Kitaba başladığımda büyük bir ön yargıyla başlasam da daha sonraları neden bu kitabı okumak için geç kaldım diye düşündüm. Zaman içerisinde bu kitapla yaşamaya başladım. Yol edindim.
Günümüz yazarları arasında yer alan Tuba Arık, bu kitabın yazım tarzı ve içeriğiyle oldukça etkileyici. Olayların akışı beni hiç ummadığım yerlere alıp götürdü. Neden yaşadığımı var oluşumu sorgulamama vesile oldu. Her şeye en baştan başlamanın mümkün olduğunu gösterdi. Hayatımı ilmek ilmek işleyerek yol almamı sağladı.
Tuba Arık’ın yazmış olduğu bu eserin ilk kitabı Paranoya, ikinci kitabı ise Melankoli. Romanın üçlemesinin sonuncusu ise İklimler.
Günümüz felsefesine ve edebiyatına karşı gelen kuralları içerse de bir o kadar da uyumu sağlayan, aşk üçlemesini satır satır işleyen bu roman, içerisinde bir sürü hayat barındırmakla kalmayıp, André Maurois'in kitabı olan İklimler ve Dante'nin İlahi Komedya'sına da atıf yapıyor.
Günümüzdeki aşk romanlarında yer alan; kadına değer vermeyen, küçültmeye çalışıp, hür hayatlarını ellerinden almaya çalışan başkarakterlerden çok sıkılmıştım. Saygıyı, sevgiyi, insana değer vermeyi ayaklar altına indirgeyen bu tür romanların, edebiyatın ruhuna ne kadar uyduğu tartışılır. On altı, on yedi yaşındaki gençlerimizin kendilerini zenginleştirecek kitaplar okumak yerine, dejenere olmuş hayatların anlatıldığı kitapları listelerde bir numaraya çıkarması aslında günümüz edebiyatının çıkmazlarından biri. Sorun acaba yazarlarda mı, yayıncılarda mı, yoksa bu kitaplara para harcayan bizlerde mi? Bilemiyorum.
Unutmamamız gereken gerçeklerden birisi de, okuduklarımızla var olduğumuz değil midir? Okuduğumuz satırlarla şekilleniriz. Yanlış yönlendirmelerle hayatların heba olabileceğini bilmek gerçekten üzücü.
Başkarakterler, ya zengin iş insanı, kural tanımaz, gücün her şeyi satın alabileceğine inanana karakterlerden oluşurken, kızlarımız her daim fakir, hayatlarını beyaz atlı prensini bekleyerek geçirmiş, kendine hiç bir şey katmak için uğraşmamış, kendi ayaklarının üzerinde nasıl durulur bilmeyen, başkarakterdeki erkeğe kendini adayan kadınlar. Yıllarca, birbirine değer veren, sevgiyi insana iliklerine kadar yaşatan kitaplara daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Paranoya’nın içeriği, karma düzenin içerisinde bulunan romanların tam tersidir. Dokuz yaşından itibaren onu takip eden sanrıları ve korkularının içerisinden çıka gelen bir Gölge'nin öyküsüdür. Dokuz yaşından itibaren onu koruyup kollayan, sağlıklı bir yaşam için büyük uğraşlar veren bu gölge zamanla Fegel’in büyük bir kâbusu haline dönecektir. Hatta Fegel’in en başında gölge için tanımı şudur:
“Çocukluğumdan kalma bir histi gölgelerden korkuşum.
Yanımdan geçen o bilindik karaltı.
Var oluşumun en büyük ıstırabı.
Hayatımı kâbusa çeviren bir kaçıştı.
Şimdi o gölge beni aldı.
Teslimiyet zamanı.”
Gölgeyi sadece kendi görüyor olması, herkes tarafından deli ilan edilmesiyle başlıyor hikâye. Zamanını onun varlığını hissederek geçirse de, okul döneminde karşısına çıkan Marlo’ya tutulmasıyla sineye çekiyor dokuz yıllık gölgesini. İlk aşkını Marlo’nun kalbinde yaşayıp, filizlenmesine izin verse de, büyük bir aşkın yanılsamasını yaşıyor belki de. Bunları yaşarken bilmiyor, Gölge’nin onu almak için kurduğu planı. Tanrı, bir kader çizmişti üç kişiye. Üç kişinin haberi olmadan dönüp durmuşlardı bu döngüde.
Marlo’nun ortaya çıkışı, gölgeyi hallice öfkelendirmişti. Korkmuştu elbette. Fegel’in, günden güne Marlo’ya artan sevgisi, gölgeyi büyük bir yıkıma sürüklüyor, Fegel’in kendisini sevme ihtimalini ortadan kaldırıyordu. O görmüştü onu. İlk o sevmişti onu. Onun olmalı, yaşama birlikte tutunmalılar, düşüncesi vardı Gölge’nin. Marlo’nun varlığını nasıl yok edebilirdi? Nasıl yapabilirdi bunu? Fegel’e bu acıyı nasıl yaşatırdı ki. Alamazdı Fegel’i ayaklar altına, acı yükleyemezdi omzuna, ruhuna. Kıyamazdı öylece bu kadına. Bu aşkı içinde yaşatacak, Fegel’in Marlo’ya duyduğu aşkı kabullenerek yaşayacaktı.
Fegel’in, Gölge’ye duyduğu hisler: “Gördüklerim, yaşadıklarım hayal değilse, gerçekliğe nasıl bir açıklama getirebilirim? Ya hayalse? Bunu nasıl bitirebilirim?"
Fegel, günden güne Marlo’yu daha çok sevse de, hiç bir şey hayal ettiği ve umduğu gibi gitmeyecekti. Çünkü artık Gölge’nin kendini gösterme zamanı gelmişti. Rüzgarı, kasırgayı, yağmuru, ağaçları, doğayı önüne katarak çıkmıştı Fegel’in karşına. Sekiz yüz yıllık bir zaman geçiren Petra’nın doğuşuydu aslında. Petra kalbini, evreni gözlerine sığdıran, doğanın bin bir türlü renklerini gözlerinde taşıyan, Fegel’e kaptırmıştı. Petra’nın, Tanrısı söz vermişti. Fegel’in ölümüne kadar dokunmazsa ona, Tanrı, Fegel’i verecekti Petra'ya. Öbür dünyada. Kırk iki yıl beklemişti Petra, Fegel’e sarılmanın nasıl bir hissiyat olduğunu yaşayarak. Petra, doğanın oğlu. Tanrı'nın Lütfuna erişmiş bir bilge. Simyayı ve Felsefeyi önüne katarak büyük mucizeler başaran Petra, Fegel’e duyduğu aşkla imtihan edilecekti. Fegel ise hem Marlo’yla hemde Petra'yla. Petra’nın, Fegel’e duyduğu aşkı özetlersek (bir özet bu aşkı derinlemesine yaşatır mı meçhul) eğer;
"Bana var olduğumu hatırlattın. Bir zamanlar insan olduğumu. Hayallerim olduğunu. Bir zamanlar benim de bir çocuk olduğumu.”
Petra’yla yolları kesişen ve yeni bir hayata başlayan Fegel’in, Marlo’nun aşkını kalbinde bir madalyon gibi taşısa da, Petra’nın aşkına sonsuz bir saygıyla yaşam sürecekti. Marlo ise Fegel’in ondan alınmasını hazmedemeyerek, ölümsüzlerden oluşan Simyacıları arkasına alarak çalacaktır Petra’nın kapısını. Oysa Marlo’nun unuttuğu bir şey vardır ki, Petra’nın gücünü göz ardı etmesiyle, mucizevi gücü ve zekası altında ezilerek geri çekilmek zorunda kalacaktır. Ve Petra, Fegel’e; “Seni bıraka bilseydim eğer, bırakırdım. Bencilliğimi göz ardı eder, sana olan sevgime sırt çevirdim. Ama benim gecem sensin fegel. Benim gündüzüm sensin. Ruhumun dinginliği sensin. Günlerim, aylarım, yıllarım sensin. Sensiz yapamam. Cehennemin içinde bile cennetimsin. Sensiz hiçim. Seninle varım ben. Seninle tamamım. Seni bir başkasına bırakmak için beklemedim. Ve yine söylüyorum seni bir başkasının alması içinde gerekli hoşgörüye sahip değilim. Bu yüzden Fegel, hiç kuşkusuz mezara birlikte gireceğiz."
Ne kadar Fegel, Petra’yı sevmediğini düşünse de, Petra’ya duyduğu aşkı, Marlo’nun aşkını ezip geçecektir. Lakin henüz bu aşkı kabullenemeyecek, Marlo’ya ihanet etmekten korkacaktır. Yılları Petra’nın yanında geçen Fegel, sonunda Petra’nın ölümsüz ailesiyle tanışacaktır. Yıllarca Marlo’nun aşkından bahseden Fegel’e, Petra’nın yiyeni Giovannia, sitem edecektir.
Giovannia'nın sözleri şunlardır; "Sen hiç olmayan bir aşkı çekiyorsun Fegel. Acı çektiğini sanıyorsun. Aşkın ne demek olduğunu inan bana bilmiyorsun. Hiç bir zaman da bilmedin. Ama bir gün gelecek öğreneceksin. Öğrendiğinde ise artık çok geç olacak. Kaybettiğin zamana lanet okuyup, geriye dönmek isteyeceksin. İsteyeceksin ki kaybettiklerini göreceksin. Ama şimdi Tanrı bile sana bu gerçeği gösteremez. Cehennemi yaşamaya devam et. Petra amcamı, Marlo’ya duyduğunu sandığın aşkla darmadağın etmeye devam et.”
Bu sözlerinin ardından yıkılan Fegel’i doğa kucaklamış, kimseye söylememesi gereken sözleri bir sır misali fısıldamıştı.
“Sana verilen bu aşk(lar)a sahip çık Fegel.
Bu sana bağışlanmış bir armağan.
Hem maddi hem manevi sahada.
Hem bedeninde hem ruhunda.
Hem içinde hem dışında.
Kalbinin iki yarısında.
Tanrı’nın büyüklüğünü gör.
Sana bahşettiği aşklarla övün, gurur duy.
İşte bu senin hem cezan, hem mükâfatın. İkisine de sahip çık. İkisini de yaşat.”
Böyle söylemişti doğa ona. Böyle anlatmıştı her şeyi en başından. Bu gerçekle yaşamıştı Fegel kırk iki yaşına kadar. Son günlerine kadar da Marlo’yu kalbinde yaşatmıştı, Petra’nın yanında. Petra ise bu gerçeği kabul etmiş, Fegel’in Marlo’ya olan aşkını da kalbine gömmüştü. Büyük bir sabırla beklemişti Fegel’in onu sevmesini. Petra ise bu acıyı şu şekilde dile getirmişti: “Benim bir umudum bile yok. Yaşıyorken ölüyorum. Tıpkı Augistunus'un dediği gibi: yaşamıyorum ama hayattayım, öyle güçlü ki isteğim, ölmemekten ölüyorum."
Ve yıllar sonra beklenen an gelmiş mezara birlikte girmişlerdi. Petra’ya verdiği sözü tutmuştu Fegel. Petra ise Tanrı'ya. Kırk iki yıl süreç içerisinde bir kere bile dokunmamıştı Fegel’e. Korumuştu ruhunu. İlk günkü gibi. Yeni doğmuş gibi. Saf ve berrak göç etmişti bu diyardan.
Dünyadan iki insan göç etti. Biri sevdiğini ardında bırakarak. Biri sevdiğini yanına alarak. Bir diğeri ise sevdiğini toprağa bırakarak.
Bu kitap örneği görülmemiş bir aşkı bütün açıklığıyla önümüze sunuyor. Sizi duygudan duyguya sürükleyecek bu hikaye, bir solukta okunacak ve bitmesini istemeyeceğiniz bir eser olarak aklınızda yaşayacak.
Merve Yılmaz
merve1d1d1d@gmail.com