İnsanlar her konuda ikiye veya daha fazla gruba bölünebilir. Bunun edebiyattaki yansımasını en çok, konu Amerikan Edebiyatı olduğunda fark ettim. Bir kısım okuyucu Amerikan Edebiyatı’nı, Amerikan romanını çok severken bir kısım ise mesafeli davranmayı tercih ediyor. Kanaatim şudur ki Amerikan Edebiyatı veya Amerikalı yazarlar özellikle roman türünde oldukça başarılıdır. Burada Amerikalı dev yazarları saymamızın anlamı yok ancak kastettiğim daha göz önünde olmasa da oldukça kaliteli eserler veren yazarlardır. Özellikle ülkemizde bir Hemingway’i bir London’u bir Salinger’i herkes bilir ancak söz konusu William Maxwell olduğunda birçok kişi onu tanımaz. Tanımamakta da haksız değil okuyucu; çünkü Maxwell’in ülkemize çevrilen sadece bir kitabı var. O da bu yazının konusu olan Hadi, Yarın Görüşürüz adlı kitap.
Kitapları okumadan önce kısa bir araştırma yaparım mutlaka. ‘Spoiler’ yememeye çalışarak, okumak istediğim kitap hakkında yazılan yazılara da göz gezdirdiğim olur. Maxwell’in kitabı hakkında çok az yorum veya yazıya rastladım ve rastladıklarım da o kadar olumlu şeyler değildi. Ancak bu tür bir durumla ilk defa karşılaşmıyorum, Amin Maalouf’un Yolların Başlangıcı kitabı hakkında da çok olumsuz yorum okumuştum ancak kitabı okuduğumda çok sevmiştim. Tıpkı şimdi bahsedeceğim Hadi, Yarın Görüşürüz kitabını sevdiğim gibi. Tabii sadece ‘sevmek’ veya ‘sevmemek’ kelimeleri bir kitabı değerlendirmeye yetmez. Daha somut şeylerden bahsetmek gerekir: Mesela, bu sebeplerden biri zaman olarak geçtiği 1920’lerin Amerika’sını okura hissettirebilmesi. Yani okur 1920’lerde geçen bir olayı günümüzde gibi algılamıyor. Ki bu, son zamanlarda yayımlanan yerli veya yabancı romanların en önemli sorunlarından bana göre (her ne kadar Maxwell’in romanı kırk yıl önce yazılmış olsa da dilimizde yeni sayılır). Birçok romanda mekân hissini yaşayamıyoruz artık. Sanki tek mekânda aynı kişilerle çekilen bir film gibi hissediyorum yeni romanların birçoğunu okurken. Ayrıca kitapta bir de değişik bir durum var, bence bunu okuyanlar da fark edecektir: Şeytan tüyü var diyebiliriz yazarın anlatımında. Bunu genelde Latin Amerikalı veya ABD’li yazarlarda görüyoruz. Marquez’de veya Steinbeck’te özellikle. Yani şunu demeye çalışıyorum: Kitapta okuru çekecek olağanüstü şeyler yok ancak okuru daima kitaba yönlendirecek bir hava var. Zaten kısa bir roman olduğu için bir çırpıda okunabilir, okunmasa bile insanın aklında kalacak, ilk fırsatta kitabı alıp kaldığımız yerden devam etme iştahı verecek bir kitap Hadi, Yarın Görüşürüz.
Jaguar Kitap’tan 2017 yılında yayımlandı eser, ilk yayımlanma tarihi ise 1980 yılıdır. Bu kitapla ülkesindeki en prestijli ödüllerden olan National Book Award’ı kazanmış Maxwell. Yani ülkemizde çok alaka görmese de kendi ülkesinde dikkati çekmiş diyebiliriz. Lloyd Wilson isimli bir adamın öldürülmesini konu ediyor kitap. Bunun sebebi olarak ise ortağı Clarence Smith’in karısıyla aşk yaşadığı iddiası. Tabii ki olağan olarak zanlı da Clarence Smith oluyor herkese göre. Bu olay üzerinde kurulan roman dokuz bölümden oluşuyor: Silah Sesi, Yaş Dönemi, Yeni Ev, Okul Koridoru, Mülkiyet Duygusu, Lloyd Wilson’un Hikâyesi, (Az Çok) Masum Yaratıklar, Adalet Çarkı, Mezunlar.
Kitabın başında, genelde Dostoyevski’nin veya Agatha Christie’nin bazı yayınevlerinden yayımlanan romanlarında gördüğümüz “Kim Kimdir” bölümü var. Romanın zaten az sayıda olan karakterlerini okuyucuya kısaca tanıtması açısından değerli bir detay olmuş. Buradan da anlıyoruz ki kitabın anlatıcısı, olayla neredeyse hiç alakası olmayan biri: Zanlı Clarence Smith’in oğlu Cletus Smith’in okuldan arkadaşı. Yani aile dışından birinin yıllar sonra aklında kaldığı anı kırıntılarından oluşuyor kitap. Bu yüzden de düzenli bir kurguya ve sağlam bir çerçeveye oturtulmamış, oldukça dağınık ve bazen de ilgisiz bölümler mevcut.
İlk bölüm olan “Silah Sesi” kitabın düzenli bölümlerinden biri. Her şeyin kısaca toparlandığı ve kitabın diğer kısımları gibi, Clarence’nin oğlunun arkadaşı tarafından anlatılıyor. İlgi uyandıracak bir şekilde, gizemli bir film gibi başlıyor kitap. Kasabanın suç tarihçesinin kısaca aktarıldığı bölümde, Lloyd’un öldürülmeden önce neler yaptığını görmek mümkün. Kitabın başlangıcı tıpkı başarılı bir polisiye kitap gibi yazılmış. En ilgi çekici kısım ise katilin, maktulün kulağını kesip alması ve bunun ne için yapıldığını o küçük ve sakin kasabada kimsenin bilmemesi: “Lloyd Wilson cinayetini diğer hepsinden ayıran şey o kadar sarsıcıydı ki, Courier-Herald bunu basmadan önce birkaç gün tereddüt etmişti: Katil, öldürdüğü adamın kulağını jiletle kesmiş ve alıp götürmüştü. O Freud öncesi dönemde kimse kendisine kulağın neyi simgelediğini sormamış, sadece ürpermişti.”
Bu detay okuyucuyu yanıltmasın çünkü ileriki sayfalarda bu durumla ilgili bir şey bulunmuyor. Yani böyle gizemli görünen bir detay olmasa da olurdu diyebiliriz.
Anlatıcı olayla ve olaya muhatap ailelerle bir ilgisi bulunmayan biri demiştik. Tabii bu durum anlatıcı hakkında da bir merak duygusu oluşturuyor okurda. İkinci bölümde bu merakın büyük bölümü gideriliyor ve bölüm, anlatıcının hayatının çocukluktan itibaren anlatılmasıyla başlıyor. Anlatıcı, ölmüş annesi üzerinden hem çocukluğunun bir bölümünü, nasıl bir ortamda yaşadığını anlatıyor hem de yaşadığı toplum hakkında birçok özellik söylüyor. Burada, ‘annesi ölmüş ve olanlara bir anlam vermeye çalışan çocuk psikolojisini’ ve ‘hayatı değişen çocuğu’ görürüz. Freudyen birçok unsur barındırır bölüm, erkek çocuk-baba ilişkisi üzerinden.
Evet, kitapta başlıkta da yazdığım gibi bir cinayet söz konusu; ancak bu durum, anlatıcının o cinayeti hatırlayarak kendi hayatını anlatmasını tetiklemiş asıl olarak. Cinayet ilk olarak altmışıncı sayfalarda karşımıza çıkıyor ve çok da büyük bir yer tutmuyor. Anlatıcının anılarını tutuşturan bir kıvılcım görevi görüyor diyebiliriz Wilson cinayet için.
Daha önce de dediğim gibi, harika bir kitapla karşı karşıya değiliz ancak keyifli ve kendini okutan bir kitap Hadi, Yarın Görüşürüz. Birkaç eksiğini de belirtip yazıyı sonlandıralım. Öncelikle Lloyd Wilson ile Fern Smith arasındaki yasak aşk hem olay hem de psikolojik açıdan iyi işlenmemiş. Hâlbuki bu cinayet kitabın omurgası haline getirilip etrafına bir roman kurgulanabilirdi. Ancak yazar, anlatıcı üzerinden cinayeti kullanarak, kendi hayatını anlatmak istemiş gibi bir durum çıkmış ortaya. İkinci olarak, daha önce de bahsettiğim durumu söylemek istiyorum, kitapta oldukça dağınık bir anlatım mevcut. Kronolojik olarak bir sağlamlık bulunmuyor romanda. Bunun sebebi de romanın hikâyesinin anlatıcının anılarından oluşturulmuş olması diye düşünüyorum. Romanın sonu da biraz açık kalmış. Bu roman için kesin bir son lâzımdı bence.
Birçok olumsuz özellik saydım ancak tekrar belirtmek isterim ki özellikle Amerikan Edebiyatı’nı seven okurlar bu kitabı da sevecektir. Çiğdem Erkal İpek’in başarılı çevirisi de romanı okutan önemli bir unsur. Biraz 20’lerin taşradaki Amerika’sı biraz insan biraz da gizem isteyenler için ideal bir roman, Hadi, Yarın Görüşürüz.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10