Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
- Konstantinos Kavafis, Şehir
İnsan nelerden kaçmak ister? Mesela bazen sessizlikten kaçmak ister, yolun sonu yine sessizliğe çıkar. Aileden, arkadaştan kaçmak ister bazen, bu kez de yol başka bir kalabalığa çıkar. Öfkeden, nefretten kaçıp, çekip gitmek ister, yol bu kez de onu kibirle buluşturur. Çünkü insan her yerdedir. Kaçtığı da ta kendisidir. İnsanın bir şeyi, bir yeri aradığı muhakkak, bunda şüphe yok. Bir ev arıyor insan. Özgürlüğünü ya da güvenliğini, belki de hem özgürlüğünü hem de güvenliğini bulacağı o evi arıyor. Bu arayışında da sık sık kendinden geçiyor, kendine dönüyor, kendine geliyor. Güzergâhın başında da sonunda da kendi var.
Jung, Kırmızı Kitap'ta "yaşanmamış kalanı yaşamak zorunda olmamak" için insanın kendinden kaçtığını söylüyor. Halbuki kendinden kaçamazsın, sen hep kendinle berabersin ve tamamlanmak istiyorsun diyor. Bir yarımlıktan bahsediyor. Bu yarımlığa karşı kör ve sağır bir tutum olduğun müddetçe "yüreğin bilgisine hiçbir zaman ulaşamayacaksın" sözü ise meselenin özü. Yüreğin bilgisi burada çok ince bir yerde duruyor. Hakikat midir o bilgi? Meçhul. Belki de mutluluktur. Peki mutluluğa kaçarak da ulaşabilir mi insan? Mesela Tezer Özlü, Zaman Dışı Yaşam'da öyle söylüyor: "Benim en büyük mutluluğun her şeyden kaçmak. Her şeyden."
Salih, yaşamı tüm dalgınlığıyla yaşayanlardan. Kimdir dalanlar, dalıp gidenler? Elbette düşünenler. Sohbetsiz mutluluk olmayacağını, yeryüzündeki her şeyin ölmek istediğini, felaketin sürekliliğini, hayatın zavallılığını bilenler. Ve elbette böyle yaşamaktan yorulanlar. Bu yorgunlukla gidip gelenler, kalanlar, ulu toprağın artık zehirlendiğini kabul edenler. Tüm bunlarla birlikte yaşamda birçok tutkuya da sahip olanlar. Mesela sütlü nuriyeti çok sevenler. Güzel şarkıların peşine düşenler. Sıradanlığın bir bilgeliği sunduğunu düşünenler. Kendi kendine, ama kendi gibi olan herkesi de dertdaş edinerek şöyle söylenenler: "Dünyayı anlamaya ilk heves ettiğinde çok okuma, çok düşünme kafayı üşütürsün dediler. Direnip devam ettiyse ergenliğinde şuna bak, çıktığı kabuğu beğenmiyor dediler. Devam edip yetişkin olduğunda ne oldu hani o kadar kitap okudun bir baltaya sap olabildin mi, bak şimdi tutunamayanları oynuyorsun dediler. Kimse bütün değerlerin ucuzlaştığı bir ortamda tutunmanın en iyi ihtimalle onursuz bir beceri olduğundan bahsetmedi."
Hayır hayır, Salih öyle depresyonda falan değil. Ruhun dünyaya ve yaşama zaman zaman gösterdiği refleklesleri, tepkileri hastalık olarak tanımlamayacak kadar akıl sahibi. Öte yandan her an aklını kaçırmak istiyormuş gibi davranabilen ve esas duruşta, hizada duramayan bir ruhun sarmaladığı biri. Nefaset Lokantası'nın müdavimi. Arkadaşlarının en sevdiği. Masaların hem en derini hem en siliği. Hikayesi var onun. Şevket'le önce dost, sonra düşman olması var. Eski dosttan düşman olmaz sözünü yeryüzünden silecek öfkeleri biriktirmiş biri Salih: "Gibi olan hiçbir şeye tahammülüm yok benim, teslimiyet gibi görünen tanrı kompleksine, inanç gibi görünen histeriye, kentli gibi görünen kasabalılığa, yarım olan hiçbir şeye. Çünkü bir şeyin yarımı tamından ya da hiç olmamasından her zaman daha fena ve tehlikeli. Her şeyin yarımından korkacaksın. Yarım adalet, yarı cahil ve sair. Bunun gibilere tahammülüm yok, yarım olan hiçbir şeye; bir de inananların şu teslimiyet kisvesine bürünmüş kibrine. Her şeyin yarımından korkacaksın her şeyin. Hakikat, gerçek, akıllı, akılsız bunlarla ne yapacağını bilirsin ya da bir yol bulmayı deneyebilirsin. Ama yarım oldu mu fena."
Arkadaşlarıyla bir masa kurar, Edip Cansever' "masa da masaymış ha!" diye bir kez daha dize kurar. Hepsi de nevi şahsına münhasırdır. Afitap Hanım mesela, lokantanın sahibi, sık sık "Güzel Allahım, senin pek sevgili kulların beni gizli gizli neyle yargılıyorlarsa yalvarırım onlara da aynısını yaşat!" diye dua eden biri. Beddua mı demeli? Belki. İçli, duygulu, becerikli. Altan Bey, karısı Şükran'a "Hayamut" diye seslenen biri. Hayatım'ın ve mutluluğum'un kısaltmaları. Hâliyle eşyalarına da mutlaka isim veren cinslerden. Hayamut Şükran, tek kelimeyle memnun bir kadın. Ancak kıskanç insanların hakkıyla sevebileceğini düşünenlerden. Bahadır, yeryüzüne oyun oynamak için gelenlerden. Hayatına biri girecekse önce onun testlerinden geçmeli, notunu almalı ve onun yaşamındaki rolünü ona göre oynamalı. Leyla, "dünyaya bir daha gelirsem..." girişini çok sevip, cevabı daima dağ keçisi olanlardan. Hayatına depresyonlu kimseyi almayanlardan. Yanındaki biri depresyona mı girdi? Muhakkak onu da sokar düşüncesiyle derhâl uzaklaşanlardan. Metin, kafasının içinde hiç bitmeyen tartışma programları olanlardan. Kitabın ortasından konuşmayı seven, daima gerçekçi ve dolayısıyla acımasız, can sıkıntısı denen şeyden nefret eden insanlardan. İbrahim, Suriye'deki savaş neticesinde ailesi dağılmış, türlü eziyetler içinde önce Hatay'a sonra İstanbul'a göçmüş, isminin hakkını verircesine hayatındaki kıymetli her şeyden vazgeçmesi gerekmiş biri. Duygulardan öfkeyi, baharatlardan acıyı, insanlardan kadını beğenenlerden. Meral, küçükken kumruları paslanmış güvercin zannedenlerden. Yani saf ve işlenmemiş.
İşte Salih, böyle bir masada son konuşmasını yapacak. Son konuşmanın bahsi; terk-i diyar etmek. Memleketi terk edip, Rio de Janeiro'ya yerleşmek. Salih zehirlendiğini düşünüyor yaşadığı toprağın. Hâliyle o toprakta yaşayan insanın da. Bundan sonra çözüm yok, şikayet var ona göre. Mutluluk ve huzur zaten gelip geçiciydi, şimdi bulmak dahi mümkün değil. İnsan çok, eti ağır, dert ve keder yağıp dururken bir de insanın zalimliği perişan ediyor insanlığı. İnsanlığa en büyük zararı yine insan veriyor. Salih her ne kadar gerçek bir muhabbetin âşığı olsa da artık bundan da tatmin olmuyor. Her şeyin ardında bir maske, bir hesap olduğunu düşünüyor. Bunca kötü düşünceden kurtulmanın tek yolu ise kaçıp gitmek yahut kaçmadan gitmek. Her şeyi bırakarak, her şeyle hesaplaşarak ve yüzleşerek. Peki bu hesaplaşma ve yüzleşme, aynı zamanda belleğin hatıra defterini çıkartmayacak mı ortaya? Elbette çıkartacak. Bu defterle yeniden yüzleşmek, geçmiş sayfaları bir bir okumak, yeniden düşünmek insanın gidişini zorlaştıracak mı kolaylaştıracak mı? Hikâye de tam burada başlıyor. Neticede "herkes kendinin sıradan olmadığına inanmak ister. Ve herkes bu vehmini öyle ya da böyle haklılaştıran bir karşılaşma yaşar" çünkü. Bu karşılaşmalar belleğin yüzeylerinde kendine yer bulur. Kimi derin bir çukur, kimi yolda birikmiş su gibi: "Yaşamak, hafıza denen köstebeğin durmadan deştiği, kurak bir şimdiyi tüketme işidir. Velhasıl her şey geçmiş ve gelecektir, şimdiki zamanla sadece kötü filmler ilgilenir."
Salih'in düşüncelerinde tutarsızlık yakalamak güç olsa da zaman zaman hatırlamak denen o acımasız hastalığın etkisinde kalabiliyor. Hatırladıkça düşünceleri gelgit yaşıyor. Kimseden bir şey beklemiyor, istemiyor. İnsana dokunacak en büyük ve en hakiki yardım kendinden gelendir, buna inanıyor: "Ben istemekten hep imtina ettim. Hayatta en büyük korkum bir şeyi talep eden adam olmaktır. Bundan hep sakındım. İşte bakın bu da bizden bir istiyor, ne tanıdık, ne âciz hikâye diyecekler diye korkumdan bir şey talep edecek olduğum her yerden kaçtım. Bu konuda kendimi geliştiremedim."
Bu satırların altını çizdikten sonra hemen yanına "gerek de yok" yazmışım. Öyle. Sanırım romanın en sarsıcı yanı da buydu benim için. Salih'le konuştum sık sık. Kendime çok yakın buldum. İsmini, cismini, ruh dünyasını sevdim. Kızdım sonra, "kaçma ulan bu kadar!" dedim. Hayatında olup biten yahut olmamış ve bitmemiş şeylerin yek sorumlusu sen değilsin ki. Bu ömrüm umum müdürü zaten kendisi. Senin bir şeyi yönettiğin yok. Getiriyor, götürüyor hayat seni bir yerlere. İnsan bu yüzden dümdüz gidemiyor, gidemez, gitmemeli. Oradan oraya savrulacak ki ömrün tadı çıkacak, tecrübe denen şey o vakit anlamlı olacak. Nihan'la belleğinin girdaplarında konuşurken, o mektuplar ortaya çıkarken aslında sen bunları görmedin mi Salih efendi? Gördün. Bak ne güzel yazılmış işte: "Bir kurtarıcıyı bekleyebilmek için önce kendini inkâr etmelisin. Sonra ortadaki her şeyi süpürecek ikinci bir rüzgâr gelir, toparlayarak süpürüp götürür... Hatırlıyorum, kalp genişledikçe hayatın bahçesi de çiçekleniyordu. Aynı anda sayısız büyüme küçülme, azalma artma, çiçeklenme, çürüme."
Hayatın baş döndüren hızında "başım dönüyor" diye şikâyet etmek kocaman bir trajedidir. Elbet dönecek başın, sen o başı ne kadar koruyabiliyorsun ona bak. Hani, "insan illa bir şey diyecekse bismillah demeli, başlamalı ve yola çıkmalı"... Ve artık burada mekânın, olayların, sebeplerin ve sonuçların bir kuvveti yok. Esas kuvvet zamanın ta kendisinde: "Her yolculuk mekânda değil asıl olarak zamanda yapılır."
Tuğba Doğan, Nefaset Lokantası'nda samimiyetle güvensizliği, özgürlükle kaygıyı, arayışla vazgeçişi bir araya getiriyor. "Salih sakin ol, salihlerden ol, nevrotiklerden olma. Geç kalmadın. Hiçbir şeye geç kalınmaz, her şey kendi zamanında olur" diyor bilgece.
Yazarı bu kitabıyla tanıdım. Dolayısıyla önümde çok ciddi bir soru duruyor. İlk kitabı olan Musa'nın Uykusu'nu hemen alıp okumalı mıyım yoksa bu büyüyü bozmamalı mıyım? Hem evet hem hayır. Yani almalı, bir süre bekletmeli ve sonra da okumalıyım...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf