"İlgi çekici ya da dokunaklı bir hikaye, herhangi bir delilden çok daha başka türlü, çok daha derinlemesine etkiler bizi.”
- Alain
Sinan Sülün adını daha önce birkaç yerde duymuştum fakat okumaya fırsatım hiç olmamıştı. Karahindiba kitabı sayesinde yazarın ilk defa bir kitabını okuma fırsatı buldum. Kitap bir hikaye kitabı. İçinde birbirinden bağımsız üç tane hikaye barındırıyor. Şu an İletişim Yayınları’ndan satışta olan kitabın ilk baskısı 2011 yılında Sel Yayıncılık’tan neşredilmiş.
Genç bir yazar Sinan Sülün. Karahindiba yazarın ilk kitabı. Fakat bazı yazarlarda görünen ‘ilk kitap acemiliği’ne bir okur olarak rastlamadığımı söyleyebilirim. Hikayeler usta elinden çıkmış gibi. Yazarın tarzı bana Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’ı anımsattı. Günümüz yazarlarından ise Barış Bıçakçı’ya benzeyen bir üslubu var; fakat bu bir taklit değil, başarılı bir etkilenme şeklinde tezahür etmiş hikayelerde. Ayrıca hikayelerde dikkat çeken başka bir husus yazarın çok başarılı, hayattaki ayrıntılara dikkat edebilen bir gözlem gücüne sahip olması ve bu gücünü betimlemelere yansıtabilmesidir. Bazı yerlerde hayatın içinde yer eden fakat farketmediğimiz şeyleri öyle güzel yazıya dökmüş ki ‘evet, şu an farkediyorum ama gerçekten de öyle’ dedim birçok kez.
Kitapta üç hikaye var demiştik. İlk hikayenin adı Aralık. Yazar bu hikayeye başlamadan önce Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ından şu sözü hikayenin başına iliştirmiş: “Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum.”
Hikayeyi okuduğumuzda bu sözün başkarakter Rıfat için söylendiğini anlıyoruz. Rıfat da Aylak Adam’daki C. gibi; fakat daha karamsar, suskun, daha ümitsiz, C.’nin hayattan daha sağlam bir tokat yemiş hali. Karısının kendisini en yakın arkadaşıyla aldatması sonucu hayata küsmüş, konuşmayan, tepki vermeyen bir adama dönüşmüş Rıfat. Abisinin evinde, kendine, kişiliğine tamamen zıt bir yerde geçirdiği zamanı işlemiş yazar hikayede. Abisinin evinde, tek dertleri ev, araba, dünyanın başka türlü zevkleri olan insanların arasında o dünyaya ait olmayan Rıfat üzerinden yazar, sağlam bir toplum ve aile eleştirisi de getiriyor. Yozlaşan, sığlaşan, umursamaz sahte bir toplumu “Arkadaşlığı Merhaba Arkadaşlar, üzüntüsü Altı ay işsiz kaldım, umudu Truva-trans’la büyümek istiyorum, sevinci Teşekkürler Kariyer Sitesi gibiydi” şeklinde ifade etmiş. Böyle bir ortamda iç konuşmalarla Rıfat’ın hissiyatını bize aktaran yazar bunda da oldukça başarılı olmuş. Hikayede bilinçdışı tekniğini etkili kullanmış, cümleleri uzun tutmadığı için hikayenin etkisi daha da artmış.
İkinci hikayenin ismi Mavi Pelikan. Bu hikayeye ise yazar Sabahattin Ali’nin Değirmen adlı hikayesinden “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o… Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?..” sözü ile başlamış. Aslında yazar bu sözleri hikayenin öncesinde yazarak bize hikayeyle ilgili ana nokta hakkında ipucu veriyor. Bu hikaye benim şimdiye kadar okuduğum en ilginç hikayelerden biri. Bir pelikanla bir insanın umutsuz aşkı. Burada başkarakter Numan. Kişilik olarak tıpkı birinci hikayedeki Rıfat’a benziyor. Sessiz, sakin, düşünceli… Büyüklerine her koşulda itaat etmeye çalışan biri. Çalıştığı dükkanın sahibinin daha çok para kazanmak uğruna dükkanında bir süre bakımını üstlenmesi için kendisine teslim ettiği pelikanla birbirlerine aşık olan fakat daha sonra aşkına sahip çıkamayan Numan’ın hikayesi. Ya da aşkı için her şeyi yapan, ölüme dahi gözü kapalı gidebilen pelikanın hikayesi de diyebiliriz. Bu hikayede yazar çevresel etmenlere kendimizi ne kadar çok bağladığımızı, başkalarının fikrini ne kadar çok önemsediğimizi, kişiliğimizden ödün verdiğimizi, toplum olarak farklı olanları nasıl dışladığımızı gerek Numan’ın düşünceleriyle gerek pelikanın konuşmalarıyla çok iyi anlatmış ve eleştirmiş. Pelikanın “Sen, hepiniz çirkin bir balıkçının oltasına yakalanmışsınız. Balıkçının ayaklarının dibindeki kovanın içinde yaşamak için çırpınıp duruyorsunuz. Dünyayı o kova, yaşamayı ölmemek sanıyorsunuz. Özgürlüğünüz o kovanın hacmi, ömrünüz gün bitip balıkçı eve dönene kadar.” demesi bana Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ını anımsattı. Numan’ın, pelikanın birlikte kaçma fikrini kabul etmemesinden sonra aşk hakkında çok esaslı fikirler geliyor yazardan. Ayrıca bir pelikan ve bir insan üzerinden aşkı ve umutsuz aşkı, insanın korkaklığını, acımasızlığını, para hırsını çok iyi anlatmış. Hikayedeki pelikan gibi sevemeyen insanlar var bu dünyada.
Üçüncü hikayenin ismi ise kitaba da adını veren Karahindiba. Bu, kitaptaki en uzun hikaye. Bu hikayenin başkarakteri Adnan. Tıpkı diğer hikayelerdeki gibi Adnan da hayat karşısında çaresiz, hayata yenilmiş ya da zaten direnmeye bile güç bulamamış biri. Yazar burada da dünyanın düzeni karşısında bocalayan, ailesiyle –özellikle babasıyla- sorunlar yaşayan, her şeye rağmen hayallerinin peşinden gitmeye çalışan fakat bunu da beceremeyen birini çıkarmış karşımıza. Babayla erkek çocuğun çatışmalı hikayesini başarılı bir şekilde işlemiş. Aslında bu hikayeyi anlatmaya çalışmak zor. İş ilanlarına bakarken gazetede kendisinin bir hafta sonra bir davete çağrıldığını görüyor Adnan ve hikaye buradan sonra farklı bir yere evriliyor. Hayatımızdaki ufacık tercihlerimizin hayatımızın akışını aslında ne kadar çok değiştirdiğini bu hikayeyi okuyunca anlıyoruz. Bu hikayede yazar sanki kendi hayatını anlatmış. Gerçek yaşanmışlıkları hikayeleştirmiş sanki.
Genel olarak bağlayacak olursak, belli ki yazarın bu dünyayla, sistemle bir derdi var. Sığlaşan hayatlar, para peşinde koşan insanlar yazarda bu tür insanlardan rahatsız olan karakterler oluşturma yönünde kendini gösteriyor. Yazar bu dünyada dibe vurmuş, sonra da bu kitabı yazmış gibi bir hisse kapıldım. Kitaptaki şu bölümün dediklerime dayanak olacağını düşünüyorum:
“Galiba bu dünyada herkes bir iz bırakmak için yaşıyordu. Duvardaki resim bunu sökülürken duvarın sıvasını yanında götürerek yapıyor, inşaat işçisi ustabaşından gizli, bir tuğlanın üzerine ismin kazıyor, tapu kadastrodaki memur üç çocuk yapıyor, salyangoz ardında sümüğünü, don lastiği belde tahrişini, kalem kağıtta yazısını bırakıyor, zenginler okul yaptırıyor, yoksullar fotoğraf çektiriyor, anlar hatıralaşıyor, kimisi intihar ediyor, kimisi resim yapıyor, kimisi roman yazıyordu.
İyi kötü hepsinin varlığını kanıtlayacak izleri oluyordu. Yaşadıklarını başkalarına hatırlatacak, kendilerine iyi hissettirecek, bu dünyadan çekip giderken ‘Ben buradayım, beni unutmayın’ dedirtecek izleri.
Oysa ben yaşarken unutulmuştum.
Benim otuz sene boyunca bu dünyada bıraktığım iz, şimdi çoktan yanıp rüzgara karışmış resimlerin duvarda bıraktığı izler kadar bile derin değildi.”
Okuyunca ‘iyi ki okumuşum’ denilecek bir kitap Karahindiba. Alain’in dediği gibi bu kitap, bu hikayeler çok derinlemesine etkileyecektir okuyucuyu.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Sinan Sülün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sinan Sülün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Aralık 2016 Pazartesi
5 Ocak 2016 Salı
Hâlâ aşka inananlara
"Sıradanlığın zaferine inanıyorum."
- Sinan Sülün
Sinan Sülün, ilk öykü kitabı Karahindiba ile kütüphanemde yer edinmiş; ardından çeşitli mecra ve dergilerdeki yazılarını takip ettiğim bir yazar. Keskin bir gözlem gücü, akıcı ve kendine özgü bir dili var. Yeni kitabı üstünde çalıştığını öğrendiğimde hevesle beklemeye başlamıştım. Yazarın yeni romanı Kırlangıç Dönümü’nü de çıktığı hafta alıp bir nefeste okudum. Kitap bittiğinde damağımda hem bilindik hem de ilk defa fark ettiğim şeylere ait bir tat kaldı. Bu tadı oluşturan, şüphesiz, Sinan Sülün’ün çok bilindik bir hikâyeyi farklı bir üslupla anlatabilmiş olmasıydı. Kırlangıç Dönümü, çok tanıdık bir hikâye anlatıyor esasında. Farklı geçmişlerden gelen, farklı sınıflara mensup iki gencin aşkı var, ana eksende. Ali ile Verda’nın aşkı. On yılını hapiste geçirmiş devrimci Ali ile “olaylara karışmamış” iyi aile kızı Verda’nın yollarının kesişmesiyle açılıyor hikâye. Ve kurgu devam ettikçe Sülün’ün kendine özgün dili ve yeteneği, hikâyeyi katman katman derinleştirerek bilindik öykülerden ayrıştırıyor.
Kırlangıç Dönümü’nün en güçlü yanlarının başında karakterleri geliyor. Tüm karakterler, sanki yan komşumuzcasına tanıdık ve sahici. Ali, hepimizin gençliğinden, heveslerinden ve içimizdeki naif hallerden bir parça taşıyor sanki. Hepimizin içinde Verda gibi, bir adama / kadına şaşkınlıkla bakma isteği var. Ve diğerleri, Nergis, Hüseyin, Deniz, Başak, Bertuğ, Can… Her biri, sanki bir şekilde tanıdığımız bir insandan veya bir duygudan parçalar taşıyor. Ve hepsi bir araya geldiğinde, fazlasıyla bize ait, bize dair bir hikâye örülüyor. Karahindiba ile incelikleri yakaladığını fark ettiren ve gözlem gücüne hayran bırakan Sinan Sülün, Kırlangıç Dönümü’nde de “insanı” anladığını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.
"Kendi benliğine güzellikler katmak için âşık olmak isteyen kişi aşkın ne olduğunu bilemezdi. Aşk hiç ummadığınız, hiç beklemediğiniz bir anda buluverirdi sizi. İnsan âşık olmayı seçmezdi. Aşk onu seçerdi. Sadece varlığını kaybetmeye hazır olan insan o kapıdan içeri girebilirdi. Bu mucizevi duygu, her gün yeniden ölen Tanrı’nın kendisine inanmamız için gösterebildiği tek delildi. O sabah Ali için de öyle oldu. Aşk birdenbire, güneşin altında parıldayarak, yüzlerce tesadüfün gizemli uyumuyla kapıdan içeri girdi."
Kırlangıç Dönümü’nü ayrıştıran bir nokta daha var. Ana ekseninde aşk olmasına rağmen salt bir aşk hikâyesi olarak kalmıyor; politik bir zeminde yol alıyor roman. Ancak, klişelerden farklı olarak ajitasyona, demagojiye veya söyleme boğulmuyor. Memleketin geçtiği yollar, haksız yere hapis yatanlar, hevesini yitiren güzel çocuklar, sağdan-soldan olanlar ama aslında aynı gökyüzünü paylaşanlar… Hepsi, biz nasıl yaşadıysak o kadar yalın ve “olduğu gibi” yer buluyor hikâyede.
Kırlangıç Dönümü, geçmişten beslenirken en çok da bugünü anlatıyor. Bugünkü halimizi, hayatımızı, aşklarımızı… Ve farklı bir dünyanın mümkün olduğuna dair bir inanç aynasında yansıtıyor çağımızı. Ali, çoğunluğa garip gelen tavırları, kimi zaman çocuksu kimi zaman fazlasıyla yaş almış halleriyle saf olanı, farklı olanı çarpıyor yüzümüze. Ve sevdiriyor kendini. İçimizde, belki de bastırdığımız, gizlediğimiz bir umudu çıkarıveriyor yerinden.
Hayata, insana ve aşka dair umudu tazeliyor.
İyi bir roman okumak ve içindeki umudu tazelemek isteyenlere iyi gelecek bir kitap: Kırlangıç Dönümü.
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
- Sinan Sülün
Sinan Sülün, ilk öykü kitabı Karahindiba ile kütüphanemde yer edinmiş; ardından çeşitli mecra ve dergilerdeki yazılarını takip ettiğim bir yazar. Keskin bir gözlem gücü, akıcı ve kendine özgü bir dili var. Yeni kitabı üstünde çalıştığını öğrendiğimde hevesle beklemeye başlamıştım. Yazarın yeni romanı Kırlangıç Dönümü’nü de çıktığı hafta alıp bir nefeste okudum. Kitap bittiğinde damağımda hem bilindik hem de ilk defa fark ettiğim şeylere ait bir tat kaldı. Bu tadı oluşturan, şüphesiz, Sinan Sülün’ün çok bilindik bir hikâyeyi farklı bir üslupla anlatabilmiş olmasıydı. Kırlangıç Dönümü, çok tanıdık bir hikâye anlatıyor esasında. Farklı geçmişlerden gelen, farklı sınıflara mensup iki gencin aşkı var, ana eksende. Ali ile Verda’nın aşkı. On yılını hapiste geçirmiş devrimci Ali ile “olaylara karışmamış” iyi aile kızı Verda’nın yollarının kesişmesiyle açılıyor hikâye. Ve kurgu devam ettikçe Sülün’ün kendine özgün dili ve yeteneği, hikâyeyi katman katman derinleştirerek bilindik öykülerden ayrıştırıyor.
Kırlangıç Dönümü’nün en güçlü yanlarının başında karakterleri geliyor. Tüm karakterler, sanki yan komşumuzcasına tanıdık ve sahici. Ali, hepimizin gençliğinden, heveslerinden ve içimizdeki naif hallerden bir parça taşıyor sanki. Hepimizin içinde Verda gibi, bir adama / kadına şaşkınlıkla bakma isteği var. Ve diğerleri, Nergis, Hüseyin, Deniz, Başak, Bertuğ, Can… Her biri, sanki bir şekilde tanıdığımız bir insandan veya bir duygudan parçalar taşıyor. Ve hepsi bir araya geldiğinde, fazlasıyla bize ait, bize dair bir hikâye örülüyor. Karahindiba ile incelikleri yakaladığını fark ettiren ve gözlem gücüne hayran bırakan Sinan Sülün, Kırlangıç Dönümü’nde de “insanı” anladığını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor.
"Kendi benliğine güzellikler katmak için âşık olmak isteyen kişi aşkın ne olduğunu bilemezdi. Aşk hiç ummadığınız, hiç beklemediğiniz bir anda buluverirdi sizi. İnsan âşık olmayı seçmezdi. Aşk onu seçerdi. Sadece varlığını kaybetmeye hazır olan insan o kapıdan içeri girebilirdi. Bu mucizevi duygu, her gün yeniden ölen Tanrı’nın kendisine inanmamız için gösterebildiği tek delildi. O sabah Ali için de öyle oldu. Aşk birdenbire, güneşin altında parıldayarak, yüzlerce tesadüfün gizemli uyumuyla kapıdan içeri girdi."
Kırlangıç Dönümü’nü ayrıştıran bir nokta daha var. Ana ekseninde aşk olmasına rağmen salt bir aşk hikâyesi olarak kalmıyor; politik bir zeminde yol alıyor roman. Ancak, klişelerden farklı olarak ajitasyona, demagojiye veya söyleme boğulmuyor. Memleketin geçtiği yollar, haksız yere hapis yatanlar, hevesini yitiren güzel çocuklar, sağdan-soldan olanlar ama aslında aynı gökyüzünü paylaşanlar… Hepsi, biz nasıl yaşadıysak o kadar yalın ve “olduğu gibi” yer buluyor hikâyede.
Kırlangıç Dönümü, geçmişten beslenirken en çok da bugünü anlatıyor. Bugünkü halimizi, hayatımızı, aşklarımızı… Ve farklı bir dünyanın mümkün olduğuna dair bir inanç aynasında yansıtıyor çağımızı. Ali, çoğunluğa garip gelen tavırları, kimi zaman çocuksu kimi zaman fazlasıyla yaş almış halleriyle saf olanı, farklı olanı çarpıyor yüzümüze. Ve sevdiriyor kendini. İçimizde, belki de bastırdığımız, gizlediğimiz bir umudu çıkarıveriyor yerinden.
Hayata, insana ve aşka dair umudu tazeliyor.
İyi bir roman okumak ve içindeki umudu tazelemek isteyenlere iyi gelecek bir kitap: Kırlangıç Dönümü.
Merve Uzun
twitter.com/merveuzun
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)