Vecdi Çıracıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vecdi Çıracıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Futbolun modern yüzüne sol açıktan kalkan tek yumruk: Metin Kurt

"Sahada bir Metin vardı ki, aman Allahım! Topla birlikte gidiyor ve sol çizgiye diziyor rakiplerini, korner noktasına varmadan ortalıyor. "Alın atın" diye, kaç orta yaptı, sayısını maçı seyredenler bile unuttu."
- Halit Kıvanç, Gol Diye Diye, Hürriyet Yayınları, 1983

"Metin Kurt, okuma! Şimdi beni iyi dinle Metin Kurt! Sen, futbolun dışında başka şeyler düşünürsen bu camianın içinde kalamazsın..."
- Gündüz Kılıç

Hayatımda babamdan hiçbir zaman yemediğim tokadı bir başkasından yediğimde 15-16 yaşlarındaydım. "Playback yapmayın laaaann, bağırın laaaannn!" diyordu karşımdaki ses. Aynı tokat, yanımdaki arkadaşımın yanağına da inmişti. Bu çok haklı bir tokattı. 60 dakikadır bağırıyorduk ve ses tellerimizin biraz olsun dinlenebilmesi için küçük bir kaçamağa, playback'e ihtiyacımız vardı. Lakin burası tribündü, televizyon koltuğu değil. Bağırmayacak olanın burada yeri yoktu. Tribün “sürüden ayrı” gidenler için hayattı ve bu hayatın kendine has, “bekçi köpekleriyle kapışmayı gerektiren” kuralları vardı. Tokat yemenin dışında başka uyarı yöntemleri de mevcuttu elbette. Davul tokmağıyla yüzleşmek, küfür yemek, gelecek haftaki deplasmana gidememek gibi. Dedim ya, tribündü burası. Seyirciyle taraftar arasındaki farkın buluştuğu ve tutkunun eyleme dönüştüğü bir yerdi. Ve taraftar daima, sahada kendine benzer futbolcuları, gladyatör yürekli oyuncuları görmek isterdi. Metin Kurt gibi.

Vecdi Çıracıoğlu olağanüstü bir arşiv çalışmasıyla Metin Kurt'un hayatını baştan sona romanlaştırmış. Ancak bu kitap asla bir roman değil. İletişim Yayınları'nın Futbol Kitapları arasında yer alsa da yakın Türkiye tarihinin en ilginç konularını barındırmasıyla geniş çaplı bir belgesel niteliğinde. 1. baskısını Temmuz 2017'de yaptı, 335 sayfa. Kitabın 2009 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyat Ödülü aldığını da hatırlatmak gerek.

"Statükoya karşı gelmek, arkasındaki müthiş güçler göz önüne alındığında, daima cesaret gerektirir. Cesaret, bir zamanlar yaygaracı radikalizmleriyle tanınan entelektüellerin; uzman, bilim adamı ya da medya sektörünün ünlüleri şeklindeki yeni rollerine ve 'mevkilerine' giden yolda kaybettikleri bir niteliktir." diyor¹ Zygmunt Bauman. Metin Kurt, endüstriyelleşen futbola karşıydı, bu futbolu satan ve pazarlayan statükoya karşıydı, üstelik başına geleceklerin de farkındaydı. Bir yandan yaptığı 'sol' okumalar, diğer yandan büyük bir ailenin geçimini sağlayıp onurlu bir biçimde yaşama sevdası onun bu 'karşı gelme' durumunun ilham kaynağıydı. Genç ve gelecek vaadeden bir futbolcuyken de öyleydi, tecrübeli bir futbolcuyken de. PTT takımında da öyleydi, çok sevdiği Galatasaray'da da. O, mevkisini seçerken bile tercihini halktan yana kullanmıştı. Sahada halka en yakın olan yeri, sol açığı seçmişti. Gürültünün en çok koptuğu yeri. Kendi de gürültü çıkarmayı hep sevdi. Tam burada Malcolm X'i yâd etmeli: "Hayatımın erken dönemlerinde öğrendim ki eğer bir şeyi istiyorsan, biraz gürültü yapsan iyi olur."

Gittikçe endüstriyelleşen futbolda artık ne tribünde ne de sahada gürültü var. Bu da taraftarı buhrana sürükledi, küstürdü ve evine kapattı. Tribünler hem neşesiz hem de öfkesiz kaldı. Sahada 'taraftarın elemanı' gibi tutkuyla saldıran 'gladyatörler' gitti. Onların yerine imza parası, galibiyet primi, şan ve şöhret için 'oynayan' köleler geldi. Eh bir gerçek var ki,  taraftarın yerini de neşesiz ve öfkesiz seyirciler aldı. Top ağlarla buluşunca "gol", direkten dönünce "offf", kaleci kurtarınca "ahhh" diyen tuhaf tuhaf bireyler üredi statlarda. Onlar, gösteriye dönüşmüş futbolun arenadaki seyircileri. Sahadaki 'modern zamanların modern gladyatörleri'ni izliyorlar. Zaten stat isimlerine “arena”nın nakşedilmesi de boşa değil: “Roma’nın büyük amfi tiyatroları ve vilayetleri rutin olarak hem birbirleriyle hem de vahşi ve tehlikeli hayvanlarla kanlı savaşlar yapan erkekleri izleyenlerle dolup taşardı. Arenalarda kılıç, ok, mızrak, diş ve pençe biçiminde, bugün güçbela tasavvur edebildiğimiz bir yoğunluktaki korkunç bir vahşet kol geziyordu… Arena, aynı zamanda erkeklerin ve kadınların savunmasız bir biçimde hayvanlara atıldıkları halka açık bir infaz alanıydı. Mahkumların çektikleri dayanılmaz acılar izleyicilerin coşkusunu ve alkışlarını beraberinde getiriyordu; bu gibi sahnelerden korkmak, hatta küçük bir üzüntü duymak bile, acınası ve Romalılara yakışmayan bir zayıflık olarak görülüyordu.” [Kitapta sık sık dipnot olarak vurgu yapılan, Alan Baker'e ait Gladyatör: Roma’nın Savaşçı Kölelerinin Gizli Tarihi adlı kitaptan, Phoenix Yayınevi.]

Matematiğe karşı müthiş ilgisi ve başarısı sebebiyle, öğretmeni için geleceğin atom mühendisi olarak gösterilmiş Metin Kurt. Notlarının düştüğünü fark eden öğretmeni, onun futbola olan ilgisini "aile geçindirme sıkıntısı" olarak görmüş ve bir miktar parayı her ay hediye olarak vermeyi teklif etmiş. Kurt yine de futbolu tercih etmiş. Bunun karşılığında öğretmeninden "Yazıklar olsun sana, bu ülkede zaten bilimadamı yetişmemesi, geri kalmamız sizin gibi adamlar yüzünden. Siz kolay para kazanmanın yollarını arıyorsunuz" fırçasını yemiş. İngiliz futbolunda bir sol açık tipi vardır. Topu alıp çizgiye kadar giden ve muz orta değil de sert-düz orta yaparak forvetteki arkadaşını gol kralı yapan ya da rakip defansa kendi kalesine gol atma rekoru kırdıran bir tip. İşte Kurt öyle bir sol açık. Zamanın olmazsa olmaz 'heyecan hapını' ilk defa Altay formasıyla Beşiktaş'a karşı oynarken yutuyor ve sol açıkta destan yazıyor. Beşiktaş üç kez bek değiştiriyor onu durdurabilmek için. Vaziyeti tribünden izleyen PTT antrenörü derhal Metin'i takımına kazandırıyor.

Bir malzemeci düşünün ki elinde Victor Hugo, Sefiller. Üç cildi de atıyor Metin'in önüne, "oku bunları boş adam olma" diyor. Metin başından, ortasından ve sonundan okuyor ancak malzemecinin sorularına güzel cevaplar veremeyince foyası ortaya çıkıyor. Fakat sonra yeni kelimelerle, kavramlarla tanışıyor. Aydınlanma, Rousseau, sosyalizm... Önceleri malzemeciyle 'kapışmak' için başlıyor okumalarına. Bir kitapçıya gidiyor ve John F. Kennedy'nin Cesaret ve Fazilet Mücadelesi adlı kitabını alıyor. Sonraları çok çok kullanacağı şu sözün altını çiziyor: "Haklı olduğun davada mücadele et, mutlaka kazanırsın."

Metin Kurt'un hayatındaki en büyük mücadele, aslında şahsî gibi gözükse de sonradan birçok futbolcunun geleceğini kurtaran bir mücadele. Tıpkı Bosman gibi. Galatasaray’da 3 yıl üst üste şampiyonluk yaşıyor ve 24 golle, toplamda en fazla gol atan oyuncu. Sözleşmesi bitiyor. Yönetim "sana 110 bin lira para veriyoruz ve sözleşmeni uzatıyoruz" diyor. Metin derhâl ayaklanıyor, "Bana sormuyor musunuz?" cevabını veriyor. Yönetim bunun üzerine "Niye soralım sana? Yönetmeliğe göre senin mukaveleni 28 bin lirayla iki sene uzatmaya hakkımız var" restini çekiyor. Kurt'a rest işler mi? O zamanın spor basının ayağa kaldıran ve hatta cumhurbaşkanlığı makamını bile meşgul eden şu karşılığı veriyor: "Ya bana 200 bin lira verirsiniz ya da 28 bin liraya mukavelemi uzatırsınız. Ama bunun mücadelesini de veririm."

Sakal bırakıyor. Türk futbolunda ilk kez sakallı bir futbolcu. Sebebi, tepkisini iyice belli edebilmek. 1995 yılında Bosman, aynı durumu yaşayarak Lahey Adalet Divanı’na gidiyor ve kazanıyor. Bu kazanıma göre artık futbolcunun sözleşmesi bittiğinde uzatmak ya da bonservisini alıp istediği yere gitmek kendi elinde oluyor. Oysa 95'ten çok önce Metin Kurt bunun mücadelesini vermişti. Şayet dikkate alınsaydı onun davası, Bosman Kanunu değil Türk Kanunu olabilirdi dünya futbol tarihinde. Nitekim o da Bosman gibi yalnız bırakıldı. Hep isyankâr, çeteci ve elbette solcu/tehlikeli olarak görüldü. O ne yaptı? İtalya milli maçından önce "Bu futbolcularla en az 10 yeriz" diyen ülke basınına (ne ülke basını ama!) futbolcu arkadaşlarıyla birlikte bir bildiri hazırlayarak cevap veriyor: Spor basınını kınıyoruz! Bu çıkış Metin Kurt'u iyice 'sabıkalı futbolcular' arasına sokuyor ve üzerine oynamalar başlıyor: İtalya'ya giden uçak kalkmak üzereyken iki adam geliyor ve Metin Kurt sen misin?" diye soruyor. Kurt, uçaktan indiriliyor, Coşkun Özarı arkasında. Koca takım bekliyor. Bir süre sonra "binebilirsin" diyor görevliler. Kurt, "Niye beni gezdirdiniz bu kadar?" diye sorunca beklenen cevap geliyor: "Anarşist bir futbolcu yurtdışına kaçıyor diye bir ihbar geldi de ondan."

Galatasaray'daki gergin süreci nihayetinde bu vakalarla birlikte Kayseri'ye sürgün edilmesine sebep oluyor. İki yıl orada topunu oynuyor ve 1978'de futbolu bırakıyor. Geride koca bir kariyer, bol gol ve asist, rakibi hayran bırakan futbol tekniği, her antrenörün takımında görmek istediği bir sol açık. Ama yalnız, hep yalnız. Politika gazetesinin spor müdür oluyor, Amatör Sporcular Derneği'ni ve sonra da Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nı (Spor Emek-Sen) kuruyor, Sportmence dergisini çıkarıyor. Daima aynı şeyi söylüyor: Spor bir oyun değildir, iştir. Sporcu da oyuncu değildir, işçidir. Dolayısıyla hakları vardır... Metin Kurt'un sahadayken başına gelenler sonraları "Ben İşçi Partisi'ne oy veriyorum!" diyen Kemalettin Şentürk'ü de yakıyor, o da oradan oraya sürgün ediliyor.

Futbolculuk döneminden sonra takım yönetmekten çok siyasi meselelere adamıştı kendini Metin Kurt. Yalnız  futbolcular değil memleketin her yanındaki işçiler onu ilgilendiriyordu. Yalnız sporun değil eğitimin de ne kadar önemli olduğunu her yerde vurguluyordu. İstiklâl Caddesi'nde düzenlenen bir yürüyüşte de onu görebilirdiniz, elinde megafonla bildiri okurken de. Ama hep yalnızken. Kimsin dendiğinde daima Türküm diyen ve Türk sporunun, sporcusunun tüm donanımıyla her zaman parmakla gösterilmesini hayal eden bir zihindi Metin Kurt. 2011 genel seçimlerinde Türkiye Komünist Partisi'nin İstanbul milletvekili adayıydı. Sahnede hiç olmadı, mutfaktaydı ve hedefleri çok büyüktü. Öyle ki yıllarca beraber çalıştığı antrenörler arasında fikirlerine en çok saygı duyduğu Brian Birch bir gün Türkiye'yi ziyarete geldiğinde derhâl bir gazete istemiş ve onun ilk sayfasına uzun uzun bakmıştı. "Beyefendi bizde spor sayfaları en arkadadır" diyen muhabire şöyle cevap vermişti: "Ona bakmıyorum, Metin Kurt hâlâ başbakan olmadı mı ona bakıyorum."

24 Ağustos 2012'de vefat etti. Haberi duyar duymaz yola çıkmıştım. Gökdelenlerin arasında sıkışıp kalmış Ataşehir Mimar Sinan Camii'ne varana kadar Evet, İsyan'dan dizeleri okudum durdum. Avluda kalabalık değildik.
Metin Kurt'un tabutunun üzerinde TKP bayrağı, Spor Emek-Sen flaması ve Tek Yumruk ismine sahip Galatasaray'ın sol görüşlü taraftarlarından oluşan grubun atkısı vardı. Hakkını savunduğu arkadaşlarını görmek güçtü, Metin Kurt tarafından hakkının savunulduğunu bilmeyen futbolcular belki adını da bilmiyordu onun. Haklarımızı helal edip ayrıldık. Bu kez biz de yalnız bıraktık.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf