"Şimdi üzgünüz arkadaş
Yolumuza çıkmayın üzgünüz."
- Cahit Zarifoğlu, Afganistan Çağıltısı
Ne zaman insanlıktan çıkarız? Muhatap olduğumuz, karşılaştığımız, temas ettiğimiz, dolayısıyla etkilediğimiz ve etkisi altında kaldığımız varlığın bir cana sahip olduğunu unuttuğumuz an. Ne zaman insan olmaya dair bir imkân yakalarız? "Sesimi duyan var mı?" diye soran bir kimseyi duyduğumuz, "kimi kimsesi yok" diye işaret edilen bir kimseye doğru yöneldiğimiz, acıyı gördüğümüz, "ne yapabilirim?" diye düşündüğümüz, yani insaflı olduğumuz zaman. Demek ki merhamet duygusu an'dan zaman'a yayılınca insanlıktan söz edebiliyoruz. Önce evi, sonra mahalleyi kuşattığında. Hiç gitmediğimiz yerlerde yürek yakan hadiselerle karşılaştığımızda içimizin sızlaması, merhametin doğrudan canla alakalı olmasından...
Merhamet candandır, merhametsizlik, can kaybıdır. Ekmek nasıl ki bütün varlığı aynı toprakta buluşturuyorsa, merhamet de bu toprağın güneşidir, havasıdır, suyudur. Edebiyatı haysiyetli yapan nedir diye sorsak, ilk üç cevabımız şöyle olmalı belki de: adalet, feraset, merhamet. Üç melekeden bahsetmiş olduk aslında bu üç cevapla. Demek ki haysiyetli edebiyat; adaleti, feraseti, merhameti hatırlatmalı evvela. Sadece hatırlatmakla da kalmamalı, nicedir başkasına kapanan gözlerimizi ve gönüllerimizi açmalı.
Bir Değirmendir Bu Dünya'da, "Tek bir milletiz, tek bir gövdeyiz de neden Afganistan'da, Filistin'de, Filipinler'de ciğerimizi deştikleri halde acısını duymuyoruz, hiç düşündünüz mü?" diye sormuştu Cahit Zarifoğlu. Yıllar sonra bu soru bir cevap buluyor kendine, belki de birçok cevap. Zeki Bulduk'un Afganistan mektuplarını bir araya getirip Evlat Babanın Sırrıdır diye önümüze sunması, belki de tek bir şeyi hatırlatmak içindi: "İnsan, unutmalardan örülmüş bir kazak gibi. Sökmeye başladığında anlıyorsun ne çok unutuş saklamışız ilmiklerde. İnsan kendini nasıl da yalnızlaştırır."
Unutuyoruz, unutmak hepimizin gizli soyadı sanki ve soyadları bizi görünmez halatlarla birbirimize bağlıyor. Böylece unutmak, bir yaşam biçimi hâlini alıyor. Mazeretlerimiz çok bizim, bu da unutmaya kuvvet veriyor. İşlerimiz yoğun, çocuklarımız zor, kendimiz şımarık, evlerimiz kira, beklentilerimiz büyük, hayallerimiz bencil, yaşantılarımız şımarık. Ölüme, çok yakınımızdan geçip giden bir kuş gibi bakıyoruz. O kuşun omzumuza konacağını hiç düşünmeden. Yarayı ve yaralıları haber bültenlerinde, romanlarda ya da filmlerde görmek yetiyor. Ötesi bizi rahatsız ediyor. Hem bu çağ yeterince zor değil mi? Nereden çıktı şimdi başka coğrafyaları, başka insanları, başka zulümleri hatırlamak? Sahi, hani tek millettik biz, kimmiş bu bir türlü bitmeyen başkaları?
Zeki Bulduk, Afganistan'da şahit olduğu hadiseleri, tanıdığı kimseleri, bütün samimiyetiyle mektup formunda sunuyor okuyucuya. Çocuklar ve kadınlar, yani yeryüzündeki en hassas damarlarımız bu mektupların başrolünde. Viraneler ve hazineler, yaralar ve şifalar, tebessümler ve gözyaşları akmış hikâyelerin her birine. Kaderin cilveleriyle kötülerin zulümlerinin bir olup Afganistan'ı her bir yanından kuşattığını, kurguya sapmadan, hakikatin kuvvetiyle aktarmış Bulduk. Başı ve sonu ölüm kokan, ölüm olan bu derin yolculuk kimi zaman bir iç yolculuğu olmuş ona; örselenmiş, tükenmiş, yorulmuş. Ama hiç bıkmamış, dönmeyi düşünmeden çabalamış, gündüzü de gecesi de aynı derdin yükünü hafifletmek için birbirine dolanmış. "İnsan kaderine yürür" diyor, doğru, bundan kaçış yok. Mühim olan, niyetin güzel olması. O zaten niyetini en başından söylemiş kendine ve yeryüzüne: "Ben ‘üryan geldim gene üryan giderim’ diyen Karacaoğlan gibi avaz ettikçe dünyalılar ayaklarımdan çekiştirip durdular. Oyunlarına, yalanlarına çekmeye çalıştılar. Oysa ben dünyanın en uzak Afganistan’ına gitmek istiyordum ağabey."
Yetimleri ancak yetimler mi anlayabilir? Belki öyle. Ama en önce yetim olmayanların 'yara sarıcı' olması gerekiyor. Maddi-manevi bütün güçleriyle, 'bir yetim başı okşama'nın, ağlayan bir çehreyi güldürmenin kıymetini bilenlere çok iş düşüyor. İnanç ve umut, tükenmemek için bitmez yakıtlar. Zeki Bulduk bu yakıtları olabildiğince tasarruflu kullanmak zorunda kalıyor. Çünkü keder bitmiyor, yetimler sanki Afganistan'ın her köşesine birikmiş, yalnız ve yaralılar. Ama o yine niyetinin peşinden gidiyor işte: "Ömrüm, bana benzeyen, benim hikâyemdeki insanlara benzeyenleri aramakla geçti; yalnız ve yaralı."
Öyle bir arayış talebi ki bu, asla bitmez. Ne bugün ne de yarın. Çünkü ölümün önünde durabilecek bir dağ yok. Bazen evlatlar babalardan önce gidiyor, bazen babalar evlatlardan önce. Hatta bazen, kimsenin haberi olmuyor kim öldü, kim kaldı diye. Acının bilinmeze dönüştüğü coğrafyalarda gözler hep ıslaktır. Allah ise yetimlere çok yakındır. Şu büyülü satırları okuyalım: "Babasız büyüyen çocukların bildiği bir sır vardır. Ben bu sırrı şimdi buraya yazıyorum ya; babasız büyüyen çocukların dışındakiler okuduktan sonra çabucak unutacaklar. 'Allah, bildiğimizden daha yakındır bize'. Babasız büyüyen çocuklar güçlerini tam da buradan alırlar."
Zihnimizdeki Afganistan nasıldır? Bir Afgan köyü bizim için neyi resmeder? Kâbil, Kandehar, Herat, Pencap, Bedahşan, Belh, Mezârışerif ve Devletâbâd denince ne geliyor aklımıza? Belh'i hemen seçip alıyoruz gönlümüze. İbrâhim b. Edhem, Şakīk-ı Belhî, Hâce Muhammed Pârsâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babası Bahâeddin Veled ve daha nice sufinin yolu geçmiştir Belh'ten. Sonra, Nakşibendî yolunun büyük velîlerinden İmâm-ı Rabbânî (Ahmed-i Sirhindî) isminden de anlaşılacağı gibi Sirhind'de doğmuştur. Hepsi bizim topraklarımızın baştâcıdır. Onları biliriz ve hatta kimimin çektiği sıkıntıları da hayat hikâyelerinden okuruz. Fakat doğdukları, faaliyet gösterdikleri coğrafyaları merak etmeyiz. Bu anlamda Zeki Bulduk'un mektuplarının her biri Afganistan'ın güncel fotoğrafını da çekiyor. Zira kendisi 2015-2018 yıllarında Mezârışerif TİKA Koordinatörlüğü yapmıştı. Yani yakıcı gerçeklerin tam merkezindeydi. Hemen bir yıl sonra 2019'da ise Kosova-Priştine'de hizmetlerde bulundu. Soyadına inat, bir arayış insanı olarak yaşamını sürdürüyor, yazıyor, söylüyor, susuyor. Bulmanın derdine düşmeden, aramanın ateşiyle yanıyor. "Acıdan geçmeden huzura varılmaz" sözünün hikmetine güveniyor. Birçok acıya ortak olduğu için yerini terk etmesi de kolay olmuyor, küsenler oluyor fakat o "gitmeme üzülen elbet beni sevmiştir" diyor.
"Halı dokuyan kadınlar günde, neredeyse on saat tezgâhın başında çalışırken ağlayan bebeklerini susturmak için bir yazma ya da tülbentin içine ezilmiş haşhaş koyar, bebeklerin ağzına yakın bu düğümlü çıkını bırakırlar. Bebek ağladığında o çıkını ağzına yapıştırırlar ki uyusun, uyuşsun. Anneleri de işlerinden geri kalmasın."
Dedesi, Kazancakis'e bir rüyasında görünür. Nasihat eder. Oğlum, gücünün yettiği yere kadar git, der. Kazancakis, bu nasihatle doymaz, yetmedi dede der. Bunun üzerine dedesi, gücünün yetmediği yere kadar git evlat, der. Gücümüzün yetmediği yer yoktur, niyeti iyi olana dünyanın her köşesi bir tekke. Hizmetini nasıl edeceksen öyle et, yeter ki iste. Hizmet etmeyi iste. Feleğin çarkı başka türlü tersine dönmez.
"Yürüdüğümüz her sokağın bir hikâyesi vardı. Ben, insan yüzlerindeki hikâyeleri okumaya çalışıyordum ama o yüzler birbirine geçiyor, kocaman, kanayan bir Afganistan haritası oluyordu."
Bir harita bize neler söyler? Afganistan haritası hem şifayı hem yarayı söyler bütün insanlığa...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf