dinsiz” gibi bir yargı ile ötelenemeyecek kadar kıymetlidir Freud.
Ayrıca kitabı antropoloji tarihi içinde değerlendirirken, kültürel antropoloji kıyaslamasına girmek, 1913’te yazılmış bir kitap için kronolojik bir cehalet olur. Kendisine kadar olan saha çalışmaları ile değerlendirilmeli ki kendisine kadar olan antropologların görüşlerini karşı argümanları ile beraber kendi fikrini dikte etmeden bilimsel bir tavır ile kullanmıştır. Morgan, Westermarek, Spencer, Darwin, bunlardan bazılarıdır.
"Totemizmin teorik açıklanışı konusunda fikir ayrılıkları bulunduğu gibi, bunu meydana getiren olayları (…) genel hükümler halinde ifade etmenin asla mümkün olmadığı da söylenebilir. Hiç bir yorum yoktur ki, bir takım istisnalara ve itirazlara yol açmasın. Ama şunu unutmamak gerekir ki, en ilkel ve en tutucu kavimler bile, belli bir anlamda, eski ve arkalarında uzun bir geçmiş bulunan kavimlerdir ve bu uzun geçmiş esnasında, onlarda ilkel olan şey büyük ölçüde gelişmeye ve bozulmaya uğramıştır. Nitekim bugün bile kendilerinde totemizme rastladığımız kavimlerde, bu totemizm son derece çeşitli bir dağılış, parçalanış ve başka sosyal ve dinsel kurumlara geçiş halinde bulunur ya da durağan şekiller altında bulunsa bile, ilkel halinden büyük ölçüde ayrılmış durumdadır. Bu nedenle, şimdiki durum içinde neyin canlı bir geçmişin sadık bir imajını temsil edip, neyin bu geçmişin ikincil bir deformasyonundan ibaret olduğunu söylemek kolay bir iş değildir." diyebilmek için zihin platolarında ferahlık şarttır…
Pek tabii totem, tabu, ensest, egzogami, büyü, sihir gibi konuları barındıran eser bir psikanaliste ait değilmiş gibi geliyor. Fakat burada "büyü/sihir/cin gibi kavramların ya da bir topluluktaki ‘krala dokunmama tabusu’ gibi tabu davranışların, aslen zihinde kurulan ilişkilere gerçek muamelesi etmekten ileri geldiğini; hayal edilen ilişkilenmelere gerçeklik atfetmekten ibaret olduğunu" dert edinirken asıl aydınlatmak istediği; hala bu özellikleri barındırarak yaşayan insan topluluklarına dikkat çekmektir. İlkel insanı anlamak için 1900’lerin başında Afrika’ya bakmayı tavsiye eder. Yaşayan bir örneklem sunar.
Bu konuya eğiliminde şunu bilerek ilerlemek gerekir ki; kimsenin totemi büyüsü derdinde değil Freud.
Bir bilim insanı bakışı ile yetişkin insanın ilkel formu olan çocukla; uygarlığın ilkel formu olan ilkel topluluklar arasında enfes bir analoji kuruyor.
Çocuktaki anlamsız inançları, ilkel toplulukların inançlarına benzetiyor.
Nevroz, büyüyememiş bir çocuk!
Nevrozdaki akıl yanılsamaları ilkel insanın tabuları oluyor böylece.
Ama!
Ama çocuk büyürken yok olan totemlere karşılık; klandaki, sebebi açıklanamayan ensest yasağının modern topluluklarda da sürdüğünü fark ettiğinde, cinselliği, nevroz yanılgıların başrol oyuncusu yapıyor. Bugün ensest konusunda şairlerin yüzyıllardır biriken özlem ve övgüleri de belki bu değişmeyen yasağa verilmiş tepki olarak algılanmalıdır.
Bu geçiş ve sebep-sonuç ilişkisi çok değerli bir izlektir!
Freud, Nietzsche'nin Platon'dan bu yana gelen felsefedeki ahlakçı putları yıkması gibi; cinsellik mefhumunun etrafındaki putları yıkmış ve onu bir araştırma nesnesi haline getirebilmiştir.
Totem ve Tabu, fikir belirtmez. Nietzsche'nin “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” eserinde ahlakı kökenbilim araştırmasına tabi tutması gibi; cinselliğin, kökenbilim araştırmasına tabi tutulduğu, bu konuda milat sayılabilecek eserdir.
Bu yüzden, "Freud bu, işi gücü cinsellik” deyip, okudukları üç yazar ile bilim tarihini çürütmeye çalışanlara şunu hatırlatmakta da fayda var; Freud'un libido kuramını cinsellik üzerinden temellendirdiği doğrudur. Fakat canı öyle istediği için bunu yapmamıştır, görüldüğü üzere kaçınılmaz sonuçlar onu kuramını bu şekilde biçimlendirmeye itmiştir. Yani “insan ırkının işi gücü” her ne ise ortaya çıkan odur. Mesnevi’de de bulursunuz bunu, Kuran’da da, Tevrat’ta da, Das Capital’de de, “aşk”ta da… Görülen o ki; kutsalınız her ne olursa olsun, alanı “insan”ı içeriyorsa, “üremek” motivasyonu bu içeriğin yön oklarını oluşturmaktadır.
Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanların pek seveceğini düşündüğüm bu kitabı geride bırakıp, Freud çağından Jung’a yükselmek gibi bir özlemim benim de var! Ama bu; “bir, iki, üç, zıpla!” demekle olmuyor maalesef! Mesela, Nakşî Şeyh’i olan, 86’da ABD’nin uzaya yolladığı Challenger uzay mekiğinin cıvatalarını gevşettiklerini iddia eden adam(lar) tımarhaneye atılmazken; totemi kutsanıp, tabusu makbul görülürken; eğitim bakanının Ziya Selçuk olması ile isminden mülhem aydınlanacağız zannedenlerin beklentileri, üzülerek söylüyorum ki beyhudedir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Tanrı’nın psikolojik ihtiyacı karşılamak için insan tarafından yaratılması durumu yine aynı ihtiyacı temel alan ters bir okumada; bunun, psikolojik ihtiyacı insan fıtratı ile beraber yaratan tarafından içimize üflenene karşılık geldiğini de ispatlar pek tabi.
Ama derdimiz Freud’u çürütmek değil ondan faydalanmak olmalı! Ve inancın kökenine ilişkin ilk kapsamlı bilgiyi ortaya koyan Sigmund Freud’un 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu adlı bu eserini de daha çok antropolojik bir inceleme olarak değerlendirmeliyiz.
Zira, “kitle” okuması yapıp, ışığından aydınlanabileceğimiz satırları almadan, “sapık” ya da “dinsiz” gibi bir yargı ile ötelenemeyecek kadar kıymetlidir Freud.
Ayrıca kitabı antropoloji tarihi içinde değerlendirirken, kültürel antropoloji kıyaslamasına girmek, 1913’te yazılmış bir kitap için kronolojik bir cehalet olur. Kendisine kadar olan saha çalışmaları ile değerlendirilmeli ki kendisine kadar olan antropologların görüşlerini karşı argümanları ile beraber kendi fikrini dikte etmeden bilimsel bir tavır ile kullanmıştır. Morgan, Westermarek, Spencer, Darwin, bunlardan bazılarıdır.
"Totemizmin teorik açıklanışı konusunda fikir ayrılıkları bulunduğu gibi, bunu meydana getiren olayları (…) genel hükümler halinde ifade etmenin asla mümkün olmadığı da söylenebilir. Hiç bir yorum yoktur ki, bir takım istisnalara ve itirazlara yol açmasın. Ama şunu unutmamak gerekir ki, en ilkel ve en tutucu kavimler bile, belli bir anlamda, eski ve arkalarında uzun bir geçmiş bulunan kavimlerdir ve bu uzun geçmiş esnasında, onlarda ilkel olan şey büyük ölçüde gelişmeye ve bozulmaya uğramıştır. Nitekim bugün bile kendilerinde totemizme rastladığımız kavimlerde, bu totemizm son derece çeşitli bir dağılış, parçalanış ve başka sosyal ve dinsel kurumlara geçiş halinde bulunur ya da durağan şekiller altında bulunsa bile, ilkel halinden büyük ölçüde ayrılmış durumdadır. Bu nedenle, şimdiki durum içinde neyin canlı bir geçmişin sadık bir imajını temsil edip, neyin bu geçmişin ikincil bir deformasyonundan ibaret olduğunu söylemek kolay bir iş değildir." diyebilmek için zihin platolarında ferahlık şarttır…
Pek tabii totem, tabu, ensest, egzogami, büyü, sihir gibi konuları barındıran eser bir psikanaliste ait değilmiş gibi geliyor. Fakat burada "büyü/sihir/cin gibi kavramların ya da bir topluluktaki ‘krala dokunmama tabusu’ gibi tabu davranışların, aslen zihinde kurulan ilişkilere gerçek muamelesi etmekten ileri geldiğini; hayal edilen ilişkilenmelere gerçeklik atfetmekten ibaret olduğunu" dert edinirken asıl aydınlatmak istediği; hala bu özellikleri barındırarak yaşayan insan topluluklarına dikkat çekmektir. İlkel insanı anlamak için 1900’lerin başında Afrika’ya bakmayı tavsiye eder. Yaşayan bir örneklem sunar.
Bu konuya eğiliminde şunu bilerek ilerlemek gerekir ki; kimsenin totemi büyüsü derdinde değil Freud.
Bir bilim insanı bakışı ile yetişkin insanın ilkel formu olan çocukla; uygarlığın ilkel formu olan ilkel topluluklar arasında enfes bir analoji kuruyor.
Çocuktaki anlamsız inançları, ilkel toplulukların inançlarına benzetiyor.
Nevroz, büyüyememiş bir çocuk!
Nevrozdaki akıl yanılsamaları ilkel insanın tabuları oluyor böylece.
Ama!
Ama çocuk büyürken yok olan totemlere karşılık; klandaki, sebebi açıklanamayan ensest yasağının modern topluluklarda da sürdüğünü fark ettiğinde, cinselliği, nevroz yanılgıların başrol oyuncusu yapıyor. Bugün ensest konusunda şairlerin yüzyıllardır biriken özlem ve övgüleri de belki bu değişmeyen yasağa verilmiş tepki olarak algılanmalıdır.
Bu geçiş ve sebep-sonuç ilişkisi çok değerli bir izlektir!
Freud, Nietzsche'nin Platon'dan bu yana gelen felsefedeki ahlakçı putları yıkması gibi; cinsellik mefhumunun etrafındaki putları yıkmış ve onu bir araştırma nesnesi haline getirebilmiştir.
Totem ve Tabu, fikir belirtmez. Nietzsche'nin “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” eserinde ahlakı kökenbilim araştırmasına tabi tutması gibi; cinselliğin, kökenbilim araştırmasına tabi tutulduğu, bu konuda milat sayılabilecek eserdir.
Bu yüzden, "Freud bu, işi gücü cinsellik” deyip, okudukları üç yazar ile bilim tarihini çürütmeye çalışanlara şunu hatırlatmakta da fayda var; Freud'un libido kuramını cinsellik üzerinden temellendirdiği doğrudur. Fakat canı öyle istediği için bunu yapmamıştır, görüldüğü üzere kaçınılmaz sonuçlar onu kuramını bu şekilde biçimlendirmeye itmiştir. Yani “insan ırkının işi gücü” her ne ise ortaya çıkan odur. Mesnevi’de de bulursunuz bunu, Kuran’da da, Tevrat’ta da, Das Capital’de de, “aşk”ta da… Görülen o ki; kutsalınız her ne olursa olsun, alanı “insan”ı içeriyorsa, “üremek” motivasyonu bu içeriğin yön oklarını oluşturmaktadır.
Kültürel yalanlarla arası iyi olmayanların pek seveceğini düşündüğüm bu kitabı geride bırakıp, Freud çağından Jung’a yükselmek gibi bir özlemim benim de var! Ama bu; “bir, iki, üç, zıpla!” demekle olmuyor maalesef! Mesela, Nakşî Şeyh’i olan, 86’da ABD’nin uzaya yolladığı Challenger uzay mekiğinin cıvatalarını gevşettiklerini iddia eden adam(lar) tımarhaneye atılmazken; totemi kutsanıp, tabusu makbul görülürken; eğitim bakanının Ziya Selçuk olması ile isminden mülhem aydınlanacağız zannedenlerin beklentileri, üzülerek söylüyorum ki beyhudedir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Tanzimat'tan II. Meşrutiyet'e taşradaki Osmanlı
Kemal Tahir’in külliyatına baktığımızda birçok iki veya üç kitaptan oluşmuş seriler görmek mümkündür. Bunların en önemlisi elbette Esir Şehir Üçlemesi dediğimiz Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı’dır. Fakat bu üç kitaba baktığımızda hepsinin kendi başına kült birer eser olduğunu görebiliriz. Yani tek tek de bu eserleri okusak, birçok şey alabiliriz bu kitaplardan. Özellikle Yol Ayrımı tek başına, çok partili hayata geçiş denemelerini anlama açısından önemlidir ve serinin ilk iki cildini okumadan da bu kitap okunabilir. Fakat Yediçınar Yaylası, serinin diğer kitaplarını okumadan tek başına çok da bir anlam ifade etmez. Daha doğrusu mânâsı eksik kalır. Köyün Kamburu ve Büyük Mal ile beraber okuyup tek bir değerlendirme yapmak daha doğru olabilirdi ancak ayrı ayrı değerlendirmeyi tercih ettim.
1958 yılında ilk baskısını yapan Yediçınar Yaylası Tanzimat Fermanı’ndan II. Meşrutiyet’in ilanından üç yıl sonrasına uzanıyor. Bu üçleme ise Atatürk’ün ölümüne kadar uzanıyor. Fakat 1911 yılında sonlanan Yediçınar Yaylası’yla devam etmek bu değerlendirmeyi biraz daha kapsamlı hâle getirecektir.
Mülkiyet kavramının yanlış yönü, toprak ağalığı, eşkıyalık gibi toplumsal sorunlar işleniyor Yediçınar Yaylası’nda. Kemal Tahir, nasıl ki mütareke dönemi romanlarında içinde bulunulan sosyal ve siyasal hayatı şehir içinden şehirli karakterlerle okura yansıttıysa, Yediçınar Yaylası’nda Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını, bazı kritik olayları (Tanzimat Fermanı’nın ilânı, İkinci Meşrutiyet’in ilânı vb.) Çorum ilinden ve dolaylarından ve orada yaşayan karakterlerin gözünden okura yansıtıyor. Yani kırsaldan payitahta bakıyor.
Toplam beş bölümden oluşur Yediçınar Yaylası. “Başlangıç” bölümüyle okur için ön bir okuma sunan Kemal Tahir, birinci bölümün ismini “Ağalık Vermekle…”, ikinci bölümün ismini “…yiğitlik vurmakla…” koymuş. Üçüncü ve dördüncü bölümleri isimsiz bırakmış. Zaten son iki bölüm oldukça kısa. En uzun bölümü ise ikinci bölüm oluşturuyor. Başlangıç bölümü, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde başlar. En kestirmeden gidecek olursak, Başıbozuk Ağası, Çorum Âyanı Dilâver Ağa ile Çakır Kâhyaların Hüseyin Efendi arasındaki çekişmeleri konu ediyor demek mümkündür. Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde geçen Başlangıç bölümünde, dikkat çeken bir diğer karakter Kambur Kadı’dır. Kitabın sadece bu bölümünde bulunan Kambur Kadı’nın kitabın ilerleyişine etkisi vardır. Dilâver Ağa’nın nasıl âyan olduğundan, Hüseyin Efendi’nin bunu içine sindirememesinden ve aralarındaki düşmanlığın boyutlarından bahsedilir bu bölümde. Çakır Kâhyalar bu bölümden sonra da kitapta ana karakterlerin bulunduğu ailedir. Önce Hüseyin Ağa’nın oğlu Ömer, daha sonra da Ömer Ağa’nın oğlu Kenan kitaptaki asli karakterleri oluşturur.
“Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil Efendi’nin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver Ağa’yı katiyen adam hesabına almayıp, herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçınar Yaylası’na çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne ‘yiğit-erkek’ diye nam salmıştı.” şeklinde başlayan roman aslında geriye yönelik bir süreci takip eder. Yani, Ömer’in, Dilâver Ağa’nın Cemile’sini kaçırmasına hangi olaylar sonucu varıldığı anlatılır. Bir köy kahvesinde etrafına topladığı insanlara halk hikâyesi anlatır şeklinde yazılmıştır bu bölüm. Kemal Tahir bu olaydan yola çıkarak birçok olayın iç yüzünü anlatmayı sürdürür. Âyanlık müessesi, Kambur Kadı’nın alicengiz oyunları, Çorum ve çevre insanlarının sosyal hayatı bu süreçte işlenirken aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri de satırlara yansıtılır. Tanzimat Fermanı’nın ilanına Çorum ahalisi şöyle bakar örneğin:
“…Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler, ‘Eh, belki bunda bir uğur vardır,’ dediler.
Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine…
Hey oğul! ‘Gayrı, gâvura domuz gâvur, Yahudiye, rezil çıfıt, Ermeniye din düşmanı diye bağırmak yok! diyeyim de sen anla!”
Kişileri başarılı ve net işlemiştir Kemal Tahir. Kim kimdir, kitap kimin üzerinden dönecek, fark edilir. Örneğin Dilâver Ağa kötüdür. Biraz da İnce Memed’deki Abdi Ağa’yı anımsatır bize. Fark şudur; Tahir, somut bir zulüm göstermez okura Dilâver Ağa tarafından gerçekleştirilen. Fakat Çorum halkına âyanlığının verdiği güçle bir tahakküm kurduğunu da hissettirir. Dilâver Ağa’nın ölüp Ömer’in soluğunu Cemile’nin yanında almasıyla başlangıç bölümü sona erer. Ağalık, mülkiyet, eşkıyalık, Osmanlı son dönem siyasi ve sosyal düzeni kısa kısa işlenir kitapta. Adı gibi kitaba bir başlangıç olmuştur.
Birinci ve ikinci bölümleri, yani asıl hikâyeyi tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, Avukat Celal ve Cöntürk sürgünü Seyfettin’e, Celal’in bahçesindeki anlatımından takip ediyoruz. (Cöntürk sürgünü Seyfettin bu bölümde aktif değildir ancak kitabın sonlarına doğru, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince aktif bir kahraman hâline gelir fakat ilk kitabın sonuna gelinmiştir.)
Gâvur Ali’nin sofrada Avukat Celal’e ve Cöntürk sürgünü Seyfettin Bey’e geçmişi anlattığı zaman, meşrutiyetten iki ay öncesine dayanır. Fakat anlattığı tarihler yaklaşık 1898, 1900 yıllarıdır. Çoban Abuzer (daha sonra Abuzer Ağa olacak) üzerinden anlatılır bu bölüm. Ana karakterler Çakır Kâhyaların Ömer, oğlu Kenan, Abuzer ve genç karısı Emey’dir. Özellikle Emey ve Kenan ön plana çıkar bu bölümde. Öncesinde Abuzer’in ailesiyle birlikte Çorum’a nasıl geldiği, insanları dil bilmediği gerekçesiyle nasıl aldatma planları yaptığı, birinci karısı Fati ile birlikte Emey’i kullanarak nasıl güç ve para elde etmeye çalıştıkları işlenir. Bu bölümde diyaloglar çok fazladır. Yazarın hapishane romanlarını okuyanlar bu bölümün diyaloglarına yabancı kalmayacaktır; çünkü Tahir’in hapishane romanları da bu çevrelerde geçer. (Namuscular, Kelleci Memet, Karılar Koğuşu).
Birinci ve ikinci bölümde Çorum çevresinden çok uzaklaşmamış yazar, yani Osmanlı’ya ve son dönemlerine çok değinmemiş. Fakat Çorumlu olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın adı arada karakterler tarafından kullanılır. Tıpkı şimdiki gibi, devlet kademesinde bir hemşehrileri olduğu için her zaman gurur duyar Çorumlular. (Ve devlette önemli bir tanıdıkları olduğu için de devlet Çorum’a pek karışmaz.)
Birinci ve ikinci bölümlerde Kemal Tahir cinselliği çok fazla ön plana çıkarır. Hatta okurken bir ara düşündüm, siyasi olaylara ne zaman değinecek diye. Kemal Tahir asıl işlemesi gereken konuları kitabın sonlarına bırakır ve bize ikinci kitabı da merak ettirir. Fakat Kenan ve Emey üzerinden, daha doğrusu Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi ve bütün Çorumlu erkeklerin Emey hakkındaki düşünceleri üzerinden cinselliğin bu kadar öne çıkarılmasını gereksiz buldum. Çünkü bende beklenti farklıydı. Evet, sürükleyiciydi fakat taşradan Osmanlı’yı görmek istediğim için bu bölümler bana ‘nereye bağlanacak acaba’ sorusunu sordurdu. Ancak Kemal Tahir gerçekten önemli bir yere bağladı.
Üçüncü bölümde de anlatılan yıl ve olayın gerçekleştiği yıl, birinci ve ikinci bölümlerle aynı fakat mekân farklıdır: Çorum Zaptiye Dairesi. Gâvur Ali’nin burada gerçek görevi ortaya çıkar ve okur bir ters köşe olur. Dördüncü bölümde ise artık İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir ve zaman olarak da 1911 yılına gelinmiştir. Biraz hızlı bir geçiş olduğunu söylemek lazım.
Kemal Tahir tıpkı hapishane romanlarındaki gibi ahlâk kavramını detaylı bir şekilde ancak okurun gözüne sokmadan işlemiştir. Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi üzerinden ahlâki hassasiyetin nerelere kadar düşeceğini Kenan’ın dilinden ve düşüncelerinden net şekilde ortaya koyar Kemal Tahir:
“’Herifin karısına gideceğiz. Hacı Hasan Paşa gibi sopayı çekip bizi kötületir mi?’ Tabancasını yokladı. ‘Karnına dayarım da gümletirim! Yabanın dil bilmez garibi kendi evimizde kafamızı mı ezecek?’ Silah sesine bütün Çorum’un toplanacağı aklına geldi. ‘Kısrağa hırsız geldi sandım da körlemeden korkutmaya çıktım’, derim! diye dişlerini göstererek sırtardı.”
Yediçınar Yaylası bize bir serinin ilk kitabı olduğunu çok net şekilde gösteriyor. Kemal Tahir bence bu seriyi zaten baştan planlamış çünkü hem ikinci kitap hemen bir sonraki yıl basılıyor hem de bu kitabın bir devamı olacak şekilde bazı olaylar ayrıntılı inceleniyor. İnsanların acımasızlığı, taşranın sosyal hayatı, kadın-erkek ilişkileri kitabın büyük bölümünü oluştururken, Tahir olayları Osmanlı’nın yıkılışına yaklaştırarak romanı tamamlıyor. Üçlemenin ilk ayağının olması hasebiyle önemli bir yer edinir kitap, Türk Edebiyatı’nda.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
1958 yılında ilk baskısını yapan Yediçınar Yaylası Tanzimat Fermanı’ndan II. Meşrutiyet’in ilanından üç yıl sonrasına uzanıyor. Bu üçleme ise Atatürk’ün ölümüne kadar uzanıyor. Fakat 1911 yılında sonlanan Yediçınar Yaylası’yla devam etmek bu değerlendirmeyi biraz daha kapsamlı hâle getirecektir.
Mülkiyet kavramının yanlış yönü, toprak ağalığı, eşkıyalık gibi toplumsal sorunlar işleniyor Yediçınar Yaylası’nda. Kemal Tahir, nasıl ki mütareke dönemi romanlarında içinde bulunulan sosyal ve siyasal hayatı şehir içinden şehirli karakterlerle okura yansıttıysa, Yediçınar Yaylası’nda Osmanlı Devleti’nin son zamanlarını, bazı kritik olayları (Tanzimat Fermanı’nın ilânı, İkinci Meşrutiyet’in ilânı vb.) Çorum ilinden ve dolaylarından ve orada yaşayan karakterlerin gözünden okura yansıtıyor. Yani kırsaldan payitahta bakıyor.
Toplam beş bölümden oluşur Yediçınar Yaylası. “Başlangıç” bölümüyle okur için ön bir okuma sunan Kemal Tahir, birinci bölümün ismini “Ağalık Vermekle…”, ikinci bölümün ismini “…yiğitlik vurmakla…” koymuş. Üçüncü ve dördüncü bölümleri isimsiz bırakmış. Zaten son iki bölüm oldukça kısa. En uzun bölümü ise ikinci bölüm oluşturuyor. Başlangıç bölümü, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihlerde başlar. En kestirmeden gidecek olursak, Başıbozuk Ağası, Çorum Âyanı Dilâver Ağa ile Çakır Kâhyaların Hüseyin Efendi arasındaki çekişmeleri konu ediyor demek mümkündür. Uzun sayılabilecek bir zaman diliminde geçen Başlangıç bölümünde, dikkat çeken bir diğer karakter Kambur Kadı’dır. Kitabın sadece bu bölümünde bulunan Kambur Kadı’nın kitabın ilerleyişine etkisi vardır. Dilâver Ağa’nın nasıl âyan olduğundan, Hüseyin Efendi’nin bunu içine sindirememesinden ve aralarındaki düşmanlığın boyutlarından bahsedilir bu bölümde. Çakır Kâhyalar bu bölümden sonra da kitapta ana karakterlerin bulunduğu ailedir. Önce Hüseyin Ağa’nın oğlu Ömer, daha sonra da Ömer Ağa’nın oğlu Kenan kitaptaki asli karakterleri oluşturur.
“Evet, vaktin birinde, Çakır Kâhyalardan Halil Efendi’nin Ömer oğlan, Başıbozuk paşası Dilâver Ağa’yı katiyen adam hesabına almayıp, herifin kahpesini güpegündüz atına hoplatarak Yediçınar Yaylası’na çıkarmıştı da, dünyanın yüzüne ‘yiğit-erkek’ diye nam salmıştı.” şeklinde başlayan roman aslında geriye yönelik bir süreci takip eder. Yani, Ömer’in, Dilâver Ağa’nın Cemile’sini kaçırmasına hangi olaylar sonucu varıldığı anlatılır. Bir köy kahvesinde etrafına topladığı insanlara halk hikâyesi anlatır şeklinde yazılmıştır bu bölüm. Kemal Tahir bu olaydan yola çıkarak birçok olayın iç yüzünü anlatmayı sürdürür. Âyanlık müessesi, Kambur Kadı’nın alicengiz oyunları, Çorum ve çevre insanlarının sosyal hayatı bu süreçte işlenirken aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemleri de satırlara yansıtılır. Tanzimat Fermanı’nın ilanına Çorum ahalisi şöyle bakar örneğin:
“…Durmaya kalmadı, koca Sultan Mahmut bu işleri kibrine yediremedi de dertlenip öldü. Yerine büyük oğlu, Sultan Mecit geçip oturdu. Aklı erenler, ‘Eh, belki bunda bir uğur vardır,’ dediler.
Millet soluğunu kesip beklerken, yeni padişahın, gündüz gözüne ortaya çıkıp bir ferman okuduğu duyuldu. Bu fermana göre, bildiğimiz gâvur tayfası hâşa sümme hâşa Müslümanla bir oluyor. Sanki âhir zaman peygamberi hiç gelmemiş de Müslümanlık bunca zamandır dünyayı tutmamış gibisine…
Hey oğul! ‘Gayrı, gâvura domuz gâvur, Yahudiye, rezil çıfıt, Ermeniye din düşmanı diye bağırmak yok! diyeyim de sen anla!”
Kişileri başarılı ve net işlemiştir Kemal Tahir. Kim kimdir, kitap kimin üzerinden dönecek, fark edilir. Örneğin Dilâver Ağa kötüdür. Biraz da İnce Memed’deki Abdi Ağa’yı anımsatır bize. Fark şudur; Tahir, somut bir zulüm göstermez okura Dilâver Ağa tarafından gerçekleştirilen. Fakat Çorum halkına âyanlığının verdiği güçle bir tahakküm kurduğunu da hissettirir. Dilâver Ağa’nın ölüp Ömer’in soluğunu Cemile’nin yanında almasıyla başlangıç bölümü sona erer. Ağalık, mülkiyet, eşkıyalık, Osmanlı son dönem siyasi ve sosyal düzeni kısa kısa işlenir kitapta. Adı gibi kitaba bir başlangıç olmuştur.
Birinci ve ikinci bölümleri, yani asıl hikâyeyi tütün kaçakçısı Gâvur Ali’nin, Avukat Celal ve Cöntürk sürgünü Seyfettin’e, Celal’in bahçesindeki anlatımından takip ediyoruz. (Cöntürk sürgünü Seyfettin bu bölümde aktif değildir ancak kitabın sonlarına doğru, yani İkinci Meşrutiyet ilan edilince aktif bir kahraman hâline gelir fakat ilk kitabın sonuna gelinmiştir.)
Gâvur Ali’nin sofrada Avukat Celal’e ve Cöntürk sürgünü Seyfettin Bey’e geçmişi anlattığı zaman, meşrutiyetten iki ay öncesine dayanır. Fakat anlattığı tarihler yaklaşık 1898, 1900 yıllarıdır. Çoban Abuzer (daha sonra Abuzer Ağa olacak) üzerinden anlatılır bu bölüm. Ana karakterler Çakır Kâhyaların Ömer, oğlu Kenan, Abuzer ve genç karısı Emey’dir. Özellikle Emey ve Kenan ön plana çıkar bu bölümde. Öncesinde Abuzer’in ailesiyle birlikte Çorum’a nasıl geldiği, insanları dil bilmediği gerekçesiyle nasıl aldatma planları yaptığı, birinci karısı Fati ile birlikte Emey’i kullanarak nasıl güç ve para elde etmeye çalıştıkları işlenir. Bu bölümde diyaloglar çok fazladır. Yazarın hapishane romanlarını okuyanlar bu bölümün diyaloglarına yabancı kalmayacaktır; çünkü Tahir’in hapishane romanları da bu çevrelerde geçer. (Namuscular, Kelleci Memet, Karılar Koğuşu).
Birinci ve ikinci bölümde Çorum çevresinden çok uzaklaşmamış yazar, yani Osmanlı’ya ve son dönemlerine çok değinmemiş. Fakat Çorumlu olan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın adı arada karakterler tarafından kullanılır. Tıpkı şimdiki gibi, devlet kademesinde bir hemşehrileri olduğu için her zaman gurur duyar Çorumlular. (Ve devlette önemli bir tanıdıkları olduğu için de devlet Çorum’a pek karışmaz.)
Birinci ve ikinci bölümlerde Kemal Tahir cinselliği çok fazla ön plana çıkarır. Hatta okurken bir ara düşündüm, siyasi olaylara ne zaman değinecek diye. Kemal Tahir asıl işlemesi gereken konuları kitabın sonlarına bırakır ve bize ikinci kitabı da merak ettirir. Fakat Kenan ve Emey üzerinden, daha doğrusu Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi ve bütün Çorumlu erkeklerin Emey hakkındaki düşünceleri üzerinden cinselliğin bu kadar öne çıkarılmasını gereksiz buldum. Çünkü bende beklenti farklıydı. Evet, sürükleyiciydi fakat taşradan Osmanlı’yı görmek istediğim için bu bölümler bana ‘nereye bağlanacak acaba’ sorusunu sordurdu. Ancak Kemal Tahir gerçekten önemli bir yere bağladı.
Üçüncü bölümde de anlatılan yıl ve olayın gerçekleştiği yıl, birinci ve ikinci bölümlerle aynı fakat mekân farklıdır: Çorum Zaptiye Dairesi. Gâvur Ali’nin burada gerçek görevi ortaya çıkar ve okur bir ters köşe olur. Dördüncü bölümde ise artık İkinci Meşrutiyet ilan edilmiştir ve zaman olarak da 1911 yılına gelinmiştir. Biraz hızlı bir geçiş olduğunu söylemek lazım.
Kemal Tahir tıpkı hapishane romanlarındaki gibi ahlâk kavramını detaylı bir şekilde ancak okurun gözüne sokmadan işlemiştir. Kenan’ın Emey’i elde etmek istemesi üzerinden ahlâki hassasiyetin nerelere kadar düşeceğini Kenan’ın dilinden ve düşüncelerinden net şekilde ortaya koyar Kemal Tahir:
“’Herifin karısına gideceğiz. Hacı Hasan Paşa gibi sopayı çekip bizi kötületir mi?’ Tabancasını yokladı. ‘Karnına dayarım da gümletirim! Yabanın dil bilmez garibi kendi evimizde kafamızı mı ezecek?’ Silah sesine bütün Çorum’un toplanacağı aklına geldi. ‘Kısrağa hırsız geldi sandım da körlemeden korkutmaya çıktım’, derim! diye dişlerini göstererek sırtardı.”
Yediçınar Yaylası bize bir serinin ilk kitabı olduğunu çok net şekilde gösteriyor. Kemal Tahir bence bu seriyi zaten baştan planlamış çünkü hem ikinci kitap hemen bir sonraki yıl basılıyor hem de bu kitabın bir devamı olacak şekilde bazı olaylar ayrıntılı inceleniyor. İnsanların acımasızlığı, taşranın sosyal hayatı, kadın-erkek ilişkileri kitabın büyük bölümünü oluştururken, Tahir olayları Osmanlı’nın yıkılışına yaklaştırarak romanı tamamlıyor. Üçlemenin ilk ayağının olması hasebiyle önemli bir yer edinir kitap, Türk Edebiyatı’nda.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
27 Aralık 2018 Perşembe
Bu coğrafyanın fırçası ve şefkati bol psikoloji kitabı
Uzun bir alıntıyla başlamam gerekiyor. Müsaadenizle: "Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli. İnsan, bilinmeyen yerlerdeki yolları, beklenmedik rastlantıları ve uzun zamandır yaklaşmakta olduğunu sezdiği ayrılıkları düşünebilmeli, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; sevindirici bir şey söylediklerinde anlamayıp kırdığımız anne babaları; o kadar çok, derin ve ağır değişimlerle garip, tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz ve kapanık odalarda geçen günleri; deniz kıyısındaki sabahları; denizi, denizleri; yukarılarda çağıldayan, yıldızlarla uçuşan yolculuk gecelerini düşünebilmeli."
Rainer Maria Rilke, dillere destan kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazmış bu satırları. Her bir cümlesi ne kadar anlamlı. Görmeyi, tanımayı, hissetmeyi, bilmeyi, düşünmeyi ve önemsemeyi yeniden hatırlatıyor. Diğer yandan da rastlantıları, ayrılıkları, çocukluk günlerini, anne ve babaları, çocukluk hastalıklarını, geçen günleri, sabahları, geceleri anımsatıyor. Rilke sakin bu cümlelerinde, her şeyin çocuklukta başladığını ve çocuklukta sürdüğünü dile getirmek istemiş gibi. Bir şeye dikkat çekmek istiyor ama bunu bir telkinle değil de yeniden düşündürerek yapma peşinde. Şairdir, hatırlatma görevi evvela ondadır. Kabul etmeli. Zaten bu uzun alıntının hemen öncesinde yazdığı "Mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir." cümlesi de vardır ki her şeyi daha da anlamlandırır. Yaşamış olmanın, tam manasıyla yaşadım diyebilmenin kökünde çocukluk vardır, çocukluğun hatıraları, çocuk olmanın acıları, sancıları, neşeleri, yaraları. Nietzsche'nin şu sözü damarlarımızdan kalplerimize ulaşmalı: "Hayatımızın dramı bir zamanlar çocuk olamamızda yatar."
Kendini "Ben iki çocuğu, anası babası, iki kardeşi, sahici dostları, sevdiği adamı olan bir kadınım. Terapistim... Yıllardır kadife bir koltukta oturup, dinliyorum. Bazen çok, bazen az konuşurum." diye tanıtıyor bizlere Gülcan Özer. Ne kadar iyi bir dinleyici olduğunu, yazılarıyla belli ediyor. Kitap boyunca, insan ilişkilerinin en çok konuşulması gereken ama en çok kaçınılan konularına el atıyor. Bunu bir bilgiçlikle değil, bilgin gibi yapıyor. Çünkü ilişkilerden, aşklardan, evliliklerden bahsetmek için bilmek ne kadar mühimse onu yukarıdan değil tam da insanın kalbine dokunacak o yerden söylemek de o kadar mühim.
Son yıllarda gittikçe artan 'aile hikâyesi' meselesi kitapta fazla 'köpürtülmeden' yer ediniyor. Burada hassas bir damar var. Çünkü bu hikâyeye fazla kaptırmak neticede 'benim kaderim bu' miskinliğine kapı aralıyor. Oysa takip ettiğimiz izi iyi yakalamamız lâzım. Ciddi bir yüzleşme, hikâyedeki döngüyü kırmak için önemli bir adım olabilir: "Kendi tarihimiz iyi okumaya çalışmalıyız, hayat tercihlerimiz için de hayat öykümüzün tamamı için de bu çok kıymetlidir... Hepimiz ailemizin izlerini taşıyoruz, bu bazen arkada bırakacağımız yük bazen ise yolumuzu aydınlatan ışık oluyor. Hayal kırıklıklarımız, kırgınlıklarımız, güçlü yanlarımız var. Kendimizi tanımaya, evrilmeye, hayat öykümüzü tekrar ve tekrar yazaya muhtacız. Yoksa kendi hayatımızın esas oyuncusu olmanın özel ve biricik yanını kaçırırız."
Dr. Gülcan Özer'in en çok üzerinde durduğu konu samimiyet. Yani bir şeyi yapmış olmak için yapmamak. Gerçekten, gönülden geldiği için yapmak. Mecburiyetten ya da zorunluluktan değil. Çünkü kalpten çıkmayınca bir şey stratejiye dönüşüyor. Stratejide söz sahibi yalnız akıl oluyor. Kalp devre dışı kalıyor. Oysa bir insanın kendinden başlaması için kalbinden başlaması gerekiyor: "Önce, en önce kendimizle iletişmeyi, dünyayla iletişebileceğimize itimat etmeyi ve fakat iletişim becerilerimizin evrilmesine müsaade etmeyi, dinlemeyi, söz sırası gelme hevesi olmadan da sahici dinlemeyi, ikna olmayı-olmamayı, itiraz etmeyi, anlamayı, anlayışlı olmayı, istemenin derinliğini ve önemini, kendini yok sayanın iflah olmayacağını, insanın insana iyi geldiğini fark etmemizi dilerim."
Evliliğin tüm krizleri için tecrübelerinden ve danışanlarından yararlanarak yorumlar sunuyor Gülcan Özer. "Almak istediğinizi alın, işinize gelmeyeni almayın" diyor gayet net biçimde. Neler var konular arasında? Evliliğe hazır olup olmama, eş seçimi, kimliğini evliliğe satma, mutlu evlilik nedir ne değildir, evlilik aşkı öldürür mü, insan neden aldatır, boşanmanın öncesi ve sonrası, çocuklu boşanmanın ne derece zor olduğu... En kilit mevzu evliliğin bir 'puzzle' olduğunu bilmek. Bin parçalı puzzle. Bazı parçalar arızalanabilir, hangileri kim tarafından arızalanmış belli olabilir. Kişinin yapabileceği ilk şey kendi parçalarını tamir etmek, elden geçirmektir. Finalde "evliliğe verebileceklerim bunlardır" denir. Sonrası: "Cebindeki malzemeyi iyi kullanmış, mücadele etmiş, kendini elden geçirmiş insanın iyi hissedişidir. Evliliğiniz devam eder yahut etmez, ancak siz sağlam çıkarsınız, kederli ancak sağlam."
Kişisel gelişimin tipik bir pazarlama etiketi olduğundan bahsediyor. Esas olanın tekamül olduğunu söylüyor. İnsanın fıtratında tekamül varken, kişisel gelişimden büyük umutlar bekleyip depresyondan melankoliye, hüzünden kedere koşturan nice insan olduğunu hatırlatıyor. Her yandan dayatılan "geliş, geride kalma, koş, acele et, kaçırma!" talimatlarına karşın "biz öyle, sıradan insanlarız, sıradan kalasımız var diyebilme konforu" diliyor. Bir mola hakkı, bir aylaklık hakkı, Kant'ın hayatın güçlüklerine karşı teklif ettiği üç hediye olan ümit etme, uyuma ve gülme hakkı daima çıkınımızda olmalı. Her istenen anda kullanılmalı. Aksi hâlde kişisel gelişimciler eşliğinde bol illüzyonlu bir yaşama merhaba denir ve bu merhabanın vedası genellikle çok geç olur. Özer'in şu cümlesi de cebimizde dursun: "Ömür dediğimiz, kendinden insan yaratma macerasıdır ve samimiyetsizlik sevmez."
Anne ve baba olmak üzerine çok kritik noktalara temas ediyor Gülcan Özer. Özellikle coğrafyamızda geçmişten gelen bazı davranışların ne derece tehlikeli olabildiğine dair örnekler veriyor. Tek çocukluk tamam ama 'anasının oğlu' olmak fena. Özellikle erkek çocuklar bunun yükünü taşırken çok zorlanıyor. Annesi, özellikle belirli bir yaştan sonra iyice ona sarılıyor fakat çocuk vakti geldiğinde evden ayrılıyor, evleniyor ve hatta baba oluyor. Ama annesi yine kontrolünü onda tutmak istiyor. Olmadığını fark ettiğinde bunalım kapıda. Sonraki süreçteyse elbette kayınvalide-gelin stresi, yani asırlık gerilim. Özer bu sonuca varılınca oğlanın önünde iki seçenek kalacağını söylüyor. Biri taraf olup kimliğini kaybetmek, diğeriyse herkese eyvallahsız bir adam tadında dolaşmak. Burada oğlana çok mühim tavsiyeler var: "Hikâyeyi doğru okuyacak, kırmadan dökmeden yeni hikâye yazacak, ne anasını ne karısını heba edecek, hakkaniyetli olacak ve iki kadının arasından çekilecek, ötesi yoktur."
"Babalar, evin yalnız adamları" kitabın en hassas konusu olabilir. Bir kadın terapistin gözünden bu kadar gerçekçi okuyabileceğimi zannetmiyordum bu problemi. Zira öyle ya da böyle kadınlar bu meseleye yeterince hassas yaklaşmıyor, geçmişi iyi okuyamıyor ve şimdiyi o planda sorgulayamıyor diye düşünüyordum. Okur okumaz da nakavt oldum. Zaten Gülcan Özer'i ayrı bir yere koyma sebebim de bu oldu. İlmini doğup büyüdüğü coğrafyanın gerçekleriyle, gelenekleriyle, hikâyesiyle öyle güzel harmanlamış ki hiçbir yorumu hayalperest ya da ütopik durmuyor. Tam tersine, ciğere saplanıyor. Babalık herkesin malumu, öğrenilen bir şey. Anne evlat tarafında mutlak iktidar. Burada terazi doğru biçimde kurulmazsa babalar ürkek, kızgın ve yalnız bir adam olarak kalıyor evde. Hâliyle sürekli daha da kızgınlaşıyor. Halbuki çocuğun 2-3 yaşlarına geldikten sonra anneden ufak ufak ayrılmasıyla birlikte babanın görevi tam manasıyla ortaya çıkıyor. Bu süreçte evden uzaklaşmak, çocuktan uzaklaşmak hem ev için hem çocuk için geri dönülmez boşluklara kapı aralıyor. Özer'in önerisi şöyle: "Pek sevgili babalar, çocuklar siz olmadan tamamlanamıyor, lütfen bunu aklınızdan ve gönlünüzden çıkarmayın. Çokça sevip kucaklamak, arkasından değil yüzüne övgü aktarmak, iktidar alanından vakti gelince geri çekilmek mühimdir. Muhabbeti yaşamak için dedeliği beklemeyin. Ve pek sevgili anneler, söylemeden geçilmez, babaların çocuklarıyla kurdukları ilişkiden elinizi eteğinizi çekin lütfen."
Neden babalık çok önemli? Bu konu hakkında çok önemli bir paragraf var ki es geçmek olmaz: "Babalık dış dünyayı, iktidarı, koruyup kollamayı temsil eder ve kıymetlidir. Babaları tarafından sakatlanmış çocuklar üzgün olur, kızgın olur ama en çok ve neredeyse daima endişeli olur. Bitmeyen ve niye olduğu anlaşılmayan endişe, elbise gibi giyilir ve her an kötü bir şey olabilir tonlamasında yaşanır."
Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, Haziran 2016'da Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Okumak 2018'de kısmet oldu. Doğru zamanda okumak, bu tip konularda her şeyden önemli. Dolayısıyla kitap, bu yıl içinde okuduğum en önemli kitaplardan biri oldu. Bir baba, bir eş, bir erkek olarak çokça satırın altını çizdim, üzerinde düşündüm, kendime dersler çıkardım ve elbette bazı yükleri de attım. Tekamüle yeniden inandım. Kitabı özellikle gerçek bir psikoloji kitabı arayanlara öneriyorum. Her şeyi olduğu gibi konuşan, zaman zaman acıyla sarsan, zaman zaman şefkatle kucaklayan bir kitap arayanlara. Hayalden çok gerçeğe odaklananlara.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Rainer Maria Rilke, dillere destan kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda yazmış bu satırları. Her bir cümlesi ne kadar anlamlı. Görmeyi, tanımayı, hissetmeyi, bilmeyi, düşünmeyi ve önemsemeyi yeniden hatırlatıyor. Diğer yandan da rastlantıları, ayrılıkları, çocukluk günlerini, anne ve babaları, çocukluk hastalıklarını, geçen günleri, sabahları, geceleri anımsatıyor. Rilke sakin bu cümlelerinde, her şeyin çocuklukta başladığını ve çocuklukta sürdüğünü dile getirmek istemiş gibi. Bir şeye dikkat çekmek istiyor ama bunu bir telkinle değil de yeniden düşündürerek yapma peşinde. Şairdir, hatırlatma görevi evvela ondadır. Kabul etmeli. Zaten bu uzun alıntının hemen öncesinde yazdığı "Mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir." cümlesi de vardır ki her şeyi daha da anlamlandırır. Yaşamış olmanın, tam manasıyla yaşadım diyebilmenin kökünde çocukluk vardır, çocukluğun hatıraları, çocuk olmanın acıları, sancıları, neşeleri, yaraları. Nietzsche'nin şu sözü damarlarımızdan kalplerimize ulaşmalı: "Hayatımızın dramı bir zamanlar çocuk olamamızda yatar."
Kendini "Ben iki çocuğu, anası babası, iki kardeşi, sahici dostları, sevdiği adamı olan bir kadınım. Terapistim... Yıllardır kadife bir koltukta oturup, dinliyorum. Bazen çok, bazen az konuşurum." diye tanıtıyor bizlere Gülcan Özer. Ne kadar iyi bir dinleyici olduğunu, yazılarıyla belli ediyor. Kitap boyunca, insan ilişkilerinin en çok konuşulması gereken ama en çok kaçınılan konularına el atıyor. Bunu bir bilgiçlikle değil, bilgin gibi yapıyor. Çünkü ilişkilerden, aşklardan, evliliklerden bahsetmek için bilmek ne kadar mühimse onu yukarıdan değil tam da insanın kalbine dokunacak o yerden söylemek de o kadar mühim.
Son yıllarda gittikçe artan 'aile hikâyesi' meselesi kitapta fazla 'köpürtülmeden' yer ediniyor. Burada hassas bir damar var. Çünkü bu hikâyeye fazla kaptırmak neticede 'benim kaderim bu' miskinliğine kapı aralıyor. Oysa takip ettiğimiz izi iyi yakalamamız lâzım. Ciddi bir yüzleşme, hikâyedeki döngüyü kırmak için önemli bir adım olabilir: "Kendi tarihimiz iyi okumaya çalışmalıyız, hayat tercihlerimiz için de hayat öykümüzün tamamı için de bu çok kıymetlidir... Hepimiz ailemizin izlerini taşıyoruz, bu bazen arkada bırakacağımız yük bazen ise yolumuzu aydınlatan ışık oluyor. Hayal kırıklıklarımız, kırgınlıklarımız, güçlü yanlarımız var. Kendimizi tanımaya, evrilmeye, hayat öykümüzü tekrar ve tekrar yazaya muhtacız. Yoksa kendi hayatımızın esas oyuncusu olmanın özel ve biricik yanını kaçırırız."
Dr. Gülcan Özer'in en çok üzerinde durduğu konu samimiyet. Yani bir şeyi yapmış olmak için yapmamak. Gerçekten, gönülden geldiği için yapmak. Mecburiyetten ya da zorunluluktan değil. Çünkü kalpten çıkmayınca bir şey stratejiye dönüşüyor. Stratejide söz sahibi yalnız akıl oluyor. Kalp devre dışı kalıyor. Oysa bir insanın kendinden başlaması için kalbinden başlaması gerekiyor: "Önce, en önce kendimizle iletişmeyi, dünyayla iletişebileceğimize itimat etmeyi ve fakat iletişim becerilerimizin evrilmesine müsaade etmeyi, dinlemeyi, söz sırası gelme hevesi olmadan da sahici dinlemeyi, ikna olmayı-olmamayı, itiraz etmeyi, anlamayı, anlayışlı olmayı, istemenin derinliğini ve önemini, kendini yok sayanın iflah olmayacağını, insanın insana iyi geldiğini fark etmemizi dilerim."
Evliliğin tüm krizleri için tecrübelerinden ve danışanlarından yararlanarak yorumlar sunuyor Gülcan Özer. "Almak istediğinizi alın, işinize gelmeyeni almayın" diyor gayet net biçimde. Neler var konular arasında? Evliliğe hazır olup olmama, eş seçimi, kimliğini evliliğe satma, mutlu evlilik nedir ne değildir, evlilik aşkı öldürür mü, insan neden aldatır, boşanmanın öncesi ve sonrası, çocuklu boşanmanın ne derece zor olduğu... En kilit mevzu evliliğin bir 'puzzle' olduğunu bilmek. Bin parçalı puzzle. Bazı parçalar arızalanabilir, hangileri kim tarafından arızalanmış belli olabilir. Kişinin yapabileceği ilk şey kendi parçalarını tamir etmek, elden geçirmektir. Finalde "evliliğe verebileceklerim bunlardır" denir. Sonrası: "Cebindeki malzemeyi iyi kullanmış, mücadele etmiş, kendini elden geçirmiş insanın iyi hissedişidir. Evliliğiniz devam eder yahut etmez, ancak siz sağlam çıkarsınız, kederli ancak sağlam."
Kişisel gelişimin tipik bir pazarlama etiketi olduğundan bahsediyor. Esas olanın tekamül olduğunu söylüyor. İnsanın fıtratında tekamül varken, kişisel gelişimden büyük umutlar bekleyip depresyondan melankoliye, hüzünden kedere koşturan nice insan olduğunu hatırlatıyor. Her yandan dayatılan "geliş, geride kalma, koş, acele et, kaçırma!" talimatlarına karşın "biz öyle, sıradan insanlarız, sıradan kalasımız var diyebilme konforu" diliyor. Bir mola hakkı, bir aylaklık hakkı, Kant'ın hayatın güçlüklerine karşı teklif ettiği üç hediye olan ümit etme, uyuma ve gülme hakkı daima çıkınımızda olmalı. Her istenen anda kullanılmalı. Aksi hâlde kişisel gelişimciler eşliğinde bol illüzyonlu bir yaşama merhaba denir ve bu merhabanın vedası genellikle çok geç olur. Özer'in şu cümlesi de cebimizde dursun: "Ömür dediğimiz, kendinden insan yaratma macerasıdır ve samimiyetsizlik sevmez."
Anne ve baba olmak üzerine çok kritik noktalara temas ediyor Gülcan Özer. Özellikle coğrafyamızda geçmişten gelen bazı davranışların ne derece tehlikeli olabildiğine dair örnekler veriyor. Tek çocukluk tamam ama 'anasının oğlu' olmak fena. Özellikle erkek çocuklar bunun yükünü taşırken çok zorlanıyor. Annesi, özellikle belirli bir yaştan sonra iyice ona sarılıyor fakat çocuk vakti geldiğinde evden ayrılıyor, evleniyor ve hatta baba oluyor. Ama annesi yine kontrolünü onda tutmak istiyor. Olmadığını fark ettiğinde bunalım kapıda. Sonraki süreçteyse elbette kayınvalide-gelin stresi, yani asırlık gerilim. Özer bu sonuca varılınca oğlanın önünde iki seçenek kalacağını söylüyor. Biri taraf olup kimliğini kaybetmek, diğeriyse herkese eyvallahsız bir adam tadında dolaşmak. Burada oğlana çok mühim tavsiyeler var: "Hikâyeyi doğru okuyacak, kırmadan dökmeden yeni hikâye yazacak, ne anasını ne karısını heba edecek, hakkaniyetli olacak ve iki kadının arasından çekilecek, ötesi yoktur."
"Babalar, evin yalnız adamları" kitabın en hassas konusu olabilir. Bir kadın terapistin gözünden bu kadar gerçekçi okuyabileceğimi zannetmiyordum bu problemi. Zira öyle ya da böyle kadınlar bu meseleye yeterince hassas yaklaşmıyor, geçmişi iyi okuyamıyor ve şimdiyi o planda sorgulayamıyor diye düşünüyordum. Okur okumaz da nakavt oldum. Zaten Gülcan Özer'i ayrı bir yere koyma sebebim de bu oldu. İlmini doğup büyüdüğü coğrafyanın gerçekleriyle, gelenekleriyle, hikâyesiyle öyle güzel harmanlamış ki hiçbir yorumu hayalperest ya da ütopik durmuyor. Tam tersine, ciğere saplanıyor. Babalık herkesin malumu, öğrenilen bir şey. Anne evlat tarafında mutlak iktidar. Burada terazi doğru biçimde kurulmazsa babalar ürkek, kızgın ve yalnız bir adam olarak kalıyor evde. Hâliyle sürekli daha da kızgınlaşıyor. Halbuki çocuğun 2-3 yaşlarına geldikten sonra anneden ufak ufak ayrılmasıyla birlikte babanın görevi tam manasıyla ortaya çıkıyor. Bu süreçte evden uzaklaşmak, çocuktan uzaklaşmak hem ev için hem çocuk için geri dönülmez boşluklara kapı aralıyor. Özer'in önerisi şöyle: "Pek sevgili babalar, çocuklar siz olmadan tamamlanamıyor, lütfen bunu aklınızdan ve gönlünüzden çıkarmayın. Çokça sevip kucaklamak, arkasından değil yüzüne övgü aktarmak, iktidar alanından vakti gelince geri çekilmek mühimdir. Muhabbeti yaşamak için dedeliği beklemeyin. Ve pek sevgili anneler, söylemeden geçilmez, babaların çocuklarıyla kurdukları ilişkiden elinizi eteğinizi çekin lütfen."
Neden babalık çok önemli? Bu konu hakkında çok önemli bir paragraf var ki es geçmek olmaz: "Babalık dış dünyayı, iktidarı, koruyup kollamayı temsil eder ve kıymetlidir. Babaları tarafından sakatlanmış çocuklar üzgün olur, kızgın olur ama en çok ve neredeyse daima endişeli olur. Bitmeyen ve niye olduğu anlaşılmayan endişe, elbise gibi giyilir ve her an kötü bir şey olabilir tonlamasında yaşanır."
Herkes Kendi Hayatının Kahramanı, Haziran 2016'da Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Okumak 2018'de kısmet oldu. Doğru zamanda okumak, bu tip konularda her şeyden önemli. Dolayısıyla kitap, bu yıl içinde okuduğum en önemli kitaplardan biri oldu. Bir baba, bir eş, bir erkek olarak çokça satırın altını çizdim, üzerinde düşündüm, kendime dersler çıkardım ve elbette bazı yükleri de attım. Tekamüle yeniden inandım. Kitabı özellikle gerçek bir psikoloji kitabı arayanlara öneriyorum. Her şeyi olduğu gibi konuşan, zaman zaman acıyla sarsan, zaman zaman şefkatle kucaklayan bir kitap arayanlara. Hayalden çok gerçeğe odaklananlara.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Borges hafiye olursa
“Her zaman hakikati hatırlamak için yazarız. Hakikati tam olarak hatırlayabilmek içinse uydururuz.”
- Luis Fernando Verissimo, Borges ve Sonsuz Orangutanlar
Monokl Yayınları’nın bir solukta okunan incecik kitapları var. Dıştan incecik görünen fakat içerikte edebi incelik yüklü bu kitaplar gerçek bir okuma şöleni sunuyor. Luis Fernando Verissimo’nun (1936) kaleminden çıkan Borges ve Sonsuz Orangutanlar onlardan biri. Yasemin Ertuğrul tarafından çevrilen eser yüz dört sayfadan oluşuyor. Latin Amerika edebiyatı içinde özgün bir yere konumlandırabileceğimiz kitap kendine has kurgusuyla dikkat çekiyor. Eserde, ‘ben’, ‘sen’ ve yer yer ‘o’ anlatıcı tekniğini bir arada kullanmış yazar. Dolayısıyla alışılmışın dışında bir anlatıma sahip. Bu yapısıyla kurguda iki ana karaktere yer verilmiş diyebiliriz. Metinde ‘ben’ anlatıcı kişi çevirmenlik ve yazarlık yapan Vogelstein karakteriyle, ‘sen’ anlatıcı kişi ise Jorge Luis Borges (1899-1986) üzerinden oluşturulan karakterle işlenmiş. Vogelstein, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’dan ‘kaçabilen’ Yahudiler’dendir. Babası bir Alman’dır ve koruyacağını söylediği annesi onun yanında, Nazi Almanyası’nda kalmıştır. İki teyzesiyle birlikte Latin Amerika’ya geldiklerinde henüz çocuktur. Vogelstein teyzelerinden biriyle Porto Alegre’de (Brezilya) kalmış, diğer teyzesi Buenos Aires’e (Arjantin) gitmiştir.
Batı menşeili ‘kurgu’ eserlerde (mağdur) Yahudi vurgusuyla çok fazla karşılaşırız. Bu vurguyu Yahudi olsun ya da olmasın bir çok yazar yapar. Benzer durumlarla her karşılaşmamda Holokost Endüstrisi adlı kitabı hatırlarım. Holokost Endüstrisi, ebeveynleri II. Dünya Savaşı’nın bütün acımasızlığını yaşamış olan Yahudi kökenli Norman Finkelstein’a (1953) ait bir kitap. Finkelstein eserinde “Yahudilerin savaşta yaşadığı acıların sermayeye çevrilmesine yaptığı itirazı” dillendirir. Edebi açıdan nitelikli olmasına rağmen ne yazık ki Borges ve Sonsuz Orangutanlar da bu acılardan kotarılan eserlerden.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, sene 1985’i göstermektedir ve olay Arjantin’de geçmektedir. İsrafil Cemiyeti adlı gizli bir yapılanma Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’yu (1809-1849) anmak ve anlamak için bir dizi kongre düzenlemektedir. Kongreye Poe’nun eserleri üzerine entelektüel çalışmalar yapan uzmanlar davet edilmektedir. İlk üç kongre kuzey yarım kürede yer alan Stockholm, Prag ve Baltimore’da düzenlenmiştir. Dördüncüsünün güney yarım kürede düzenlenmesi kararlaştırılmış ve yer olarak Buenos Aires seçilmiştir. Vogelstein ile birlikte Borges da davetliler arasındadır. Davetlilerden biri otel odasında ölü olarak bulunmuştur. Maktulle daha önce sorun yaşayan üç kişi de davetliler arasındadır ve aynı otelde kalmaktadır. Katilin kim olduğu saptanamamıştır. Entelektüel hikâye orta yerinden bir polisiyeye dönüşmüştür. Borges ve Vogelstein eldeki verilerden yola çıkarak cinayeti çözmeye girişmişlerdir. Onlara Poe uzmanı ve kriminolog olan Cuervo eşlik etmektedir.
Gizemli dil, kelime oyunları, gösterişli cümleler, alegoriler, alıntılar, atıflar… Buna Borges’ın (ya da yazarın) parlak zekası da eklenince keyifli bir metin çıkmış ortaya. Açıkçası entelektüel tartışma metni, polisiye romanı derken okuru bambaşka bir âlemde dolaştırıyor yazar. Metnin çok yönlü, çok katmanlı ve çok çağrışımlı yapısında kaybolup gidiyorsunuz.
Eserde fantastik öğelere oldukça fazla yer verilmiş fakat fantastik öğelerin hayatın soyut bir uzamı olarak ele alınması eseri gerçeklikten koparmamış. Metnin tamamına keder yayan kaderci bir bakış hâkim olmakla birlikte hikâyenin kendine has ‘matrak’ bir havası da var. Ara ara vurgulanan ve metindeki kederi unutturmayan “coğrafya kaderdir” ibaresi ‘leitmotive’ olarak değerlendirilebilir. Coğrafya demişken, eserin zaman ve mekân düzeyi ayrıca tarih ve coğrafya şeklinde de yorumlanabilir. Dahası, işaret edilen coğrafik bölgeler arasında ezoterik/metafizik bir bağ kurulmaya çalışılmış. Kuzey-Güney karşıtlığı ve/veya gerilimi manyetizmanın ötesine geçerek metafizik bağlamda değerlendirilmiş.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar için tam anlamıyla evrensel bir atıflar kitabı diyebiliriz. Kötücül düşüncenin faaliyetlerini metafizik bir düzeyde metne taşıyan yazar şeytani bir gücün hayata yaptığı etkiye dikkat çekiyor. Bu bağlamda Avrupa’daki tarihsel ve gizli kabalistik yapılanmaya değiniyor. Yapılan atıflarda ağır İngiliz etkisi görülen işgalci Amerikan düşüncesinin yanında Antik Mısır ve Antik Yunan felsefesi de nasibini alıyor. Fiziki işgalin ötesinde kültürel işgale göndermeler bulunuyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık teolojisinden aralarındaki çatışmaya, yerel inançlardan mitolojiye, ezoterizmden okültizme, mistisizmden kabalaya, antik toplumlardan modern toplumlara, siyaset ve sanata kadar çok geniş bir değini evreni var. Hatta İslam’dan izler bile görülüyor. Başka yazarlar ve eserlere yapılan atıflar da cabası… Bütün bu ‘karmaşaya’ Borges ve Vogelstein’ın bir cinayeti çözümleyen zeka gösterisi eşlik ediyor. Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da entelektüel bir atmosferde gerçekleşen gecikmiş bir ‘hesaplaşmaya’ tanık oluyor okuyucu.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Luis Fernando Verissimo, Borges ve Sonsuz Orangutanlar
Monokl Yayınları’nın bir solukta okunan incecik kitapları var. Dıştan incecik görünen fakat içerikte edebi incelik yüklü bu kitaplar gerçek bir okuma şöleni sunuyor. Luis Fernando Verissimo’nun (1936) kaleminden çıkan Borges ve Sonsuz Orangutanlar onlardan biri. Yasemin Ertuğrul tarafından çevrilen eser yüz dört sayfadan oluşuyor. Latin Amerika edebiyatı içinde özgün bir yere konumlandırabileceğimiz kitap kendine has kurgusuyla dikkat çekiyor. Eserde, ‘ben’, ‘sen’ ve yer yer ‘o’ anlatıcı tekniğini bir arada kullanmış yazar. Dolayısıyla alışılmışın dışında bir anlatıma sahip. Bu yapısıyla kurguda iki ana karaktere yer verilmiş diyebiliriz. Metinde ‘ben’ anlatıcı kişi çevirmenlik ve yazarlık yapan Vogelstein karakteriyle, ‘sen’ anlatıcı kişi ise Jorge Luis Borges (1899-1986) üzerinden oluşturulan karakterle işlenmiş. Vogelstein, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya’dan ‘kaçabilen’ Yahudiler’dendir. Babası bir Alman’dır ve koruyacağını söylediği annesi onun yanında, Nazi Almanyası’nda kalmıştır. İki teyzesiyle birlikte Latin Amerika’ya geldiklerinde henüz çocuktur. Vogelstein teyzelerinden biriyle Porto Alegre’de (Brezilya) kalmış, diğer teyzesi Buenos Aires’e (Arjantin) gitmiştir.
Batı menşeili ‘kurgu’ eserlerde (mağdur) Yahudi vurgusuyla çok fazla karşılaşırız. Bu vurguyu Yahudi olsun ya da olmasın bir çok yazar yapar. Benzer durumlarla her karşılaşmamda Holokost Endüstrisi adlı kitabı hatırlarım. Holokost Endüstrisi, ebeveynleri II. Dünya Savaşı’nın bütün acımasızlığını yaşamış olan Yahudi kökenli Norman Finkelstein’a (1953) ait bir kitap. Finkelstein eserinde “Yahudilerin savaşta yaşadığı acıların sermayeye çevrilmesine yaptığı itirazı” dillendirir. Edebi açıdan nitelikli olmasına rağmen ne yazık ki Borges ve Sonsuz Orangutanlar da bu acılardan kotarılan eserlerden.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da anlatılan hikâyeye baktığımızda, sene 1985’i göstermektedir ve olay Arjantin’de geçmektedir. İsrafil Cemiyeti adlı gizli bir yapılanma Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’yu (1809-1849) anmak ve anlamak için bir dizi kongre düzenlemektedir. Kongreye Poe’nun eserleri üzerine entelektüel çalışmalar yapan uzmanlar davet edilmektedir. İlk üç kongre kuzey yarım kürede yer alan Stockholm, Prag ve Baltimore’da düzenlenmiştir. Dördüncüsünün güney yarım kürede düzenlenmesi kararlaştırılmış ve yer olarak Buenos Aires seçilmiştir. Vogelstein ile birlikte Borges da davetliler arasındadır. Davetlilerden biri otel odasında ölü olarak bulunmuştur. Maktulle daha önce sorun yaşayan üç kişi de davetliler arasındadır ve aynı otelde kalmaktadır. Katilin kim olduğu saptanamamıştır. Entelektüel hikâye orta yerinden bir polisiyeye dönüşmüştür. Borges ve Vogelstein eldeki verilerden yola çıkarak cinayeti çözmeye girişmişlerdir. Onlara Poe uzmanı ve kriminolog olan Cuervo eşlik etmektedir.
Gizemli dil, kelime oyunları, gösterişli cümleler, alegoriler, alıntılar, atıflar… Buna Borges’ın (ya da yazarın) parlak zekası da eklenince keyifli bir metin çıkmış ortaya. Açıkçası entelektüel tartışma metni, polisiye romanı derken okuru bambaşka bir âlemde dolaştırıyor yazar. Metnin çok yönlü, çok katmanlı ve çok çağrışımlı yapısında kaybolup gidiyorsunuz.
Eserde fantastik öğelere oldukça fazla yer verilmiş fakat fantastik öğelerin hayatın soyut bir uzamı olarak ele alınması eseri gerçeklikten koparmamış. Metnin tamamına keder yayan kaderci bir bakış hâkim olmakla birlikte hikâyenin kendine has ‘matrak’ bir havası da var. Ara ara vurgulanan ve metindeki kederi unutturmayan “coğrafya kaderdir” ibaresi ‘leitmotive’ olarak değerlendirilebilir. Coğrafya demişken, eserin zaman ve mekân düzeyi ayrıca tarih ve coğrafya şeklinde de yorumlanabilir. Dahası, işaret edilen coğrafik bölgeler arasında ezoterik/metafizik bir bağ kurulmaya çalışılmış. Kuzey-Güney karşıtlığı ve/veya gerilimi manyetizmanın ötesine geçerek metafizik bağlamda değerlendirilmiş.
Borges ve Sonsuz Orangutanlar için tam anlamıyla evrensel bir atıflar kitabı diyebiliriz. Kötücül düşüncenin faaliyetlerini metafizik bir düzeyde metne taşıyan yazar şeytani bir gücün hayata yaptığı etkiye dikkat çekiyor. Bu bağlamda Avrupa’daki tarihsel ve gizli kabalistik yapılanmaya değiniyor. Yapılan atıflarda ağır İngiliz etkisi görülen işgalci Amerikan düşüncesinin yanında Antik Mısır ve Antik Yunan felsefesi de nasibini alıyor. Fiziki işgalin ötesinde kültürel işgale göndermeler bulunuyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık teolojisinden aralarındaki çatışmaya, yerel inançlardan mitolojiye, ezoterizmden okültizme, mistisizmden kabalaya, antik toplumlardan modern toplumlara, siyaset ve sanata kadar çok geniş bir değini evreni var. Hatta İslam’dan izler bile görülüyor. Başka yazarlar ve eserlere yapılan atıflar da cabası… Bütün bu ‘karmaşaya’ Borges ve Vogelstein’ın bir cinayeti çözümleyen zeka gösterisi eşlik ediyor. Borges ve Sonsuz Orangutanlar’da entelektüel bir atmosferde gerçekleşen gecikmiş bir ‘hesaplaşmaya’ tanık oluyor okuyucu.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
25 Aralık 2018 Salı
Suç ve Ceza ya da suçlar ve cezalar
Tek bir hayatın alınması karşılığında binlercesi kurtulacaksa cinayet mazur görülebilir mi? Cinayetin sonrasında vicdan ile savaşından insan aklı galip çıkar mı? Peki, toplumu oluşturan bütün fertler bu fikirle hareket ederse düzen ne olur? Dostoyevski Suç ve Ceza’da Raskolnikov’a taammüden kasten bir tefeci kadını öldürtmek suretiyle bu üç sorunun cevabını arar. Kahramanın bu cinayeti işlemesinde yoksulluk, yarıda kalan eğitiminin verdiği huzursuzluk hissi, anne ve kız kardeşinin beklentilerini boşa çıkarma durumu gibi zahirî sebepler olmakla birlikte esas sebep Raskolnikov’un kendini sıradan insanların üzerinde, kuralların ötesine geçebilecek kararları alıp uygulayabilecek yetkinlikte görmesidir. Lakin Raskolnikov her ne kadar kendi doğrusuna iman etmiş olsa da cinayetten sonra aklı ile vicdanı arasında gerçekleşen savaş vicdanı adına neticelenir. Kitap bu yönüyle seçkin bireycilik ve rasyonalizmin bir hicvidir. Bununla birlikte Dostoyevski Suç ve Ceza’da suçun toplum hayatında bir gerçek olduğu kadar her suça isabet eden bir takım cezaların olduğunu ortaya koyduğu birçok karakterle gösterir. Suçun hukuk, ahlak ve din kurallarında haddi aşma olduğunu kabul edersek Raskolnikov ile birlikte romanın kahramanları olan diğer karakterlerinin de birtakım ahlaki düşkünlükleri -suçları- ve bu düşkünlüklerinin -ister dış etkilerden ister kişiliklerinin marazi yapısından kaynaklı olsun- birer çeşit cezaya denk gelen sonuçlarının olduğu görülür.
Suç ve Ceza’nın ana iskeletini oluşturan karakterlerin tahlilini daha kolay yapabilmek adına kitabın önemli isimlerini Raskolnikov ile olan münasebetleri bağlamında bir araya toplamak faydalı olacaktır. Böyle bir gruplandırma işine girişildiğinde dört ana grubun teşekkül ettiği görülür. Bunlardan birincisi Raskolnikov, annesi, kız kardeşi, kız kardeşinin nişanlısı, kız kardeşinin yanında çalıştığı zengin kadın ve bu kadının kocasının oluşturduğu gruptur. Raskolnikov’un annesi olan Pulheriya Aleksandrovna, Raskolnikov’un kız kardeşini (Dunya) zengin ve hukuk bürosu sahibi olan Luzhin ile evlendirme niyetindedir. Yalnız Luzhin öncelikle cimriliği daha sonrasında ise evliliğe ve kadınlara olan marazi bakış açısı ile dikkat çeken bir karakterdir. Pulheriya Aleksandrovna’nın bu evliliği istemesinin nedeni Raskolnikov başta olmak üzere diğer aile fertlerinin geleceğini garanti altına almaktır. Bu temelsiz evliliğe karşı durma refleksini gösteremeyen anne, Raskolnikov’un hapis hayatının başlangıcından sonra bir nevi buhran geçirerek ölür. Dunya’nın nişanlısı olan Luzhin’in cimri ve evlilik hakkında patalojik düşünceleri olan bir oportünist olduğunu söylemiştik. Yine Luzhin sırf Raskolnikov’dan intikam almak için Sonya’nın cebine para koyarak onu hırsızlıkla suçlayacak bir müfteridir. Onun tuzak kurduğunu gören ve itirafta bulunan oda arkadaşı sayesinde hem itibarını hem de nişanlısını kaybeder. Marfa Petrovna, Dunya’nın zengin ev sahibesidir. Bu kadın kocası olan Svidrigaylov -kumar yüzünden hapse düşmüş bir hilekâr- ile bir nevi evlilik sözleşmesi yaparak onu şehirden taşraya getirtmiştir. Bu yaptıkları anlaşmayla Svidrigaylov’un ufak tefek çapkınlıklarına göz yumacaktır. Fakat Svidrigaylov muhtemeldir ki bu hayata katlanamayarak Marfa Petrovna’yı zehirleyerek öldürür. Aynı zamanda bir başka cinayetin de şüphelisi olan Svidrigaylov’un Raskolnikov ile olan konuşmalarından anlaşılacağı üzere birtakım patalojik cinsel eğilimleri vardır. Svidrigaylov Dunya’ya duyduğu kuvvetli hislerin karşılık bulmayacağını gördükten sonra intihar eder.
İkinci grupta ise Raskolnikov’un tefeci kadını öldürmek için keşif yapmasının ertesinde meyhanede karşılaştığı ve hayat hikâyesini bu sahnede dinlediğimiz Marmeladov, eşi ve kızı vardır. Marmeladov kendini alkolle küçük düşürmüş eski bir devlet memurudur. Bağımlılığı yüzünden hem işini hem karısı (Katerina İvanovna) ve çevresinin saygısını yitirmekle kalmayıp kızını (Sonya) ailesini geçindirmek için bedenini satması noktasına getirmiş bir babadır. Marmeladov yine sarhoş olduğu bir zamanda atların altında kalarak ağır yaralanır ve sonrasında ölür. Katerina İvanovna ise içinde bulundukları sefaletten kurtulma adına kızına fahişeliği telkin eden kişidir. Bunu yanında geçmiş günlerde kalmış bir hayalperesttir. Zaten veremin pençesinde olan Katerina önce delirir sonra vereminde etkisi ile ölür. Yukarıda suçunu zikredilen Sonya ise Raskolnikov ile birlikte sürgüne gider ve burada kendini bir nevi hayır işlerine adayarak cezasını çeker.
Üçüncü grup ise Alena İvanovna (tefeci kadın) ve kız kardeşi Lizeveta’dır. Lizevetta çekingen, uysal neredeyse aptal bir kadındır. Alena İvanovna’nın her türlü hakaretine maruz kalan Livezeta da Raskolnikov’un planında olmamasına rağmen cinayet mahalline zamansız gelmesinden dolayı öldürülür.
Stefan Zweig, “Dostoyevski’de İnsan” serlevhalı yazısında “Dostoyevski’nin insanları yetkinlikten sonrasız uzaktırlar… O insanları ancak kendi içlerinde parçalanmış ve sorunlu oldukları sürece roman kahramanı ve sanatsal açıdan işlemeye değer görür. Yetkinleri; olgunluğa erişmişleri ise bir ağacın yemişlerini silkip atması gibi atar.” diyerek Dostoyevski’nin roman kahramanı seçme biçimini eleştirse de Suç ve Ceza’da yukarıda zikredilen ilk üç gruba ilaveten bir dördüncü grup diyebileceğimiz karakter topluluğu vardır ki -Raskolnikov’un arkadaşı olan Razumihin, hizmetçi kız Nastasya ve Razumihin’in arkadaşları (Zosimov, Zametov, Porfiri) bu gruba dâhil edilebilir- Zweig’ın nitelendirdiği gibi yetkinlikten uzak ya da yukarıda bahsedilen ahlaki düşkünlüklerden berî kimselerdir.
Nihayette Suç ve Ceza’da roman karakterlerini Raskolnikov ile ilişkileri bağlamından başka normatif bir hayat çizgisine sahip olanlar, suçlular ve bu suçlar karşısında pasif bir tavır takınarak suçlu konuma düşenler olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür. Dostoyevski’ye göre cinayet, tefecilik, cinsel sapkınlık, alkol ve kumar bağımlılığı, fahişelik, cimrilik ve birçok suçun varlığı reddedilemez gerçeklerdir. Bunun yanında bu suçların failleri ile birlikte onları azmettiren ya da bu kural dışılıklarına ses çıkarmayanlarda suçludurlar. Ve eninde sonunda sınırı aşmış bütün bu davranışlar vicdan, otorite ya da ilahi bir yazgı ile cezalandırılır.
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
Suç ve Ceza’nın ana iskeletini oluşturan karakterlerin tahlilini daha kolay yapabilmek adına kitabın önemli isimlerini Raskolnikov ile olan münasebetleri bağlamında bir araya toplamak faydalı olacaktır. Böyle bir gruplandırma işine girişildiğinde dört ana grubun teşekkül ettiği görülür. Bunlardan birincisi Raskolnikov, annesi, kız kardeşi, kız kardeşinin nişanlısı, kız kardeşinin yanında çalıştığı zengin kadın ve bu kadının kocasının oluşturduğu gruptur. Raskolnikov’un annesi olan Pulheriya Aleksandrovna, Raskolnikov’un kız kardeşini (Dunya) zengin ve hukuk bürosu sahibi olan Luzhin ile evlendirme niyetindedir. Yalnız Luzhin öncelikle cimriliği daha sonrasında ise evliliğe ve kadınlara olan marazi bakış açısı ile dikkat çeken bir karakterdir. Pulheriya Aleksandrovna’nın bu evliliği istemesinin nedeni Raskolnikov başta olmak üzere diğer aile fertlerinin geleceğini garanti altına almaktır. Bu temelsiz evliliğe karşı durma refleksini gösteremeyen anne, Raskolnikov’un hapis hayatının başlangıcından sonra bir nevi buhran geçirerek ölür. Dunya’nın nişanlısı olan Luzhin’in cimri ve evlilik hakkında patalojik düşünceleri olan bir oportünist olduğunu söylemiştik. Yine Luzhin sırf Raskolnikov’dan intikam almak için Sonya’nın cebine para koyarak onu hırsızlıkla suçlayacak bir müfteridir. Onun tuzak kurduğunu gören ve itirafta bulunan oda arkadaşı sayesinde hem itibarını hem de nişanlısını kaybeder. Marfa Petrovna, Dunya’nın zengin ev sahibesidir. Bu kadın kocası olan Svidrigaylov -kumar yüzünden hapse düşmüş bir hilekâr- ile bir nevi evlilik sözleşmesi yaparak onu şehirden taşraya getirtmiştir. Bu yaptıkları anlaşmayla Svidrigaylov’un ufak tefek çapkınlıklarına göz yumacaktır. Fakat Svidrigaylov muhtemeldir ki bu hayata katlanamayarak Marfa Petrovna’yı zehirleyerek öldürür. Aynı zamanda bir başka cinayetin de şüphelisi olan Svidrigaylov’un Raskolnikov ile olan konuşmalarından anlaşılacağı üzere birtakım patalojik cinsel eğilimleri vardır. Svidrigaylov Dunya’ya duyduğu kuvvetli hislerin karşılık bulmayacağını gördükten sonra intihar eder.
İkinci grupta ise Raskolnikov’un tefeci kadını öldürmek için keşif yapmasının ertesinde meyhanede karşılaştığı ve hayat hikâyesini bu sahnede dinlediğimiz Marmeladov, eşi ve kızı vardır. Marmeladov kendini alkolle küçük düşürmüş eski bir devlet memurudur. Bağımlılığı yüzünden hem işini hem karısı (Katerina İvanovna) ve çevresinin saygısını yitirmekle kalmayıp kızını (Sonya) ailesini geçindirmek için bedenini satması noktasına getirmiş bir babadır. Marmeladov yine sarhoş olduğu bir zamanda atların altında kalarak ağır yaralanır ve sonrasında ölür. Katerina İvanovna ise içinde bulundukları sefaletten kurtulma adına kızına fahişeliği telkin eden kişidir. Bunu yanında geçmiş günlerde kalmış bir hayalperesttir. Zaten veremin pençesinde olan Katerina önce delirir sonra vereminde etkisi ile ölür. Yukarıda suçunu zikredilen Sonya ise Raskolnikov ile birlikte sürgüne gider ve burada kendini bir nevi hayır işlerine adayarak cezasını çeker.
Üçüncü grup ise Alena İvanovna (tefeci kadın) ve kız kardeşi Lizeveta’dır. Lizevetta çekingen, uysal neredeyse aptal bir kadındır. Alena İvanovna’nın her türlü hakaretine maruz kalan Livezeta da Raskolnikov’un planında olmamasına rağmen cinayet mahalline zamansız gelmesinden dolayı öldürülür.
Stefan Zweig, “Dostoyevski’de İnsan” serlevhalı yazısında “Dostoyevski’nin insanları yetkinlikten sonrasız uzaktırlar… O insanları ancak kendi içlerinde parçalanmış ve sorunlu oldukları sürece roman kahramanı ve sanatsal açıdan işlemeye değer görür. Yetkinleri; olgunluğa erişmişleri ise bir ağacın yemişlerini silkip atması gibi atar.” diyerek Dostoyevski’nin roman kahramanı seçme biçimini eleştirse de Suç ve Ceza’da yukarıda zikredilen ilk üç gruba ilaveten bir dördüncü grup diyebileceğimiz karakter topluluğu vardır ki -Raskolnikov’un arkadaşı olan Razumihin, hizmetçi kız Nastasya ve Razumihin’in arkadaşları (Zosimov, Zametov, Porfiri) bu gruba dâhil edilebilir- Zweig’ın nitelendirdiği gibi yetkinlikten uzak ya da yukarıda bahsedilen ahlaki düşkünlüklerden berî kimselerdir.
Nihayette Suç ve Ceza’da roman karakterlerini Raskolnikov ile ilişkileri bağlamından başka normatif bir hayat çizgisine sahip olanlar, suçlular ve bu suçlar karşısında pasif bir tavır takınarak suçlu konuma düşenler olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür. Dostoyevski’ye göre cinayet, tefecilik, cinsel sapkınlık, alkol ve kumar bağımlılığı, fahişelik, cimrilik ve birçok suçun varlığı reddedilemez gerçeklerdir. Bunun yanında bu suçların failleri ile birlikte onları azmettiren ya da bu kural dışılıklarına ses çıkarmayanlarda suçludurlar. Ve eninde sonunda sınırı aşmış bütün bu davranışlar vicdan, otorite ya da ilahi bir yazgı ile cezalandırılır.
Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha
Tanıdık bir hikâye
"Okumak, yüzünü kapamaktır, yazmaksa yüzünü göstermek."
- Alejandro Zambra
Bazen darbelerin olmadığı bir tarih düşünür, bir dış müdahalenin olmadığı tarihin doğal seyri içinde filizlenmiş ülkeler düşünürüm. Sonra gerçek dünyanın sertliğiyle yüzleşmek zorundayken bulurum kendimi.
Yoksulların babası olarak anılan Şili’nin sosyalist lideri kendi topraklarındaki madenleri Amerikan şirketlerinin işletmesine karşı çıkıp millileştirme hareketine giriştiğinde bir CIA darbesiyle hem koltuğundan hem de pek önemsemediği hayatından ve en önemlisi de Şili’sinden ayrı kalmak durumunda kalmasaydı bu Güney Amerika ülkesinin ahvali nice olurdu acaba?
Roberto Bolano’nun Uzak Yıldız romanından sonra Pinochet darbesiyle Şili’de yaşanan toplumsal yıkıma dair ikinci bir romanla hemhal olunca aklıma takılan soru şu? Bu dünya düzeninde gücü yetenin yumruğunu ensemizde her daim hissedeceksek bu onursuz yaşamak, yaşamak mıdır?
Alejandro Zambra’nın “Eve Dönmenin Yolları” romanı bir hesaplaşma romanı. Roman şöyle başlıyor ve başlar başlamaz okuyucu kendini bir metaforun içinde buluyor.
“Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım. Aklım başka yere gitmişti, birden annemle babamı kaybettim. Korktum ama sonra yolumu buldum ve eve onlardan önce vardım-ümitsizlik içinde beni arıyorlardı. Ama bence o akşamüstü onlar kaybolmuştu. Çünkü ben eve dönmeyi biliyordum ama onlar bilmiyordu.”
Romanın ikinci bölümüne başlarken ise bizi pek de alışık olmadığımız bir giriş karşılıyor.
“Roman yavaş yavaş ilerliyor. Sanki varmış ya da bir zamanlar var olmuş gibi Claudia’yı düşünüyorum.”
Tam burada bir dumur olma durumuyla karşılaşıyorsunuz. Bir çocuğun zihniyle aktarılan birinci bölüm aslında anlatıcının yazmaya çalıştığı bir romanmış ve Claudia diye biri yokmuş. Böylece kurgu içinde kurgu, roman içinde roman gibi bir durumla karşı kaşıya kalıyoruz ve şunu belirtmekte fayda var; ilk bölüm bir çocuk zihni aktarımı olarak oldukça berrak, son derece başarılı bir çocuk dili hissi uyandırıyor. Akıllara Faulkner’ın Ses ve Öfke’si geliyor elbet. Ve bu katmanlı hal devam ediyor. Anlatıcının romanını bir yandan okurken bir yandan da bu romanı yazma serüvenini okuyoruz. Darbeden bozgun olarak bahsedilen ve o dönemin toplumsal yıkımını hiç de ajitasyona düşmeden oldukça yüzeysel anlatıp darbenin bir çocuk zihnindeki yansımalarını okuyoruz.
Oldukça dağınık bir roman aynı zamanda. Kısa bölümlerden oluşuyor. Zihinsel dalgalanmalar, konudan konuya geçmeler derken romanın tarzı biraz da bu oluyor ki yazar bunu köşeleri aydınlatmak olarak ifade ediyor. Tüm bu yönleriyle yani tekniğiyle öne çıkıyor roman. Tam da bir kurmaca dersinin konusu olabilecek bir kitap.
Çiğdem Öztürk’ün metnin İspanyolca aslından yaptığı çeviri de oldukça başarılı.
Kitaptan aklımda kalacak hiç unutmayacağım cümle ise şu: “Çünkü her ne kadar yabancının hikayesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikayemizi anlatırız."
Darbenin geride bıraktığı toplumsal hayat ve yansımasıyla, romanın bir depremle açılıp bir depremle kapanmasıyla, insan ilişkileriyle oldukça tanıdık ve bizden bir hikâye. Ayrıca berrak üslubuyla damakta tat bırakıyor.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
- Alejandro Zambra
Bazen darbelerin olmadığı bir tarih düşünür, bir dış müdahalenin olmadığı tarihin doğal seyri içinde filizlenmiş ülkeler düşünürüm. Sonra gerçek dünyanın sertliğiyle yüzleşmek zorundayken bulurum kendimi.
Yoksulların babası olarak anılan Şili’nin sosyalist lideri kendi topraklarındaki madenleri Amerikan şirketlerinin işletmesine karşı çıkıp millileştirme hareketine giriştiğinde bir CIA darbesiyle hem koltuğundan hem de pek önemsemediği hayatından ve en önemlisi de Şili’sinden ayrı kalmak durumunda kalmasaydı bu Güney Amerika ülkesinin ahvali nice olurdu acaba?
Roberto Bolano’nun Uzak Yıldız romanından sonra Pinochet darbesiyle Şili’de yaşanan toplumsal yıkıma dair ikinci bir romanla hemhal olunca aklıma takılan soru şu? Bu dünya düzeninde gücü yetenin yumruğunu ensemizde her daim hissedeceksek bu onursuz yaşamak, yaşamak mıdır?
Alejandro Zambra’nın “Eve Dönmenin Yolları” romanı bir hesaplaşma romanı. Roman şöyle başlıyor ve başlar başlamaz okuyucu kendini bir metaforun içinde buluyor.
“Bir keresinde kayboldum. Altı ya da yedi yaşındaydım. Aklım başka yere gitmişti, birden annemle babamı kaybettim. Korktum ama sonra yolumu buldum ve eve onlardan önce vardım-ümitsizlik içinde beni arıyorlardı. Ama bence o akşamüstü onlar kaybolmuştu. Çünkü ben eve dönmeyi biliyordum ama onlar bilmiyordu.”
Romanın ikinci bölümüne başlarken ise bizi pek de alışık olmadığımız bir giriş karşılıyor.
“Roman yavaş yavaş ilerliyor. Sanki varmış ya da bir zamanlar var olmuş gibi Claudia’yı düşünüyorum.”
Tam burada bir dumur olma durumuyla karşılaşıyorsunuz. Bir çocuğun zihniyle aktarılan birinci bölüm aslında anlatıcının yazmaya çalıştığı bir romanmış ve Claudia diye biri yokmuş. Böylece kurgu içinde kurgu, roman içinde roman gibi bir durumla karşı kaşıya kalıyoruz ve şunu belirtmekte fayda var; ilk bölüm bir çocuk zihni aktarımı olarak oldukça berrak, son derece başarılı bir çocuk dili hissi uyandırıyor. Akıllara Faulkner’ın Ses ve Öfke’si geliyor elbet. Ve bu katmanlı hal devam ediyor. Anlatıcının romanını bir yandan okurken bir yandan da bu romanı yazma serüvenini okuyoruz. Darbeden bozgun olarak bahsedilen ve o dönemin toplumsal yıkımını hiç de ajitasyona düşmeden oldukça yüzeysel anlatıp darbenin bir çocuk zihnindeki yansımalarını okuyoruz.
Oldukça dağınık bir roman aynı zamanda. Kısa bölümlerden oluşuyor. Zihinsel dalgalanmalar, konudan konuya geçmeler derken romanın tarzı biraz da bu oluyor ki yazar bunu köşeleri aydınlatmak olarak ifade ediyor. Tüm bu yönleriyle yani tekniğiyle öne çıkıyor roman. Tam da bir kurmaca dersinin konusu olabilecek bir kitap.
Çiğdem Öztürk’ün metnin İspanyolca aslından yaptığı çeviri de oldukça başarılı.
Kitaptan aklımda kalacak hiç unutmayacağım cümle ise şu: “Çünkü her ne kadar yabancının hikayesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikayemizi anlatırız."
Darbenin geride bıraktığı toplumsal hayat ve yansımasıyla, romanın bir depremle açılıp bir depremle kapanmasıyla, insan ilişkileriyle oldukça tanıdık ve bizden bir hikâye. Ayrıca berrak üslubuyla damakta tat bırakıyor.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
19 Aralık 2018 Çarşamba
Sembolleriyle ve duygularıyla Yeni Osmanlıcılık
Bir fotoğraf. Üsküdar'da bir gıda marketi zincirinin açılışı. Bir taraftan tek sıra hâlinde ilerleyen mehter takımı. Sancağıyla, bayrağıyla, kılık kıyafet ve sazlarıyla tam tekmil. Mehter takımının hemen yanında bir palyaço. O, mehter takımına nazaran kaldırımdan yürüyor. Çünkü akşam oradan evine dönecek, araba almayacak onu. Rengârenk kostümüyle, makyajıyla, sıkılmış yumrukları ve bakışlarıyla adımlarını uydurmaya çalışıyor mehter takımına. Tam bir Yeni Osmanlıcılık fotoğrafı. Her hava ve zemin koşuluna uygun, bazen kaygan bazen ciddi, kucaklayıcı kapsayıcı kuşatıcı, alayına gider ve tıpış tıpış döner, iki ileri üç geri bir "Yeni Türkiye" ürünü. Kımıl kımıl, yanarlı dönerli. Bir semazeni eksik bu fotoğrafın sadece. Belki açılışın akşamına gelecektir o da. Meşaleli, mangallı bir 'kokteyl'i süsleyecektir. Hatta yıl sonu münasebetiyle bir de Noel Baba olsa, hani medeniyetlerin kesiştiği yer hesabı. Neden olmasın? Yeni Osmanlıcılık'ta 'her şeye' yer var.
Nagehan Tokdoğan ismini daha önce dilimize kazandırdığı Susan Neiman eserleriyle biliyordum. Hatta bu eserlerden "Niçin Büyüyelim?" için bir yazı da yazmıştım. Tokdoğan bu kez bir 'Yeni Türkiye' resmi çizmek için kolları sıvamış ve akademik anlamda da yer edecek bir kitaba imza atmış. Önsözün epigrafı olarak kullandığı, Psikiyatr Erdoğan Özmen'e ait "Sembolize edilmemiş her kayıp, sonraki kuşaklara musallat olmak üzere daima geri döner" cümlesi, Yeni Osmanlıcılık denen kavramın gündelik hayatımızın her yerine nasıl ve neden bu kadar sert biçimde girdiğini anlatıyor gibi. Sonraki sayfalarda görüyoruz ki Yeni Osmanlıcılık kavramının çıkış sebeplerinden biri aslında psikolojik: Hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışıyla tam manasıyla helalleşilemedi. Gerçekten bir vedalaşma olamadı. Hep bir hesaplaşma aracı olarak siyaset sahnesinde çoğu zaman yüksek perdeden, bazen de daha hafif bir tonda karşımıza çıktı. Tokdoğan, bu sürecin sanılanın aksine Adnan Menderes'le değil Turgut Özal'la başladığını ancak Tayyip Erdoğan'la birlikte zirveye taşındığını güçlü bir gözlem gücü eşliğinde okuyucuya anlatıyor. Zaman zaman bu anlatıma fotoğraflar ve sosyal mecralardan çeşitli görseller de eşlik ediyor. Meselenin özü şu cümlelerde: "Osmanlıcılık fikrinin, doğumu ve ölümü yeni rejim tarafından hiçbir zaman net olarak ortaya konulamamış bir hayalet olarak her daim ortalıkta dolaştığı yönünde bir anlatı ortaya çıkar... Yeni rejimin kurucuları, 1918 yılı itibariyle "Osmanlı'nın ölmesine ve defnedilmesine müsaade etmemişlerdir." Kurtuluş Savaşı esnasında Osmanlı'nın ruhunu Anadolu'ya çağırarak, savaş sonrasından saltanatın kaldırılmasına kadar geçen süreçte onu çepere itip marjinalleştirerek, inkılaplar döneminde ise Osmanlı'yı, yeni rejimin karşıtı hatta hasmı, radkikal değişimlerin icat ve inşasının meşruiyet zemini olarak bir şekilde hep var etmişlerdir."
AKP'nin duygu siyasetini ilk yıllarından itibaren inceleyen bir kitap Yeni Osmanlıcılık. Dolayısıyla hınç, nostalji, narsisizm gibi 'duygu'lar Yeni Osmanlıcılık kavramanına ne zaman, hangi hâllerde başvurulduğunu da doğrudan gösteriyor. Aksu Bora'nın kitabın sunuş yazısında belirttiği gibi sık sık fakir ama gururlu genç hikâyesi çıkıyor karşımıza. Böylece "Mağduriyetin zafere dönüştüğü kritik anlara, mağduriyet hikâyesinin iktidar hikâyesine evrilmesine" kitabın başından itibaren tanıklık ediyoruz.
Kitabın duygu haritası çıkarmak dışındaki ikinci ve belki de en kritik görevi, 'sembolik siyaset'in ne olduğuna dair çarpıcı bir kronoloji sunması. Zira 'Osmanlı'nın ihyası' sadece siyaset eliyle gerçekleşse de çeşitli semboller yoluyla hayatımızın her anına, hiç de öyle izin almadan gümbür gümbür girdi. Özellikle İstanbul başlı başına bir sembolik mekân hâlini aldı. Ayasofya, Çamlıca Camii, Atatürk Kültür Merkezi, Topçu Kışlası, Panorama 1453 Fetih Müzesi, Yenikapı Meydanı; Yeni Osmanlıcı anlatının birer sembolik mekânı. Bir de devreleri yakan çılgın projeler var. Bu projeler türlü biçimlerde eleştirilir, sevilmez yahut beğenilir burası ayrı. Ancak her biri "ecdadın hayallerini ve/veya projelerini gerçekleştirmek" türünden sloganlarla gerçekleştirilince işin rengi değişiyor elbette. Tüm bunlara, bitmek bilmez inşaatların birer gurur kaynağı olması hadisesi de eklenebilir. Şöyle diyor Tokdoğan: "AKP'nin inşaat sektörü aracılığıyla paylaşıma açtığı rant, tam da geniş toplum kesimlerine vaat ettiği zenginlikle meşruiyetini kazandı. Yeni Osmanlıcılık ise, bu ikna üreetim sürecinin belki de en temel duygusal motifini teşkil etti. İnşaat, her şeyden önce milli onurun/gururun inşası halini aldı."
Mağduriyet mirasının lider aracılığıyla aktarımı elbette Erdoğan'la birlikte zirve yaptı. Geçmişin yaraları karşılığında hesap çoğu zaman Batı'ya, bir de içimizdeki Batı'ya kesildi. "İçimizdeki Batı" söylemi bir silahtı ve bu silah "benim milletim" dışında kalan her tabakaya çevrilebilirdi. Öyle de oldu. "CHP ve zihniyeti" her yönüyle bu silahın ilk döndüğü yerdi. Davos çıkışından itibaren II. Abdülhamid'le birçok yönden bir tutuldu Erdoğan ve bu yönde ciddi bir edebiyat geliştirildi. Kitaplar, filmler, dizilerdeki işaretler, sosyal medyadaki Osmanlı gruplarının paylaşımları... Mağdurdan muktedire giden bu anlatıda intikam, tehdit ve hınç vazgeçilmez bir üçlü oldu. Zaten Yeni Osmanlıcılık denen kavram da AKP'nin jargonuna bir dış politika vizyonu olarak girmişti. Dışarıya yönelik gelişse de daima içeriye hitap etti. Kitlelerin duygusunu harekete geçirecek, milli kimliği yeniden restore edecek ("yeniden diriliş") politik bir anlatı haline geldi. Çok da sevildi, hem bu anlatıyı kullananlar hem de bu anlatıyı dinleyenler tarafından. Tokdoğan burada pek de görülmeyen bir konuyu da fısıldıyor: "Aslına bakılırsa Yeni Osmanlıcılık, Türkiye siyasi tarihi boyunca önceki iktidarlar tarafından da çağrılan, başvurulan, siyasal söylemin içine çekilmeye çalışılan bir anlatıydı. Gelgelelim AKP deneyimini öncekilerden ayrıksı kılan, Yeni Osmanlıcılığın ilk defa yalnızca iktidar seçkinleri tarafından ortaya atılmakla kalmayıp, gündelik hayatın pek çok unsurunun içine sızması, kitleler tarafından benimsenmesi ve mütemadiyen yeniden üretilmesi oldu. Başka deyişle Yeni Osmanlıcılık siyasal söylem alanında doğmuş olsa da, banalleşerek sıradan insanın milliyetçiliğinin yeni bir formu haline geldi."
Dışarıdan bakıldığında Yeni Türkiye'nin Yeni Osmanlıcılık anlatısı, "Türkler Osmanlı'yı yeniden hatırladı" şeklinde duruyor. Bu durum hem AKP'nin hem de seçmeninin hoşuna gidiyor. Bir korku yaratmanın, dışarıdan bir tehdit olarak görünmenin dayanılmaz hafifliği. Oysa dışarıdan yaşananın koca bir tebessüm olduğunu dış basın vesilesiyle öğrenebiliyoruz. Abartı, bir noktadan sonra tebessümü getirir. Aslında bu tebessüm, yine bu anlatının en çok başvurduğu eylem olan püskürtme motivasyonunun temel itici gücü. Batı karşısında hiç bitmeyen ve sürekli hortlayan ezikliği hınçla, intikamla, abartı haberlerle ve duygu kanırtan dizilerle püskürtme çabası.
'Karşı' yakada durum daha da hazin. 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde CHP mitinglerinde Kur'an-ı Kerim okunması, Muharrem İnce ve kurmaylarının toplu dualara katılması... Muhalefetin iktidar siyaseti içinde eriyişi, buharlaşıp yok oluşu. Yeni Osmanlıcı duygu ve sembol siyaseti, hem AKP'nin vizyonu anlamında hem de 'Modern Türkiye'nin kalıplarını bozup değiştirmesi anlamında gayet başarılı oldu. Tokdoğan'ın söylediği gibi AKP bu savaştan 'göreli bir galibiyetle' ayrıldı. Ayrıldı diyor çünkü şöyle bir teorisi var: "Diğer yandan bu durum, AKP'nin ve temsil ettiği kitlenin mağduriyet anlatısının ve ona eşlik eden duyguların mobilizasyonunun, cezbediciliğinin, büyüsünün miadının dolduğunu anlamına da gelebilir. Tüm bu varsayımların geçerliliği ve gerçekliğinin önümüzdeki birkaç yıl içinde sınanacağını düşünüyorum.". Yaklaşan seçimler, öncesiyle sonrasıyla yazarın bahsettiği sınanmayı görebileceğimiz bir imkân aynı zamanda.
Bastırılanın geri dönüşüne bir ispattır Yeni Osmanlıcılık anlatısı. Ne yasını tutmaya gönlü var siyasilerin ne vedalaşmaya. O her zaman başvurulacak bir takım çantası çünkü. Üstelik her ortaya çıkışında bizlere yeni, duygu yüklü fotoğraflar sunmaya da devam ediyor. Kitabın kapağı da buna bir örnek. Araba camlarındaki armalardan tuğralı yüzüklere, Osmanlı motifli çay bardaklarından müzik makam isimlerinden süzülüp gelen mekan isimlerine, ihya edilen Osmanlı...
Mesela Yeni Osmanlıcılık size Spor Toto katkılarıyla İslami İlimler Enstitüsü de inşa etmeye kalkar. Tipik bir Yeni Türkiye ürünü, şaşılacak bir şey yok. Ancak slogan şart. Bir adet 'eski' kelime, bir adet harekete geçirecek kelime, biraz da umut kafi: "Talihiniz bol olsun."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Nagehan Tokdoğan ismini daha önce dilimize kazandırdığı Susan Neiman eserleriyle biliyordum. Hatta bu eserlerden "Niçin Büyüyelim?" için bir yazı da yazmıştım. Tokdoğan bu kez bir 'Yeni Türkiye' resmi çizmek için kolları sıvamış ve akademik anlamda da yer edecek bir kitaba imza atmış. Önsözün epigrafı olarak kullandığı, Psikiyatr Erdoğan Özmen'e ait "Sembolize edilmemiş her kayıp, sonraki kuşaklara musallat olmak üzere daima geri döner" cümlesi, Yeni Osmanlıcılık denen kavramın gündelik hayatımızın her yerine nasıl ve neden bu kadar sert biçimde girdiğini anlatıyor gibi. Sonraki sayfalarda görüyoruz ki Yeni Osmanlıcılık kavramının çıkış sebeplerinden biri aslında psikolojik: Hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışıyla tam manasıyla helalleşilemedi. Gerçekten bir vedalaşma olamadı. Hep bir hesaplaşma aracı olarak siyaset sahnesinde çoğu zaman yüksek perdeden, bazen de daha hafif bir tonda karşımıza çıktı. Tokdoğan, bu sürecin sanılanın aksine Adnan Menderes'le değil Turgut Özal'la başladığını ancak Tayyip Erdoğan'la birlikte zirveye taşındığını güçlü bir gözlem gücü eşliğinde okuyucuya anlatıyor. Zaman zaman bu anlatıma fotoğraflar ve sosyal mecralardan çeşitli görseller de eşlik ediyor. Meselenin özü şu cümlelerde: "Osmanlıcılık fikrinin, doğumu ve ölümü yeni rejim tarafından hiçbir zaman net olarak ortaya konulamamış bir hayalet olarak her daim ortalıkta dolaştığı yönünde bir anlatı ortaya çıkar... Yeni rejimin kurucuları, 1918 yılı itibariyle "Osmanlı'nın ölmesine ve defnedilmesine müsaade etmemişlerdir." Kurtuluş Savaşı esnasında Osmanlı'nın ruhunu Anadolu'ya çağırarak, savaş sonrasından saltanatın kaldırılmasına kadar geçen süreçte onu çepere itip marjinalleştirerek, inkılaplar döneminde ise Osmanlı'yı, yeni rejimin karşıtı hatta hasmı, radkikal değişimlerin icat ve inşasının meşruiyet zemini olarak bir şekilde hep var etmişlerdir."
AKP'nin duygu siyasetini ilk yıllarından itibaren inceleyen bir kitap Yeni Osmanlıcılık. Dolayısıyla hınç, nostalji, narsisizm gibi 'duygu'lar Yeni Osmanlıcılık kavramanına ne zaman, hangi hâllerde başvurulduğunu da doğrudan gösteriyor. Aksu Bora'nın kitabın sunuş yazısında belirttiği gibi sık sık fakir ama gururlu genç hikâyesi çıkıyor karşımıza. Böylece "Mağduriyetin zafere dönüştüğü kritik anlara, mağduriyet hikâyesinin iktidar hikâyesine evrilmesine" kitabın başından itibaren tanıklık ediyoruz.
Kitabın duygu haritası çıkarmak dışındaki ikinci ve belki de en kritik görevi, 'sembolik siyaset'in ne olduğuna dair çarpıcı bir kronoloji sunması. Zira 'Osmanlı'nın ihyası' sadece siyaset eliyle gerçekleşse de çeşitli semboller yoluyla hayatımızın her anına, hiç de öyle izin almadan gümbür gümbür girdi. Özellikle İstanbul başlı başına bir sembolik mekân hâlini aldı. Ayasofya, Çamlıca Camii, Atatürk Kültür Merkezi, Topçu Kışlası, Panorama 1453 Fetih Müzesi, Yenikapı Meydanı; Yeni Osmanlıcı anlatının birer sembolik mekânı. Bir de devreleri yakan çılgın projeler var. Bu projeler türlü biçimlerde eleştirilir, sevilmez yahut beğenilir burası ayrı. Ancak her biri "ecdadın hayallerini ve/veya projelerini gerçekleştirmek" türünden sloganlarla gerçekleştirilince işin rengi değişiyor elbette. Tüm bunlara, bitmek bilmez inşaatların birer gurur kaynağı olması hadisesi de eklenebilir. Şöyle diyor Tokdoğan: "AKP'nin inşaat sektörü aracılığıyla paylaşıma açtığı rant, tam da geniş toplum kesimlerine vaat ettiği zenginlikle meşruiyetini kazandı. Yeni Osmanlıcılık ise, bu ikna üreetim sürecinin belki de en temel duygusal motifini teşkil etti. İnşaat, her şeyden önce milli onurun/gururun inşası halini aldı."
Mağduriyet mirasının lider aracılığıyla aktarımı elbette Erdoğan'la birlikte zirve yaptı. Geçmişin yaraları karşılığında hesap çoğu zaman Batı'ya, bir de içimizdeki Batı'ya kesildi. "İçimizdeki Batı" söylemi bir silahtı ve bu silah "benim milletim" dışında kalan her tabakaya çevrilebilirdi. Öyle de oldu. "CHP ve zihniyeti" her yönüyle bu silahın ilk döndüğü yerdi. Davos çıkışından itibaren II. Abdülhamid'le birçok yönden bir tutuldu Erdoğan ve bu yönde ciddi bir edebiyat geliştirildi. Kitaplar, filmler, dizilerdeki işaretler, sosyal medyadaki Osmanlı gruplarının paylaşımları... Mağdurdan muktedire giden bu anlatıda intikam, tehdit ve hınç vazgeçilmez bir üçlü oldu. Zaten Yeni Osmanlıcılık denen kavram da AKP'nin jargonuna bir dış politika vizyonu olarak girmişti. Dışarıya yönelik gelişse de daima içeriye hitap etti. Kitlelerin duygusunu harekete geçirecek, milli kimliği yeniden restore edecek ("yeniden diriliş") politik bir anlatı haline geldi. Çok da sevildi, hem bu anlatıyı kullananlar hem de bu anlatıyı dinleyenler tarafından. Tokdoğan burada pek de görülmeyen bir konuyu da fısıldıyor: "Aslına bakılırsa Yeni Osmanlıcılık, Türkiye siyasi tarihi boyunca önceki iktidarlar tarafından da çağrılan, başvurulan, siyasal söylemin içine çekilmeye çalışılan bir anlatıydı. Gelgelelim AKP deneyimini öncekilerden ayrıksı kılan, Yeni Osmanlıcılığın ilk defa yalnızca iktidar seçkinleri tarafından ortaya atılmakla kalmayıp, gündelik hayatın pek çok unsurunun içine sızması, kitleler tarafından benimsenmesi ve mütemadiyen yeniden üretilmesi oldu. Başka deyişle Yeni Osmanlıcılık siyasal söylem alanında doğmuş olsa da, banalleşerek sıradan insanın milliyetçiliğinin yeni bir formu haline geldi."
Dışarıdan bakıldığında Yeni Türkiye'nin Yeni Osmanlıcılık anlatısı, "Türkler Osmanlı'yı yeniden hatırladı" şeklinde duruyor. Bu durum hem AKP'nin hem de seçmeninin hoşuna gidiyor. Bir korku yaratmanın, dışarıdan bir tehdit olarak görünmenin dayanılmaz hafifliği. Oysa dışarıdan yaşananın koca bir tebessüm olduğunu dış basın vesilesiyle öğrenebiliyoruz. Abartı, bir noktadan sonra tebessümü getirir. Aslında bu tebessüm, yine bu anlatının en çok başvurduğu eylem olan püskürtme motivasyonunun temel itici gücü. Batı karşısında hiç bitmeyen ve sürekli hortlayan ezikliği hınçla, intikamla, abartı haberlerle ve duygu kanırtan dizilerle püskürtme çabası.
'Karşı' yakada durum daha da hazin. 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde CHP mitinglerinde Kur'an-ı Kerim okunması, Muharrem İnce ve kurmaylarının toplu dualara katılması... Muhalefetin iktidar siyaseti içinde eriyişi, buharlaşıp yok oluşu. Yeni Osmanlıcı duygu ve sembol siyaseti, hem AKP'nin vizyonu anlamında hem de 'Modern Türkiye'nin kalıplarını bozup değiştirmesi anlamında gayet başarılı oldu. Tokdoğan'ın söylediği gibi AKP bu savaştan 'göreli bir galibiyetle' ayrıldı. Ayrıldı diyor çünkü şöyle bir teorisi var: "Diğer yandan bu durum, AKP'nin ve temsil ettiği kitlenin mağduriyet anlatısının ve ona eşlik eden duyguların mobilizasyonunun, cezbediciliğinin, büyüsünün miadının dolduğunu anlamına da gelebilir. Tüm bu varsayımların geçerliliği ve gerçekliğinin önümüzdeki birkaç yıl içinde sınanacağını düşünüyorum.". Yaklaşan seçimler, öncesiyle sonrasıyla yazarın bahsettiği sınanmayı görebileceğimiz bir imkân aynı zamanda.
Bastırılanın geri dönüşüne bir ispattır Yeni Osmanlıcılık anlatısı. Ne yasını tutmaya gönlü var siyasilerin ne vedalaşmaya. O her zaman başvurulacak bir takım çantası çünkü. Üstelik her ortaya çıkışında bizlere yeni, duygu yüklü fotoğraflar sunmaya da devam ediyor. Kitabın kapağı da buna bir örnek. Araba camlarındaki armalardan tuğralı yüzüklere, Osmanlı motifli çay bardaklarından müzik makam isimlerinden süzülüp gelen mekan isimlerine, ihya edilen Osmanlı...
Mesela Yeni Osmanlıcılık size Spor Toto katkılarıyla İslami İlimler Enstitüsü de inşa etmeye kalkar. Tipik bir Yeni Türkiye ürünü, şaşılacak bir şey yok. Ancak slogan şart. Bir adet 'eski' kelime, bir adet harekete geçirecek kelime, biraz da umut kafi: "Talihiniz bol olsun."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
10 Aralık 2018 Pazartesi
İlber Ortaylı'nın gözünden Türkiye'nin yakın tarihi
Türkiye'nin Yakın Tarihi, Mart 2018'de Kronik Kitap'tan çıktı. İlber Ortaylı hoca 5 ayrı başlıkta Türkiye'nin yakın tarihini ustalıkla mercek altına alıyor:
1- Anayasa Tarihimiz
2- Yakın Tarihimiz Üzerine Notlar
3- Türkiye'nin Dış Politikası
4- Tarihten Miraslar
5- Eğitim Sistemimiz
İlk bölümü bir hukuk tarihi incelemesi olarak da okuyabiliriz. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminin toplumsal ve siyasal alandaki sancılarını ve arka planda sosyal reaksiyonlarını bu kitapta zihnimize kazıma imkanı buluyoruz. Batılı devletlerin, Rusya'nın ve Osmanlı'nın 19. yüzyıl ekseninde anayasal değişimleri mukayeseli olarak ele alınıp inceleniyor. İlk meşrutî idarenin oluşumu ve toplumsal karşılığı üzerine eğilip hiçbir yerde duymadığımız bir anekdotu da ayrıca paylaşıyor yazar.
"Reis Ahmet Vefik Paşa valiliklerinden edindiği hoyrat bir üslupla meclisi yönetiyordu. "Söyledik ya, bu böyle olacak." gibi cevaplarla söz kesiyordu, hatta bir Rum milletvekilini "Otur yerine eşek herif" diye haşladı."
I. Meşrutiyet'in oluştuğu dönemde milletvekillerinin içinde Türkçe bilmeyenlerin dahi olduğuna değinen İlber Ortaylı, bu manzaraları ortaya koyarak çağdaşlaşma başlangıcının zorluklarını ve bugün hayretle karşıladığımız acemiliklerini gözler önüne seriyor.
24, 61 ve 82 anayasalarının getirisi ve götürüsü ile de ele alındığı bu bölümde yazılanları kavrayabilmekte geniş okur kitleleri zannediyorum güçlük çekmeyecektir. Hukuk gibi teknik donanım gerektiren bir alanda, teknik detaylara boğulmadan yapılan aktarımlardaki dil işçiliğini de ayrıca takdir etmemiz gerekiyor.
Ortaylı'nın okuru yoran kuru tarih aktarımından oldukça uzakta kalan, yer yer tebessüm ettiren magazinsel bir üslubu da var. Fakat bu magazinsel oluşun altında dayanağı olmayan ifadeleri değil tarihsel realite ile uyumlu yaklaşımları görüyoruz.
"Aslında çok partili siyasi hayata DP'den evvel Nuri Demirağ'ın kurduğu Milli Kalkınma Partisi ile girdik. Bu parti Demirağ Korusu'ndaki halka açık kuzu ziyafetleri ile birlikte düzenlenen propaganda toplantıları dolayısıyla "kuzu partisi" diye adlandırıldı."
İçerde yaşanan bazı siyasi hadiselerin bir başka ülkede de benzerlerinin yaşandığı ifade edilerek, okura geniş perspektiften bir tarih okuması yapma imkanı da tanınıyor aynı zamanda.
"Daha birkaç hafta evvel birbirleriyle meydan muharebesi yapan liderler, birlikte durum muhakemesi yaptılar. Bu tip siyasi hapishane arkadaşlıkları geleceğin inşasında olumlu rol oynar. Nitekim benzetmek gibi olmasın, Avusturya'nın sosyalistleri ve merkez muhafazakarları, Nazi döneminde geçirdikleri hapishane yıllarında; geleceği daha kolay inşa edebilecek hareket tarzını benimsemişlerdi."
Gündemimizi yer yer işgal eden, üzerinde çokça kalem oynatılan güncel tartışmalara ise yazar, romantik değil teknik, rasyonel veriler ve konjonktürel gerçekler ışığında bir yerinden dahil oluyor.
"Hilafetin bu asırda restore edilmesi mümkün mü? Şüphesiz hayır. Bu kadar çok milli devletin, liderlik iddiasının ve maalesef mezhep çatışmalarının dorukta olduğu İslam dünyasında bu kurumun ihya edilmesi mümkün değildir. Bir yerde herkes kendinin halifesidir. Hilafetin kime nasıl geçeceği konusunda da sarih hüküm yoktur. Hilafet iktidar ister. Cihanşümul iktidar Osmanlı ile tarihe karışmıştır."
Okur yer yer milliyetçi reflekslerle dile getirilmiş kısımlarla karşılaşsa da, bunun kuru fanatizme yaslanan bir milliyetçi tavır olmadığını hemen fark edecektir. Gerçeklikle kurulan ilgi ve ciddiyet düşünüldüğünde, oldukça kıymetli değerlendirmelerdir bunlar. Çeşitli toplum kesimlerinin günden güne aşağılık kompleksine kapıldığı günümüzde, kendi devlet ve millet geleneğine özgüvenle yaklaşan entelektüellere ihtiyacımız var elbette.
"Bu ülkede 60 yıllık kesintisiz seçim yapıldı. Hatta darbelere, anayasa değişikliklerine rağmen seçim dönemleri pek aşılmadı ve Türk halkı usulüne uygun rey vermeyi alışkanlık edindi. Adil seçimin çoğu ülkede bir problem olduğu ve seçimlerin beynelmilel gözlem konusu haline geldiğini unutmayalım."
"Ne olursa olsun, bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca sorun olan kanuni ve sağlıklı seçim icrası Türk demokrasisi için büyük bir sorun değildir. Türkiye bazılarının küçümsediği sandık demokrasisini başından beri götürebilmiştir."
İlber Ortaylı'nın 1947'de doğmuş olması aynı zamanda kendisini yakın tarihimizin tanığı haline de getiriyor. O kadar ki 6-7 Eylül olaylarını, bizzat o günleri yaşamış olan yazardan dinleme imkanı buluyoruz. Eser bir anda anı niteliğini de kazanmaya başlıyor burada.
"Hatırladığım ilk olay Yeşilköy'deki şarküterinin encamıydı. Dükkan darmadağındı, havyarlar saçılmıştı; yağmacılar garip peynirleri tatmadan dağıtmışlardı, anlaşılan tahin helvası ile beyaz peynir aramışlardı."
Eserin ilerleyen bölümlerinde, İtalya ile olan diplomatik ilişkilerimizin tarihi ele alınırken birdenbire kendimizi etimolojik tespitlerin içinde buluyoruz. Bu durumu Ortaylı'nın entelektüel yelpazesinin genişliğiyle açıklıyorum ben.
"Gemicilik terimleri dışında, İstanbul ve İzmir argosu da İtalyanca deyimlerle doludur; "mantenuta" (kapatma-metres) karşılığı olarak "montinata" veya "manita" diye geçer. "Alırım façanı aşağı" diyen adamların bu kelimenin "faccia"den geldiğini bildiklerini sanmayız. "Bu işin raconu böyledir" diyenler, "racon" kelimesinin İtalyanca "raggione"den geldiğini belki bilmezler."
Son olarak Hoca'nın mimariye ve imara dönük eleştiri ve yaklaşımlarını görüyoruz.
"Şam ve Halep'in nüfusu da Ankara ve İstanbul gibi 10 misli artmasına rağmen ne gökdelenler şehri boğuyor, ne eski yapıların yerini briket binalar istila etmiş, ne de yeşillik alanlara kaçak yapılar dikiliyor. Zaten yeşillik alan Suriye'de bütün Ortadoğu şehirleri gibi en son düşünülen şey ama İstanbul'un hele Bahreyn'in imar gaddarlığı buralara çok uzak."
Aslında toplumun her ferdinin neoliberal mimariye duyduğu öfkenin dile getirilmesi bu. Metropollerdeki yapılaşmanın çarpıklığı, son dönemde Türk aydınını halkla uzlaştırdı bir bakıma.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
1- Anayasa Tarihimiz
2- Yakın Tarihimiz Üzerine Notlar
3- Türkiye'nin Dış Politikası
4- Tarihten Miraslar
5- Eğitim Sistemimiz
İlk bölümü bir hukuk tarihi incelemesi olarak da okuyabiliriz. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminin toplumsal ve siyasal alandaki sancılarını ve arka planda sosyal reaksiyonlarını bu kitapta zihnimize kazıma imkanı buluyoruz. Batılı devletlerin, Rusya'nın ve Osmanlı'nın 19. yüzyıl ekseninde anayasal değişimleri mukayeseli olarak ele alınıp inceleniyor. İlk meşrutî idarenin oluşumu ve toplumsal karşılığı üzerine eğilip hiçbir yerde duymadığımız bir anekdotu da ayrıca paylaşıyor yazar.
"Reis Ahmet Vefik Paşa valiliklerinden edindiği hoyrat bir üslupla meclisi yönetiyordu. "Söyledik ya, bu böyle olacak." gibi cevaplarla söz kesiyordu, hatta bir Rum milletvekilini "Otur yerine eşek herif" diye haşladı."
I. Meşrutiyet'in oluştuğu dönemde milletvekillerinin içinde Türkçe bilmeyenlerin dahi olduğuna değinen İlber Ortaylı, bu manzaraları ortaya koyarak çağdaşlaşma başlangıcının zorluklarını ve bugün hayretle karşıladığımız acemiliklerini gözler önüne seriyor.
24, 61 ve 82 anayasalarının getirisi ve götürüsü ile de ele alındığı bu bölümde yazılanları kavrayabilmekte geniş okur kitleleri zannediyorum güçlük çekmeyecektir. Hukuk gibi teknik donanım gerektiren bir alanda, teknik detaylara boğulmadan yapılan aktarımlardaki dil işçiliğini de ayrıca takdir etmemiz gerekiyor.
Ortaylı'nın okuru yoran kuru tarih aktarımından oldukça uzakta kalan, yer yer tebessüm ettiren magazinsel bir üslubu da var. Fakat bu magazinsel oluşun altında dayanağı olmayan ifadeleri değil tarihsel realite ile uyumlu yaklaşımları görüyoruz.
"Aslında çok partili siyasi hayata DP'den evvel Nuri Demirağ'ın kurduğu Milli Kalkınma Partisi ile girdik. Bu parti Demirağ Korusu'ndaki halka açık kuzu ziyafetleri ile birlikte düzenlenen propaganda toplantıları dolayısıyla "kuzu partisi" diye adlandırıldı."
İçerde yaşanan bazı siyasi hadiselerin bir başka ülkede de benzerlerinin yaşandığı ifade edilerek, okura geniş perspektiften bir tarih okuması yapma imkanı da tanınıyor aynı zamanda.
"Daha birkaç hafta evvel birbirleriyle meydan muharebesi yapan liderler, birlikte durum muhakemesi yaptılar. Bu tip siyasi hapishane arkadaşlıkları geleceğin inşasında olumlu rol oynar. Nitekim benzetmek gibi olmasın, Avusturya'nın sosyalistleri ve merkez muhafazakarları, Nazi döneminde geçirdikleri hapishane yıllarında; geleceği daha kolay inşa edebilecek hareket tarzını benimsemişlerdi."
Gündemimizi yer yer işgal eden, üzerinde çokça kalem oynatılan güncel tartışmalara ise yazar, romantik değil teknik, rasyonel veriler ve konjonktürel gerçekler ışığında bir yerinden dahil oluyor.
"Hilafetin bu asırda restore edilmesi mümkün mü? Şüphesiz hayır. Bu kadar çok milli devletin, liderlik iddiasının ve maalesef mezhep çatışmalarının dorukta olduğu İslam dünyasında bu kurumun ihya edilmesi mümkün değildir. Bir yerde herkes kendinin halifesidir. Hilafetin kime nasıl geçeceği konusunda da sarih hüküm yoktur. Hilafet iktidar ister. Cihanşümul iktidar Osmanlı ile tarihe karışmıştır."
Okur yer yer milliyetçi reflekslerle dile getirilmiş kısımlarla karşılaşsa da, bunun kuru fanatizme yaslanan bir milliyetçi tavır olmadığını hemen fark edecektir. Gerçeklikle kurulan ilgi ve ciddiyet düşünüldüğünde, oldukça kıymetli değerlendirmelerdir bunlar. Çeşitli toplum kesimlerinin günden güne aşağılık kompleksine kapıldığı günümüzde, kendi devlet ve millet geleneğine özgüvenle yaklaşan entelektüellere ihtiyacımız var elbette.
"Bu ülkede 60 yıllık kesintisiz seçim yapıldı. Hatta darbelere, anayasa değişikliklerine rağmen seçim dönemleri pek aşılmadı ve Türk halkı usulüne uygun rey vermeyi alışkanlık edindi. Adil seçimin çoğu ülkede bir problem olduğu ve seçimlerin beynelmilel gözlem konusu haline geldiğini unutmayalım."
"Ne olursa olsun, bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca sorun olan kanuni ve sağlıklı seçim icrası Türk demokrasisi için büyük bir sorun değildir. Türkiye bazılarının küçümsediği sandık demokrasisini başından beri götürebilmiştir."
İlber Ortaylı'nın 1947'de doğmuş olması aynı zamanda kendisini yakın tarihimizin tanığı haline de getiriyor. O kadar ki 6-7 Eylül olaylarını, bizzat o günleri yaşamış olan yazardan dinleme imkanı buluyoruz. Eser bir anda anı niteliğini de kazanmaya başlıyor burada.
"Hatırladığım ilk olay Yeşilköy'deki şarküterinin encamıydı. Dükkan darmadağındı, havyarlar saçılmıştı; yağmacılar garip peynirleri tatmadan dağıtmışlardı, anlaşılan tahin helvası ile beyaz peynir aramışlardı."
Eserin ilerleyen bölümlerinde, İtalya ile olan diplomatik ilişkilerimizin tarihi ele alınırken birdenbire kendimizi etimolojik tespitlerin içinde buluyoruz. Bu durumu Ortaylı'nın entelektüel yelpazesinin genişliğiyle açıklıyorum ben.
"Gemicilik terimleri dışında, İstanbul ve İzmir argosu da İtalyanca deyimlerle doludur; "mantenuta" (kapatma-metres) karşılığı olarak "montinata" veya "manita" diye geçer. "Alırım façanı aşağı" diyen adamların bu kelimenin "faccia"den geldiğini bildiklerini sanmayız. "Bu işin raconu böyledir" diyenler, "racon" kelimesinin İtalyanca "raggione"den geldiğini belki bilmezler."
Son olarak Hoca'nın mimariye ve imara dönük eleştiri ve yaklaşımlarını görüyoruz.
"Şam ve Halep'in nüfusu da Ankara ve İstanbul gibi 10 misli artmasına rağmen ne gökdelenler şehri boğuyor, ne eski yapıların yerini briket binalar istila etmiş, ne de yeşillik alanlara kaçak yapılar dikiliyor. Zaten yeşillik alan Suriye'de bütün Ortadoğu şehirleri gibi en son düşünülen şey ama İstanbul'un hele Bahreyn'in imar gaddarlığı buralara çok uzak."
Aslında toplumun her ferdinin neoliberal mimariye duyduğu öfkenin dile getirilmesi bu. Metropollerdeki yapılaşmanın çarpıklığı, son dönemde Türk aydınını halkla uzlaştırdı bir bakıma.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)