"Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları neredeler..."
- Milan Kundera, Yavaşlık
"Modern insan, edilgen olarak anonim hayat sürecinin insafına bırakılmıştır. Hatta düşünmek bile bir beyin fonksiyonu olan hesaplamaya indirgenir."
- Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu
Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasındaki bağdan söz ediyordu Milan Kundera. Tasviri şöyleydi: Bir adam yolda yürüyor. Birden bir şey hatırlamak istiyor ve yavaşlıyor. Başka bir adam az önce yaşadığı bir kötü anıyı hemen unutmak istiyor ve adımlarını hızlandırıyor. İşte varoluşun matematiğinde yer alan yavaş ve hızlı olma hâlini Kundera şöyle yorumluyor: "Hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Bu denklemden değişik sonuçlar çıkartabiliriz, örneğin şu: Çağımız hız iblisine teslim ediyor kendini ve bu nedenle kendisini kolayca unutuyor. Oysa bu savı tersine çevirip şöyle söylemeyi yeğliyorum: Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek istemektedir."
Byung-Chul Han'ın Yorgunluk Toplumu kitabında ise insanların vakit öldürdüğü yahut vaktin kıymetini bilerek yaşadığı dönemlerin çoktan geride kaldığını, zamanın ölü bir bebek gibi doğduğunu ve ölü doğmasına hemen harekete geçmesinin beklendiğini görürüz. Aslında sadece görmüyor, biz zaten bu zamanın çocuklarıyız. Michel Foucault hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan bahsederdi; yani disiplin toplumundan. Şimdi en yakın arkadaşlarımızdan uzak akrabalarımıza kadar her sohbetin içinde spor salonları, gökdelenler, alışveriş merkezleri, bankalar yer alıyor. Bunu yakalamış olan Byung-Chul Han, 21. yüzyılın toplumunun artık disiplin değil performans toplumu olduğunu, sakinlerinin de 'itaatkâr özneler' değil 'performansçılar' olduğunu söylüyor ve şunları işaret ediyor: "Disiplin toplumunun negatifliği deliler ve caniler doğurmuştur. Performans toplumuysa depresif ve mağluplar yaratır."
Hangisi daha kötü; doğal bir refleks biçimi olarak delirmek mi yoksa ne kadar süreceği belirsiz olan ömrü bunalımla geçirmek mi? Üstelik bu bunalım, bizden tamamen bağımsız, bizi hiçe sayan düzenin kurduğu bir kapansa? Kemal Sayar bu kapanı tarif ederken bazı kurtuluş reçetelerini de okuyucuya sunuyor Yavaşla'da. Dört bölümden oluşuyor kitap: Yavaş Güzeldir, Modern Mutsuzluk, Modern Zamanlarda Aile, Benliği ve Toplumun Krizi.
Dünyanın en güzel duygularını düşünelim, hepsinde zamana ihtiyacımız olduğunu görürüz. Sevmek, kavuşmak, öğrenmek, evlat sahibi olmak... İnsanın insanlığının farkına varması için de 'olgunluk' denen ol'ma yolunda epey zaman geçirmesi gerekir. Birçok acı için kullanılan o cümlede de yine zaman vardır; her şeyin ilacıdır. Günümüzde zaman değil an ön planda. Her şeyi hemen olsun istemek, karşındakini dinlememek, hızlı yemek, acil toplanmak... Her zaman devrede olan kaderin varlığından bihaber yaşıyor insan. "Kaderini sev ki o senin hayatındır" diyen Nietzsche'yi Kemal Sayar şöyle doğruluyor: "Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi veya yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, 'içime çektiğim hava değil gökyüzüdür' diyebilenler eve mutlu dönüyor."
Kaderini seven insan kuşkusuz kendisini, hayatını, ailesini, eşini, dostunu, varsa çocuğunu, ülkesini, devletini, milletini de daha çok sevecektir, sahiplenecektir, sahip çıkacaktır. Hayatın akışına kafayı takmaktansa, zamanın hayrını keşfetmek için dalmalıyız daha derinlere. Eskiler "vakt-i şerifler hayrola" derdi. Zamanı hayırsız geçirmemeli. Ne plan yapmakla ne de hızlı olmakla hayatın derinlikleri ve güzellikleri keşfedilemez. Bunu keşfetmiş olacak ki "Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir" demiş John Lennon. Kemal Sayar ise şöyle diyor: "Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şeyler söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor."
Kemal Sayar doktorluk görevi vesilesiyle anılarını da paylaşıyor kitabında: Çok iyi maaşlarla gece gündüz çalışan bir arkadaşı, çalıştığı şirkete daha fazla tüketici kazandırmak için kafasını işten kaldırmıyor, gerekirse uyumuyor. İnsanî değerleri, vicdanını ve ahlakını, bir ruha sahip olduğunu unutmadan çalışıyor, çabalıyor. Fakat gün geliyor, ruhundaki bozulmanın farkına varıyor ve derhâl istifa ediyor. "İlişkilerin, aşkların, dostlukların ve hatta sohbetin bile kısa ömürlü ve sanal olduğu dünyada, insanların kendilerini gerçek olarak hissetmeleri zorlaşıyor. Ne dünya ne de kendileri gerçek. Her şey, 'bir dürbünün tersinden bakıyor gibi' bulanık." diyor Kemal Sayar hoca.
Televizyonun uyuşturucu etkisinden evliliklere, bakıcıya teslim edilen çocuklardan anneliğe, teknolojik aşklardan kariyer planlamalarına, arabadan yürümeye, yemekten uyumaya kadar hayatımıza yavaşlığı katabileceğimiz önerileriyle yazarlık görevini doktorluğuyla güçlendirip okuyucusuna şifalar sunuyor yazar. "Anne tedirgin. Çocuğunu bir kurstan ötekine, bale dersinden binicilik dersine koşuşturuyor. Yetmiyor, özel öğretmenlerden evde ders aldırıyor. Bunu yapmak zorunda hissediyor kendisini, çünkü kendisiyle benzeri konumlarda olan hemcinsleri böyle yapıyor." diyor Sayar ve şu teklifi veriyor: "Modern dünyanın değersizleştirdiği anneliği yeniden yüceltmeli, anneliği övmeliyiz. Çalışma hayatı annelerin ihtiyaçlarına göre çok esnek biçimlerde düzenlenmeli, toplumsal hayat annelerin çocuklarına yeterli ilgi ve bakımı verebileceği şekilde ayarlanmalıdır."
Çocukları hız dünyasının tam içine sokanların, anneleri ve babaları olması geldiğimiz dünyayı özetlemiyor mu? Uyuması için eline bir tablet, vakit geçirmesi için önüne bir televizyon, oynaması için gözünün önüne bir cep telefonu. Tüm bunlar çocukların daha sonra obezliğinden zeka geriliğine kadar her şeyine sebep oluyor. Yazar şu güzel uyarıları yapıyor: "Çocuklarımıza yapabileceğimiz iyiliklerden birisi, onları televizyon veya bilgisayarın değil gerçek hayatın sesiyle buluşturmaktır. Onlarla hayatı gezebilir, insanları ve sokakları tanıyabilirsiniz. Biraz tuhaf görünmek pahasına da olsa şunu öneriyorum: Onlarla akıl hastanelerini, huzurevlerini, yetiştirme yurtlarını, mülksüzlerin yaşadığı sokakları, camileri, havraları ve kiliseleri gezin. Birlikte çarşıları, pazarları, aktarları dolaşın. Gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu ve ıstırabın gerçek bir insana değdiğinde ne yapabileceğini onlara gösterin. Gerçek hayatın nerelerde soluk alıp verdiğini, insanların nelere gülüp nelere üzüldüğünü, gerçek hayatın seslerinin neye benzediğini onlara öğretin."
Hız; her yaşı her cinsiyeti her milleti etkiliyor; dünyayı yaşanılmaz bir yer hâline getiriyor. Hiç durmadan yavaşlamanın formülünü bulmak gerekiyor. Yenilenerek, tazelenerek ama dinlenerek.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf