"Baba bana yürüdüğün
O yolları göster
Baba bana dünyanın
Yüreğine inen geçidi."
- Ahmet Erhan, Bir Baba İçin
Baba, çok derin bir mevzu. İsmi cisminde. "Baba" bir mevzu. Öyle ki insanın kemali belirli bir olgunluğa eriştiğinde anlattığı şeylerin içinde muhakkak bir baba figürü yer alıyor. Bu bazen öğretmen, hoca, lider, şeyh yahut yoldan geçen herhangi bir kimse oluyor. Sanki hep aranan ama hep de bulunamayan bir anahtar baba. Sanki her kapıyı açacak, eşsiz bir anahtar.
Ercan Kesal'ın daha evvel Cin Aynası kitabını okumuş ve hikâye anlatım gücünü çok beğenmiştim. Hikâye derken yanlış anlaşılmasın, hiçbiri kurgu değil. Yaşanmış ve acısı kalmış, bir yas sürecine dönüşmüş ve mümkündür ki yaşayanını da o süreç boyunca olgunlaştırmış hikâyeler. Teknik manada bildiğimiz hikâye yeteneğini ise Nasipse Adayız kitabında göstermişti. Peri Gazozu, ilk baskısını 2014 yılında yapmış, iki yıl içinde 10. baskısına ulaşmış bir kitap. Tüm kitapları gibi İletişim Yayınları tarafından neşredildi.
İçinde yüzlerce özne olsa da Peri Gazozu'nun tüm metinleri babada duruyor. Böylece okuyan için tek bir özne kalıyor geriye: Baba. Kesal, kitabını "Babam gazozcu Mevlüt'ün aziz hatırasına" diyerek açıyor. Sunuş yazısının hemen başında Tarkovski'nin "...bütün sanat eserleri belleğe dayanır" cümlesiyle başlayan bir paragrafı var. Dipnotta yazar "Bergman ve ona göre sinema yönetmenlerinin en büyüğü olan Tarkovski, felsefi anlamda en çok etkilendiğim iki yönetmendir." diyor. Böylece okuyucu, belleğin sanatlı direnişine şahit olacağı sayfaların beklentisiyle başlıyor hikâyelere. Bu beklenti hiç de boşa çıkmıyor. "Kurban"dan kitabın son yazısı olan "Kestaneden Duduk olur mu?"ya kadar okuyanı, yazarın hafızasına ve yaşadıklarına hayret ettiren bir bütünlük var Peri Gazozu'nda.
"Son bayram ziyaretinde, seveceği türden şık bir ceket almıştım. Sabah erkenden giydi ceketi ve titreyerek aynanın karşısında durdu bir süre. Parkinsonun iyice küçülttüğü vücudu, ceketin içinde kaybolup gitmişti sanki. "Ölçünü unutmamışım bak, tam oturdu vücudun," dedim utanmadan! Eve gelen tüm misafirleri, küçücük gövdesinden sarkan o ceketle karşıladı, oturdu, sohbet etti. İstanbul'a döneceğim güne kadar da çıkarmadı sırtından. Son gün vedalaşmak için yanına gittiğimde "Oğlum, bu ceket çok güzel de, bana biraz ağır geliyor. Taşıyamıyorum artık. Al onu sırtımdan," dedi. Evet, doksan yıllık bir ömrü taşıyamıyordu artık babam. Aldım ceketini sırtından. Bir daha da giyinemedi." [sf. 43]
Hikâyelerle birlikte dönemin yönetim anlayışının toplum üzerindeki gölgesi de ağır biçimde hissediliyor. Bu gölge ne yazık ki sarıcı, kuşatıcı, güven verici bir gölge değil. Aksine gulyabani gibi çöken, korkutucu ve zalim bir gölge. Öte tarafta "İster kurtçu, isterse Ecevitçi, benim için fark etmez. Biz ekmeğin peşindeyiz." diyenler de var elbette. Ancak gençlerin hem yürekleri hem de bedenleri yangın yeri...
"Ben öldükten sonra, gömmeden önce battaniyeye sarar mısın oğlum," demişti bir gün babam.
"Niye baba?"
"Soğuktur şimdi oğlum, toprağın altı sonuçta. Üşürüm... Sonra, börtü böcek."
"Ne fark eder öldükten sonra," diyemedim tabi ki.
"Olur baba. Bunları düşünme Allah aşkına," dedim yavaşça.
Lakin, içimde bir battaniye haberinin sızısı kalmıştı. Babamın insanı şaşırtan bir saflıkla istediği battaniyeyi 19 Aralık 2000 günü, Bayrampaşa Cezaevi'nin koğuşunda günlerdir ölüme yatan genç insanlara attılar. Bakın ne anlatıyor yıllar sonra, o katliama katılan askerlerden biri:
"Koğuşta yangın çıktıktan sonra yardım isteyenlere 'sizi kurtarmak için yaş battaniyeler atıyoruz, bunlara sarılın ve kendinizi koruyun,' diyerek battaniye attık. Fakat battaniyelere su değil, benzin ve tiner dökülmüştü. Battaniyeye sarılanlar daha çabuk yanıyordu." [sf.103]
Bu vaziyet Ercan Kesal'ın diline öfke, nefret olarak yansımıyor. Kesal "her şeye rağmen" umudundan bir şey kaybetmiyor. Elbette lanetini de esirgemiyor.
"Ölülerimiz nerede? Bir karga bile değilsiniz. Kabil'in kargayı görüp de utanan kalbi yok sizlerde, anladık. Ama, yorulmadınız mı, ağzınızda cesetlerle yıllar yılı tepemizde akbaba gibi dolaşmaktan? Bir karga gibi yapın hiç olmazsa. İnin yere ve bırakın ölülerimizi. Kalplerimiz onlara mezar yeridir." [sf. 115-116]
Bir hekim Ercan Kesal. Anadolu'nun ücra köylerinde, kasabalarında, türkü imkânsızlıklarla görevini aksatmadan yerine getirmeye çabalamış. Çok zor şartlar da görmüş, kan ter içinde bırakacak imtihanlar da. Hiçbiri onu mesleğinden soğutmamış. Çünkü insanı, halkı, toprağı sevmektir gönlü dik tutan. Bazen 'şansı' yaver gitmiş, hem kendi hem hastası ölümden dönmüş. Bazen de 'talih' kısa bir süreliğine gülmemiş, hastası ahirete göçmüş, kendisi üzülmüş. Bu üzüntüsünü kelimelere dökmüş. Belleğin acı hatıraları arasına yerleştirmiş, Peri Gazozu'nun birçok sayfasında da okuyucuya sunmuş.
"Baba, ağzında külü yarılanmış bir sigara, acıdan donmuş bir halde, yerde yatan oğluna bakıyor. Traktörün şoförü biraz ötede, jandarmaların arasında savcıya bir şeyler anlatıyor.
Yorulur, oradaki bir taşa çökersiniz. Ayağında Adana şalvarı, esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmiş de bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuşur: "Adana'dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz, diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin." [sf. 165]
Sadece acı değil, Anadolu insanın türlü türlü karakterleri, ilginç huyları, geleneklerin modern tıbba meydan okuduğu anlar ve zamanlar, daha neler neler. Yazının başında söylediğime yakın, hem bir deneme hem de hikâye kitabı gibi Peri Gazozu. Kanaatim şudur ki bu kitap psikoloji alanında da özellikle değerlendirilebilir. İçindeki teknik tespitler, anekdotlar, vakalar ve analizler yok ama nice travmalar, yaslar, melankoliler, hüzünler ve yaralar var. Sadece biri çıkıp "depresyondasın, bir antidepresan kullanman lâzım" demiyor, o kadar. En güzeli de bu. Çünkü depresyon, şu çağın insanının ayakta durduğunun, hâlâ ayakta durabildiğinin bir göstergesi. Gücünün, yüreğinin genişliğinin, robotlaşmadığının, insanî vasıflarını kaybetmemek konusundaki direncinin ve nicesinin. Bu yüzden koca bir yas süreci işleniyor Peri Gazozu'nda.
Erdoğan Özmen, o güzel kitabı Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan'da "Keder üstüne tefekküre dalmaktır yas. Kayıp içinden ve kayıp aracılığıyla düşünmektir." der ve şöyle devam eder: "Yas bir armağandır insana. En derine dalmaktır; hiç bilmeden üstelik."
Babada her şey vardır. Keder, tefekkür, yas, kayıp... Ve ne olursa olsun, kahkaha yerine tebessümü tercih eder babalar. Çünkü kahkaha geçicidir, tebessüm geçmez. O hep kalır gönüllerde, hikâyelerde...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf