Peygamber Efendimiz (sav) bir sohbet esnasında şöyle buyurdular: “Allah’ın bütün sırları semavi kitaplardadır. Semavi kitaplarda olanların hepsi Kuran’dadır. Kuran’da olanların hepsi Fatiha’dadır. Fatiha’da olanların hepsi Besmele’dedir. Besmele’de olanların hepsi b’nin altındaki noktadadır.” Hz. Ali Efendimiz bunu duyunca gönlünden gelen aşka engel olamadı ve “b’nin altındaki nokta benim” diye seslendi. Rasulullah Efendimiz gülümsedi. Öyle ya, Allah’ın Habibi “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır” buyurmamış mıydı?
Hz. Ali Efendimiz’in b’nin altındaki nokta olarak kendini tanıtması, ilmin kapısı olması hasebiyleydi. İlim, Allah’ı bilmekti. Taklidi imandan kurtulup, hakiki imana kavuşmaktı. Kendini bilmeyen, Hakk’ı bilemezdi. Hakk’ı bilmek kendini bilmekle, nefsini bilmekle mümkündü ancak. İnsanın kendini bilmesi de özünü bilmesi ile mümkündü. Özüne inen insan, her şeyin başladığı noktaya (ki burada başlamak somut bir durum değildir, Allah anda olduğuna göre başlamak ile bitmek aslında aynı noktada deveran edip duran bir histen ibarettir) gelecek ve orada Hakk ile karşılaşacaktır. Hakk ile karşılaşan insan da Hakk’ta yok olmanın sırrına erecek ve elbette Hakk olacaktır. Her şeyin başladığı nokta Peygamber Efendimiz’in “Allah vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu” dediği noktadır ki bunu duyan Beyazıd Bestami Hazretleri “hala öyle” demiştir çünkü az önce de dediğimiz gibi her şey andan ibarettir. Varlık yaratıcıya atfedildiğinde mahlukun onu sahiplenebilmesi nasıl mümkün olabilirdi ki?
Tasavvufla ilgili “hal ilmidir, kal ilmi değil” tanımından da anlayacağımız üzere salikler yaşadığı hali anlatmamışlar, anlatanlar da ancak tecrübe edilerek anlaşılabilecek bir hal olduğu için halkın tepkisiyle karşılaşmışlardır. Bazen tekfir edilmişler, dışlanmışlar öyle ki aralarında katledilenler, aşkın şehidi olarak deftere kaydı düşenler dahi olmuştur. Hallâc-ı Mansûr, İsmâil Ma‘şûkī, Nesîmî gibi…
Yıllar yıllar boyunca süren gelişimden sonra hanifliğin Hz. İbrahim ile görüntüye kavuşması, manasını kazanması gibi; yıllar yıllar süren gelişimden sonra Peygamberimizin insanlığa marifeti anlatması ve “bugün dininizi tamamladım” şeklinde buyurması gibi ilim de dile dökülebilmesi, insanlara sunulabilmesi için zamana ihtiyaç duymaktadır. Zamanı gelmeden dile getirildiğinde az önce ismini saydığım şehitler gibi anlaşılmamış ve düşmanca bir reaksiyonla karşılaşmıştır.
İşte Lütfi Filiz Efendi, hakikat sırlarını bir bir meydana dökerken kendisini bu düşünceye yaslıyor. İlim, Allah’ın ilmi olduğu için meydana çıkması ancak Allah’ın izni ve emri ile gerçekleşmektedir ve bu izne de veliler, mürşitler aracı olmaktadır. Lütfi Filiz Efendi mürşidinden emri alıyor ve bu emre uyarak insanın özünde var olan ilmi dile ve kağıda döküyor.
B’nin altındaki noktayı anlatıyor bize. Hakikati, marifeti, Hakk’ı! Bugüne kadar mutasavvıflar tarafından yazılmış eserlere, şiirlere, şathiyelere dört ciltlik bir şerh düşüyor aslında. İlim Allah’ın ilmi ve her şeyin özünde “bir” olduğu düşünülürse farklı bir şeyden bahsetmesi düşünülemez elbette. Lütfi Filiz Efendi günümüz diliyle, geniş bir perspektiften ele alarak hakikati tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Evet, çıplaklık kelimesini kasıtlı kullandım çünkü Lütfi Filiz Efendi’de perde yok, sözü saklama yok. Hiçbir söze benzemeyen bir söz söyleyen Yunus Emre Hazretleri gibi mana yüzünü örtmüyor Efendi. Allah’ın varlığından başlayarak insana, dine, hakikate, hikmete, dervişliğe, mürşitliğe, ibadete, günaha, vakte, evrene, yaratılışa, ölüme, ahirete, cennete, cehenneme, meleklere, şeytanlara ışık tutuyor ve ehli şeriattan farklı olarak ayetleri, hadisleri sadece zahiri manalarıyla ele almıyor, batıni manalara değiniyor. O kendi bulunduğu mertebeden anlatıyor, biz mertebemizi bilmeden anlayabildiğimiz kadarını anlıyoruz ve şükrediyoruz.
Lütfi Filiz Efendi, Fani mahlasıyla yazdığı şiirlerinde neyi anlatıyorsa aslında Noktanın Sonsuzluğu’nda da onu anlatıyor çünkü ilim birdir, o da noktadadır. Tasavvufi meseleleri derinlemesine inceliyor gibi bir tanım aslında doğru olmuyor bu yüzden. Çünkü incelenen meseleler İslam’ın meseleleri, tasavvuf İslam’dan ayrı bir şey değil ki. Din Allah’ın, ilim de Allah’ın; ikisinin birleştiği yer bir “nokta.”
Tasavvufi yol insanın benliğinden kurtulup Hakk’a ermesinin yoluysa, ki İslam, insanı Allah’a ulaştıracak ise bizim noktaya varmamız gerekiyor ki cümleler, mahluklar, kainat yok olsun ve geriye Allah kalsın. Lütfi Filiz Efendi noktaya varmanın yolunu anlatıyor. Kainat bir noktayken, noktanın uzatılmasıyla harfler, harflerden de kelimeler meydana gelmişti. O kelimelere bir isim verilmiş, her isme bir huy biçilmiş ve ortaya dağdağalar çıkmıştı. Eğer insan cümleyi bir noktada toplayabilirse geriye ne isimler, huylar, dağdağalar kalacaktır ne de kainat ve Hakk’la Hakk olunacaktır.
Çünkü içinde bulunduğumuz alem ancak ilimle anlaşılır, öğrenilir. İlim arttıkça alemler artar. İşte bu alemleri bir noktada toplayabildiğimizde insan oluruz, insanı kamil. İnsanı kamil, alemlerden sıyrılıp varlığını Hakk’a kurban etmiş kişidir, o kurbanlıkta noktadan başka neyin varlığından söz edilebilir?
Peygamberde miracın, ariflerde sülukun nihai amacı da bu değil midir? “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” dediğine göre Cenab-ı Hakk, miraç da süluk da içten içe gerçekleşmiş demektir. Ve elbette insan Allah’ı kalbinde bulacaktır. İnsanın kalbinde Allah’ı bulması da böylece miracı olacaktır. İnsanın yokluğa ererek varlık kazanmasıdır. Kendisi yokluğa ererken, kendisiyle beraber cümleyi, kainatı, isimleri, mahluku da yokluğa erdirmesidir. Filhakika noktaya ulaşmasıdır. Be’nin altındaki nokta olan Hz. Ali böylece ilmin kapısı olma şerefini kazanmıştır.
Allah sırrını mukaddes kılsın, Fani Hazretleri, Lütfi Filiz Efendi, beytinde böyle buyuruyor:
"Sen der isem şirk olur, ben der isem küfr olur,
Her ikiye bir demek Hakk’a hemen şükr olur."
Eyvallah. Hû!
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_