Yaşadığıma Dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşadığıma Dair etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2023 Salı

Bir yüzük bir de kitap

Üsküdar’da bir kitapçı vardı, hala var. Lise yıllarında okul biter, ben de orada biterdim. O zaman kurduğumuz hayallerin birçoğu, gerçekleşemeden Bağlarbaşı’ndan Çamlıca’ya, yani yukarıya doğru süzüldü süzüldü ve gözden kaybolup yitti; ama kitap daha bitmedi. Bitmeyen kitabın peşinde hala o eski/mez kitapçıya uğrarım. Yeni çıkan kitaplardan ziyade ilk açıldığı günlerden kalanlarını bile görmenizin mümkün olduğu o eski kitapları ararım. Bulurum da. Eslafın “kenz-i lâ yenfâ” (tükenmez hazine) sıfatı ile sıfatlandırdıklarına denk bir bereketin muhatabı olan ne hazineler çıkar oradan. Mehmet Kaplan’ın Âli’ye Mektuplar’ının, 1992 yılında, Dergâh Yayınları tarafından neşredilen ilk baskısını da orada bulmuştum. Kaplan’ın, Orhan Okay’a yazdığı mektupları içeren Mehmet Kaplan’dan Hatıralar Mektuplar adlı kitabı tamamladıktan ya bir ya da iki gün sonra idi. Bu zaten böyledir. Kitap kitabı çağırır. Âli’ye Mektuplar uzun süre odamda, Mehmet Kaplan’ın diğer eserlerinin olduğu yerde bekledi. Kitapla ünsiyeti olanlar bilirler; her kitap temin edilir edilmez okunmaz. Bazı kitaplar okunur; lakin her kitap okunmaz. Önce size, sonra ise kütüphanenize alışır. Kitaplar da vakt-i merhunlarının olduklarını bilirler. Âli’ye Mektuplar ile de az bakışmadık. Bu sene başında okumaya başladım. Mehmet Kaplan’ın okul arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na 1939 ila 1953 arasında yazdığı mektuplar ile 1953 yılının çeşitli günlerinde tuttuğu günlüklerden oluşan eseri okurken ta bitirene dek muhayyilemden biteviye bir şarkı sesi geliyordu: Mazi Kalbimde Bir Yaradır.

Mehmet Kaplan’ın mektupları yazdığı günlerin şehir, ekonomi ya da muhit nostaljisi değildi bu şarkıyı dinleten. Henüz yirmi beş yaşındaki bir ilim adamının kendi iç alemine, hayata, varlığa, edebiyata, felsefeye ve daha birçok şeye dair derin tefekkür kabiliyetini okudukça her harf sanki bir notaya dönüştü. 1940’ların İstanbul’unda bir yandan İstanbul Üniversitesi’nde Darulfünûn heybetindeki hocaların arasında tutunmaya çalışırken bir yandan da Behice Kaplan ile bir yuva kurma telaşının anaforundaki Mehmet Kaplan, arkadaşı Âli’ye şöyle yazıyor: “Para hususunda derdimi hiç sorma. Yiyecek, içecek ateş pahasına çıktı. Borçlar falan. Sabah, öğle zeytin, peynir yemekten canım çıkmak üzeredir.” “Grande Ristretto Bianco” içmeden düşünemeyen düşünürlere selam olsun mu? Peynir, ekmek yemekten “canı çıkmak üzere” olan Mehmet Kaplan’ın aklı iki yârde asılı kalmıştır. Onlar hiç ayrılmazlar: Behice Hanım ve kitap. Dönemin meşhur kitapçısı Haschette, Mehmet Kaplan’ın uğrak yeridir. Lakin parası yoktur. Bir gün kitapçıda Fransız edebiyatı tarihine dair bir eser görür: Histoire De La Litterature Française de 1789 a nos jours. Albert Thibaudet. Mesleği için “istifadeli” gördüğü bu kitabı alamaz. Bir yerden 80 lira alacağı vardır. Bu para ile borcunu ödeyecek ve tezini daktilo ettirecektir. Geri kalanını nasıl değerlendireceğini ise şu şekilde ifade eder: “Sevgiliye ve kendime birer yüzükle, kitap alacağım.” Ne kadar ince. Zaten Mehmet Kaplan’ın ince ruhu katmerleşmiş enselerine akademik ünvanlarını dağlayanlardan da mustariptir. Profesörlüğünün tasdikten çıkmasının akabinde aldığı ünvanın başkalarının kendisine bakışını değiştireceğinin bilincindedir. Kaplan hoca, ünvanların birer maske olduğunun farkındadır ve kendisini takanı en yakından gören yine maske değil midir? “Ben yine aynıyım. (…) Beni alakadar eden unvan değil, insandır.” diyen bir akademisyen görmediyseniz eğer, Mehmet Kaplan’ın aktarılan cümlesi üzerinde düşünebilirsiniz. Kapısının ziline, arabasının plakasına, kartvizitine, sosyal medya biyografisine, mezarının taşına, gözlerinin akmayan yaşına, boynuna, koluna, sevgilisinin yoluna unvanlarını yazanların habitatında yaşayanlar için çok naif değil mi? Mehmet Kaplan’ın naifliği, meslek namusu ile at başı gider: “Fakat Dr. İşaretinin namusunu muhafaza için bir hayli uğraşıyorum.” diyen Kaplan Bey, bir anlamda akademisyenliği bir fütüvvet teşkilatı ahlakı içinde yaşar. Okuyanlar hatırlayacaklardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Günlükler'inde şöyle anlatır:

Kaplan, talebeye benim ‘raks’ şiirimle Yahya Kemal’in ve Fikret’in manzumelerini vazife olarak vermiş ve münakaşa etmelerini istemiş. (…) Kaplan’ın çok iyi hoca olduğunu söyledim. Benden sabun köpüğü, ondan bilgi kalır dedim. Aynen düşüncem de budur.

İlk baskısı Âlî’ye Mektuplar olarak yayımlanan, yeni baskısı ise Yaşadığıma Dair – Günlükler ve Âlî Ölmezoğlu’na Mektuplar başlığı ile arz-ı endam eden eser okunduğu zaman görülecektir ki Mehmet Kaplan, kendisini uzmanlık alanına hapsetmeyen, farklı alanlarda okumalar yapan, okuduklarını hazmeden, öğreten ve belki de en önemlisi yazan bir hocadır. Yazma hususunda tembellik yapan arkadaşıa devamlı yazmasını tavsiye eder. Özellikle yazı üzerine düşünenlerin dikkata alması gereken mektuplardır bunlar.

Kitap üzerine yazılanlar kitabın bütütünü vermemelidir, veremezler de zaten. Kaplan Hoca’nın dikey hayatına ait bir çok soruyu, tereddütü, sevgiyi, nefreti izleyebileceğiniz mektuplar içerisinde, zamanın edebiyat, siyaset ve kültür dünyasının önemli simaları hakkında çarpıcı detaylar bulacaksınız. Kitapta Atsız’dan, Necip Fâzıl’a; Nurettin Topçu’dan Abdülbâkî Gölpınarlı’ya kadar geniş ve ehemmiyetli bir kadroya dair hatıralar var.

Ben bu kitabı çok sevdim. Sizinle de paylaşmak istedim. Dua olsun. Bir yâriniz olsun, bir de kitabınız. Yârin de terketmeyeninden olsun. Kitap zaten terketmez.

Kitapta geçen bir kitap: André Gide, Pastoral Senfoni.

Mehmet Bilal Yamak
twitter.com/mehmedbilal__