Zeyl: James Last’ın ölümsüz bestesi Einsamer Hirte/The Lonely Shepherd’in (Yalnız Çoban) Zamfir yorumu eşlik edebilir bu yazıya.
Yıllar evvel, kendi küçük yörüngesinde dönen küçük bir benken keşfedilmeyi bekleyen incelikleri tanımlama hevesiyle yola çıkmış; kâşifi olduğumu sandığım şeylerin konuşamadığım dillerde karşılığı olduğunu öğrenmiş, üzülmüştüm. Ardından böylesi bir keşfin imkânsızlığını keşfetmiş, nihayetinde elimde kalan tek şeyin keşfi sevmek olduğuyla yüzleşmiş ve bari bu halin bir adı olsun, mahlasım olsun diye Keşfsever demiştim kendime. Sevmek anlamına gelen “phileo” ve bilgelik anlamına gelen “sophia” kelimelerinin kucaklaşıp içinde sevgi geçen tek öğreti olan felsefeyi adlandırması güzel bir rast olmuştu. Hemen her şeyin sahipliklerle adlandığı bir zamanda tanımlanışın sevilen şeyle yapılışının güzelliğindeydi bu rast. Peki ya başka rastlar?
Öncelik ve sonralıkla farkına vardığımız zaman algısı bizimle aynı şimdiyi paylaşmayan herkesi bizden ayırıp başka zamanların içine saklıyordu. Aramızda yıllar, yüzyıllar var diye uzak sandığımız, başkalarına satır bize ise iç ses olarak gelen cümlelerin sahipleri vardı bir de. Onlar uzakta değildi. Hepsi bir keşf mesafesinde hem kendilerini hem bizi zamansız, mekânsız ve sonsuz kılacak bakışlarımızı bekliyorlardı. O bakışların biriyle Simone Weil’le Haşmet Babaoğlu’nun “İki Simone” isimli yazısıyla rastlaştık. Yalnızca bize ait olan şeyleri tanıyan ve anında “ta kendisi” dedirtecek ve İsmet Özel’in “bize ait olan ne kadar uzakta?” sorusuna cevap olacak bir rastlaşmayla. Pekâlâ platonik bir rastlaşma olabilirdi bu çünkü Simone Weil’in ölüm tarihi doğum tarihime 47 yıl uzaktan bakıyordu. Neyse ki Weil’in bu sözü rastımızı platonik olmaktan çıkaran ‘bulunmuş bir mektup’ yapmıştı: “Bizler emeğimizde ve gündelik hayatımız içinde yaşanan şeylerin bize sunduğu sembolik anlatıyı bir mektubu okur gibi okumalıyız. Bu semboller keyfi şekilde karşımıza çıkmaz, onlar şeylerin doğasına çok evvelden ve Tanrı tarafından yazılmışlardır.”
Bu süreçte Weil üzerine çeviriler yapıldıkça yapıldı, Yerçekimi ve İnayet, Kişi ve Kutsal, Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler olmak üzere birçok kitabı Türkçe okura ulaştı. Ardından Allah Aşkı Üzerine Düzensiz Düşünceler’den sonra Ketebe Yayınları, Weil üzerine Türkçe ilk biyografik eser olan Palle Yourgrau’nun Simone Weil kitabını Ümid Gurbanov’un çevirisi ile yayımladı. Yazdığı yazgısı, yazgısı yazdığı olan, yaşamı felsefesinin bizatihi pratiği olan fakat fazlasıyla soyut olan metinlerini idrak etmekte zorlananlar ve ruhunu daha yakından keşfetmek isteyenler için kitap biyografiden çok bir Simone Weil şerhi oldu.
Weil’in de çok beslendiği dönem olan Antik Yunan’da hakikati söylemenin risk taşıdığı durumlarda hakikati söyleme cesareti gösterene “parrhesiastes” denirdi, Weil tam olarak böyleydi. Jean Jack Rousseau’nun Yalnız Gezerin Düşleri’nde bir rahibin defterinden aldığı "Vitam Vero Impendenti" ifadesi en çok onun yazgısına yakışıyordu. Çünkü anlamı “hakikat uğruna yaşamını riske atan kişi” demekti. İlginç bir şekilde Albert Camus, Nobel Ödülü'nü almaya gitmeden hemen önce bir azizi ziyaret eder gibi tıpkı Simone’nin Paris’teki eski apartman dairesine gitmişti. Belki de bu yüzden bir filozof mu, bir aktivist mi, bir yazar mı, bir mistik mi bunların hepsi onun gerçekten olduğu şeyi tanımlama noktasında eksik kalıyor. Ben onu filozof, mistik, aktivist gibi bütün bu dünyevi sıfatlardan azat edip, varlığını çağdaşlarından bir çırpıda ayırt eden ruhuyla ele alacağım ve Palle Yourgrau’nun kitabından seçtiğim bölümlerle onu daha yakından keşfetmek isteyenlere bir özet sunmuş olacağım.
Yourgrau’nun Simone Weil’i Üç Simone, Fransa ve Tanrı Arasındaki Fark, Çarmıha Gerilmenin Yeterliliği gibi enteresan başlıklarda toplam dokuz bölümden oluşuyor. Yazar, Weil’in felsefesini ve felsefesinin analizini Simone’un kişisel tarihine öyle güzel yediriyor ki kitap bir biyografi kitabi olmaktan çıkıp iyi bir Simone Weil yorumuna evriliyor.
Onu anlatmaya yeryüzüne değil, gökyüzüne ait oluşuyla ve bütünüyle 'başka bir dünyanın seyircisi' olmaklıktan ileri gelen sakarlığıyla başlamalı belki de. Ruhsal konulardaki inceliğine tezat olacak şekilde, eşyayla ilişki kurma biçiminde tuhaf bir sakarlığı vardı. Oğuz Atay'ın “hayatın acemisi” yakıştırması onun eşyayla kurduğu ilişkiyi izahı etmede ve ‘başka bir dünyanın seyircisi’ oluşuna uygun düşecek sanırım. Felsefe öğretmenliği yaptığı dönemde ona rast gelenler hırkasını ters giydiğini fark etmeyecek kadar sakar; elleri, eski püskü kıyafetleri, çorapsız sandaletleriyle Orta Çağ keşişi gibi göründüğünü düşünüyor ve onun için “Kızıl Bakire”, “La Simone”, “Weil Ana” diyorlardı. Ders verme konusunda başarılıydı ama burada da farklı metotlarıyla diğer meslektaşlarından ayrılıyordu. Amacı öğrencilerinin beyinlerini doldurmak değil –derslerinde en çok kullandığı kitaplardan biri olan Platon’un Devlet’inde de bahsedildiği gibi- onların ruhlarını dönüştürmekti. Çünkü Weil’e göre “ruh uyumaktadır.”
Sis romanında “Erkeklerin her biri ayrı bir ruha sahip oldukları halde, kadınların hepsinde tek bir ruh, aynı ruh, kolektif bir ruh vardır” diyerek “kadınların hepsi bir ve aynı kadındır” diyen Miguel de Unamuno, Weil’i keşfetse onu tanımlayacak kelime bulamazdı herhalde. O, bir cümlede özetleyebileceği türden kadınlardan değildi. Değildi çünkü o varlığını cinsiyetiyle değil, bizatihi varlığıyla başlatmıştı. Yourgrau’nun güzel ifadesiyle kendi güzelliğini sırtında taşımayı istemediği bir haç olarak gören Weil, çağdaşı ve tanışığı Simone de Beauvior’ın tersine varlığını dişilliğinden tümüyle soyutlayarak var etme yolunu seçiyor; Beauvoir’ın burjuvalara karşı kullanmaktan asla çekinmediği ruju, makyajı ve süslü kıyafetleriyle kullandığı dişillik silahına ruhuyla karşılık veriyordu. Beauvoir’ın dişilliği yalnızca görünümünde değil, zekâsındaydı. Fakat eril tahakküme karşı verdiği mücadele Simone Weil’i etkileyemiyordu. Çünkü Weil, cinsiyetleri tümüyle aşan ontolojik, teolojik ve politik bir savaş veriyordu. Yourgrau bu durumu; “Weil gerçek bir köle olmayı amaç edinmişken Beauvoir’ın amacı kimsenin değil, kendisinin efendisi olmaktı” diyerek izah ediyor. Ve Beauvoir feminizmin annesiyken Weil’in bu tanımlamayı reddettiğinden, bir gruba liderlik etmesi istendiğinde ‘ben feminist değilim’ diye tepki gösterdiğinden bahis açıyor kitabında.
Beauvoir, Weil için; “zekâsı, sofuluğu, kendini adamışlığı ve saf cesareti tüm bunlar bende hayranlık uyandırıyordu yine de onu kendi evrenime çekemedim ve benim için belirsiz bir tehdit oluşturuyor gibi görünüyordu bu” demişti. Simone de Beauvoir’ın Weil’deki en büyük hayreti ise acı çekenlerle sadece bir duygudaşlık kurmakla kalmayıp onlarla kendisini özdeşleştirebilme kapasitesiydi. Onun için başkalarının acı çekişinden daha gerçek bir şey yoktu. Bu haddinden fazla empati duygusal değil, ontolojik bir sorundu hepsinden önce.
“Güzel olan her şey, sonsuzluğu ifşa eder.” “Güzel olan Tanrı’nın deneysel kanıtıdır” diyecek kadar güzele meftunluğu güzellikle beslenecek kadar yemeğe duyarsız kılıyordu onu. Weil’in yaşamında yiyeceğin yerini alabilecek bir şey varsa o da güzellikti. “Güzellik, yenilecek bir şeydir” yazdı sonraları. Yourgrau’ya göre Simone ruhun ve ruhunun ebedi yanının açlıkla besleneceğini düşünüyordu. Yemekle kurduğu ilişki ve anoreksiyaya gidebilecek denli zayıflığı ve iştahsızlığı yemek ve güzellik arasındaki bağıntıyı iyice düşündürüyordu ona. “İnsan hayatındaki en büyük sorun bakmanın ve yemeğin iki farklı eylem olmasıdır.” diyerek benimsiyordu iyice bunu. “Kişi yalnızca yiyebileceği şeyi sever.” Ve sevdiği kitaplar için ‘okumam’ diyordu Weil, "yerim!”
Yaşadığı döneme rast gelen birçok savaşa katılmak hevesi ve aktivistliği, sakarlığı düşünüldüğünde baltalanıyordu. İçindeki savaşçıyı her tür silahla teçhizatlandırmak istiyordu fakat silah kullanmayı bir türlü öğrenemeyişi ve yakın arkadaşı Simone Deitz’in ona araba kullanmayı öğretmek isteyişinin bile hüsranla sonuçlanması, içindeki savaşçının hevesini kırıyordu. Neyse ki cephe gerilerinde kendine bir yer bulabiliyordu. Tüm bu halleri Nietzsche’nin “savaşçı ruhlu biri barış zamanlarında kendisine saldırır” sözünü haklı çıkarıyordu. Nitekim savaşacak bir şey olmadığında savaşçı ruhlu Weil kendisi ile savaştı.
Şöyle yazmıştı Weil; "Keşke tehlikeli bir görevde hayatımı riske atabilsem. Ölümle göz göze gelebilsem, düzgün bir insan olma şansı edinirim.” “Ölüm insana verilen en değerli şeydir. Bu yüzden, onu kötü bir şekilde kullanmak en büyük küfürdür” Güzel ölmek, nihai noktaydı onun için. Ali Şeriati’nin meşhur sorusu “Senin İsmail’in kim?” muhatap kalsaydı Simone Weil pekâlâ bu soru ile yüzleşebilirdi. Bu yüzden de yaşamını, ona verilen canı tıpkı adaklık bir kurban gibi yaşamayı tercih etmişti. “Hakikat ölümün tarafındadır. Hakikat yalnızca çıplaklıkta açıklığa kavuşur ve bu çıplaklık da ölümdür” diyen Weil için Yourgrau, Weil’in “ölmek için doğduğunu” söyler.
Ona atfedilen tuhaf tüm ithamlar, ona gerçek bir bakışla bakanlar için bağlayıcı olmadı. Bunda Yourgrau’nun da katkısı büyük. Nitekim Yourgrau’nun kitabıyla ilgili enteresan yorumlardan birini yapan French Studies dergisi kitaptan şu şekilde bahsetti: “Kişinin kendi sınırlı kategorisine büyük bir zihin düşürmek, dâhilerin gizli kusurları olduğunu göstermek, her an hazırda bulunan psikolojik kategorileri kullanmaktan kaçınmamız için caziptir. Palle Yourgrau bu cazibeye direndi: her insanın kalbindeki gizeme saygı duyarken Simone Weil'i daha şeffaf yaptı. Amacı, daha önce araştırılmış bir hayata küçük detaylar ekleyerek başka bir biyografi yazmak değil, okuyucunun Weil'in düşüncesiyle yüzleşmesine izin vermekti. Bunu başardı. O genel olarak Weil'e atfedilen üç klişeyi: anoreksik, kendinden nefret eden bir Yahudi ve cinsel açıdan bastırılmış bir kadın imajını yıktı. Yougrau'nun Weil’in Yahudilik ile ilişkisini incelemesi muhtemelen onun en büyük ve ihtilaflı katkısı.”
Eric Hobsbawm, 20. yy için “The Age of Extremes” (Aşırılıklar Çağı) der. Umutsuzluğun, çürümenin, savaşın ve maddenin çağında Weil, ıssız bir yolda tek başına Godot’unu bekledi. Yaşadığı yüzyılda rağbet göremedi. Yaşadığı yüzyılda rağbet, onun rağbet göstermedikleriydi. Yourgrau kitabında onun felsefesini “je veux, donc je suis” (olacağım, o hâlde varım) olarak geçiren bir bahis açar. Bu, ısrarlı bir ümidi barındırır. Yourgrau, onun pusulasız bir istikamette hayatı boyunca geri dönüş yolunu aradığını söyler. Ardından Marsilya’da kaleme aldığı mistik öyküsü Prologue’da olduğu gibi bir çatı katında hakikatleri bir bir gösterip ansızın ortadan kaybolan gizemli bir yabancıya rast gelmeyi ümit ettiğinden bahis açar. Yourgrau, kitabı bu yüzden olsa gerek şu cümleyle bitirir: “Daima dışarıda kaldı, hayatı boyunca davet edilmeyi bekledi, oradan davet asla gelmediyse bile, çağıran başka bir kapı olmadığı ne malum?”
Aziz Augustinus, “Tanrı bizlere bir şeyler vermek ister ama veremez çünkü ellerimiz doludur, onları koyacak yer yoktur der” Weil, Tanrı’ya yer açmak için yalnız ellerini değil, gençliğini, kadınlığını, zekâsını, kariyerini, elde edeceklerini, her şeyini feda etti. Geriye ise var olduğundan beri dönüşmek ve olmak istediği ruhu kaldı.
Weil ve ruhunu daha yakından keşfetmek ve başka ruhlardaki yansımasını duymak isteyenler hakkındaki bu üç çalışmaya bakabilir: Belgesel: Doğumunun yüzüncü yılında Julia Haslet’in yönetmenliğini yaptığı “An Interview with Simone Weil"
Oratoryo: Kaija Saariaho / La Passion de Simone. Albüm: Darrell Katz / The Death of Simone Weil.
Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever