Tarihin aktüel, siyasi ve fikri kaygılarla yorumlanması, yeniden inşa edilmesi yeni bir durum değil. Kemalist tarih inşasına karşı, farklı ideolojik gruplar “kendi tarih”lerini oluşturma gayreti içinde olmuşlardı. Günümüzde tarih çok popüler olmasına, belki de sosyolojiden çok daha yaygın bir yayın faaliyetine sahip olmasına rağmen, “büyük tarihçi” algımızı tahkim edecek çok az isim var. Evet, Halil İnalcık bu isimlerin başında geliyor. Kırmızı Yayınları’ndan çıkan Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası’ndaki bazı yazılar bugünün kaygıları ve meseleleri üzerinden yakın ve uzak tarih okumasına dayanıyor.
İdeolojik bir tarih inşasından söz etmek katiyen imkânsız ama kitaba Özdemir İnce gibi bir şahsın sunuş yazması, tarihin bugün belki en önemli “aygıt”lardan biri haline dönüştüğünü gösteriyor. İnce, hangi salahiyetle Halil Hoca’nın kitabına sunuş yazar, Hoca’nın bundan haberi var mı? Velev ki Hoca bundan haberdar olsun yine Özdemir İnce kimliğinin onun kitabında görünmesi, tarihin kendisine, okura büyük bir “eziyettir.”
Halil İnalcık yeni kitabındaki yazıları Türkiye’nin varlığı ve kimliği üzerinde hissedilen “endişe”lerin ekseninde yazdığı bariz şekilde fark edilmektedir. Hoca ülkenin millet bağının çözüldüğü kanaatindedir: “Türkiye’de şimdi şuna inanılıyor ki, ulus – devletin kuruluşu ile beraber, millet – devlet özdeşleşmesi gelmiştir. Dünyada olduğu gibi günümüz Türkiyesinde de, bunu sonu gelmiş, özellikle ekonomik küreselleşme akımı yeni gelişimi hızlandırmıştır. Şimdi cemaatler, azınlıklar, çoğulcu sivil toplum kurumları öne çıkmaktadır.”
Osmanlıların Türklüğü
İnalcık kitabında bu kaygıların yanına başkalarını da ekleyerek Selçuklu – Osmanlı ve Türkiye ile İslam arasındaki irtibatın niteliğini sorgulamaya tabi tutar.
Esasında İslam payını sabit tutarak, bu devletlerdeki Orta Asya Türk geleneklerinin etkisini ön plana çekmeye çalışır. Bu bakımdan öncelikle Selçuklu ve Osmanlı’daki “örf”ün etkisinin bilinenden çok daha fazla olduğunu, padişahların kanunlarını şeriattan çok örfün etkisinde yaptıklarını iddia eder. Halil Hoca, Şeriat’ın Osmanlı’daki etkisini zayıflatmaktan çok Şeriat ile örfün kapsayıcılığı üzerinden bir yorum getirme gayreti güder: “Osmanlı Devleti, şeriatı aşan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Bu yolu açan prensipse, örf, yani hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak şeriatın şümulüne girmeyen alanlarda devlet kanunu koyma yetkisidir.”. Bu naif cümle aslında Şeriat’ı “belirli bir alana sıkıştırarak” kapsamını daraltmakta, bir sonraki aşamada Osmanlı’da din ve devlet işlerinin her durumda iç içe olmadığını ispatlamaya böylece Kemalist kurucu anlayışın haklılığını ortaya koymaya çalışmaktadır. İnalcık burada simge isim olarak Fatih’i yani çağ açıp kapatan Padişah’ı alır. Fatih’in kanunnamesinde örfü etkili kullandığını belirten İnalcık, sadece Fatih’in değil tüm Osmanlı padişahlarının Türk devlet geleneği yani törü’yü, örfü temel aldığını vurgular. Osman Gazi’den Kanuni’ye kadar örf, devletin esaslarını belirlemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın devamı olup olmadığı sorusu da bu bakımdan cevabını bulur: her ne kadar toplumdaki İslami algılar ve yaşayış biçim varlığını sürdürse de devlet yönetimi bakımından Osmanlı bitmiş, kesinlikle son bulmuştur. İnalcık, Türk kavramı etrafında sıklıkla tartışılan bazı meseleleri Selçuklu ve Osmanlı deneyimleri üzerinden değerlendirirken, etnik aidiyet ile İslam aidiyeti arasında yumuşak bir karşılaştırma yapar. Bu bakımdan Osmanlı’nın idari yapısının örf ağırlıklı olduğu tezi Osmanlı ile Türkiye arasındaki irtibatın zayıflığına; Türkiye’nin kuruluş bakımından müstakil kimliğine “evrilme”yle geldiğine delil teşkil eder.
Genel Kabullere İnalcık Müdahalesi
Halil İnalcık kitabın girişinde uzun uzun Türkiye’deki tarihçilik konusunda fikirlerini açıklarken başta modern Türk tarihçiliğinin babası sayılan Fuat Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan’ın tarih metodu, Braudel etkisi üzerinde durur. “Osmanlı tarihinin büyük problemlerini birtakım sosyolojik genellemelerle çözümlenmiş saymak, bu son dönemde bir moda haline gelmiştir” eleştirisi hali hazır tarihçilik üzerine önemli bir eleştiri olarak not alınmalıdır.
Wittek’in eski metinlerin tenkitsiz kullanılmasını affetmediğini aktaran İnalcık, Barkan’ın “tarihçi yürüyeceği yolu kendisi yapan bir yolcu durumundadır” sözünü de tarih araştırmaları için zikreder. İnalcık’ın sıkı eleştirilerinden birini de Celali İsyanları üzerine çalışan Mustafa Akdağ için yapar. Akdağ’ın Celalileri anlamadığını iddia eden İnalcık, tımarlı sipahiler yerine ikame edilen sekban ve sarıca bölüklerinin ortaya çıkışıyla Celali İsyanları arasındaki doğrudan bağlantıyı Akdağ’ın kuramadığını belirtir.
Halil İnalcık kitabında yaptığı önemli değiniler ve kritik müdahalelerle bir takım yanlışları tashih ettiği gibi genel anlayışları da yıkar.
Türklerin her zaman İpek Yolu’nu denetimleri altında tuttuklarını, bu nedenle yerleşik ve zengin olduklarını izah eden Halil Hoca, Türklerin göçebe olduğu genel yargısının önüne geçer.
Osmanlıların, Türklerin ve bağımsız bir devletin varlığının “batılılaşma”ya bağlı olduğu gibi uç bir yorum yapan Hoca, Türklerin Selçuklular dönemi başta olmak üzere İslam’ı kurtardığı ve hatta Avrupa’nın İslam medeniyeti sayesinde bugünkü haline geldiğini basit indirgemecilikten uzak, tarihin o günkü şartlarını gözönüne alarak söylemektedir. Bugün kaba hümanizm gösterileri arasında gazayı “barbarlık” gibi sunma gayretleri İnalcık’ın aktüel kaygıları bir tarafa iterek firasetine, tarih konusundaki hakkaniyetli tavrına çarpar: “Post – modernist yazarlara göre mesela gaza, gazi, fetih tarihi terimlerin kullanılması ulusalcılık, bağnazlıktır. (…) Osmanlı savaşçı, savaşırken İslam’ın belli bir inanç ve zihniyetiyle savaşmaktadır; o gelişigüzel bir akıncı değil, bir gazidir, aldığı ganimet onun için, dinin kutsallık verdiği bir kazançtır. Cami yaptırmaya niyet eden sultanlar gazâ seferi düzenler ve ganimet malıyla camisini yapardı; reaya vergisinin haram içerdiğine inanılırdı.”
Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1