Mustafa Tatcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Tatcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2021 Çarşamba

Yûnus’un denizinde, kalbe dokunan bir gezinti

"Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer."

Aşka düşen gönüller yanarmış, aşk odu ile aşık kül olur, mum gibi yumuşayıp erirmiş o aşığın gönlü, aşktan nasibi olmayan gönüllere ise kar yağarmış, zorlu, katı bir kış çökermiş o gönüllere. Katı bir gönül ikliminde de gül yetişmeyeceğinden, Yûnus Emre, vahdet denizinde yol alan yolcuya rehberlik ediyor, aşk oduyla yanmak gerektiğini söylüyor. Yûnus Emre’nin mısralarının tadını alınca da, ağzına bir kaşık bal çalınmış bir bebek gibi sürekli devamını istiyor insan.

Yûnus’un Denizinde, küçük sînesinde büyük bir deryanın suyunu barındıran bir röportaj kitabı. Eserde Mustafa Tatcı, Yûnus Emre’nin Türkçe’yi mâna ve tasavvuf dili haline getirmesinden, kendisinden öncekilerin mecazlarla boyadığı manaları, apaçık şekilde anlatmasından, Yûnus Emre’nin menkıbevi hayatından ve hayatına dair rivayetlerden, Yûnus Emre’nin hayatının anlatıldığı hikayelerdeki remizlerin ne anlama geldiğinden bahsediyor. Röportaj 12 başlık altında toplanıyor ve en son başlık olan “Yûnus’un Denizinden İnciler” kısmında Mustafa hoca, Yûnus Emre’nin iki ilahisinin açıklamasını yapıyor.

Hiç şüphesiz Anadolu erenlerinin hepsinin amacı kemâle ve hakikate giden yolu göstermektir, Yûnus Emre’nin de hakikat noktasında diğer büyüklerden bir farkı olmamakla birlikte, ilim dilinin Arapça ve Farsça olduğu bir devirde Yûnus Emre, seyr ü sülük adı verilen tasavvuf yolculuğunu ve temaşâsını, batı Türklerinin diliyle, arı duru bir Türkçe ile anlatıyor. Mustafa Tatcı bu noktada şöyle söylüyor: “Yûnus gerek Türk toplumu ve gerekse Türkçe konuşanlar için, daha açık söylersek, dönemine göre Arapça ve Farsça bilmeyen insanımız için hakikaten bir lutf-ı ilahîdır. O bize Tapduk Emre Hazretleri’nin vesile olduğu en büyük armağandır. Çünkü o, İslam’ın hakikati demek olan tasavvuf yolculuğunu Batı Türklerinin diliyle ilk defa gündeme getiren kişi olmuştur. Hani Kehf suresinde işaret edilen 'Ona katımızdan ilim öğrettik' denilen ledün ilmini Türk diliyle beyan eden kişidir o. Bu sebeple Yûnus için “Türkçe ledün dilinin müessisi” de diyebiliriz."

"Aynı zamanda Yûnus Emre, Türk diliyle tasavvuf yolculuğunu anlatırken, Türkçe’de her kesimden halkın günlük dilinde kullandığı kelimelere yeni mânalar yüklüyor. Örneğin ben veya kendi gibi kelimeleri “…varlığın değişmeyen özü yani hak ve hakikat anlamına gelen 'ayân-ı sâbite' için…” kullanıyor: Bir ben vardır bende benden içeri."

Türk dilini mana dili haline getirmesinin yanı sıra, Yûnus Emre, kendinden öncekilerin mecazlarla boyadığı tasavvuf yolculuğunu apaçık şekilde anlatıyor.

Bu bizden önce gelenler mânâyı pinhan dediler
Ben anadan doğmuş gibi geldim ki uryân eyleyem


Yûnus Emre menkıbevi hayatından bilindiği üzere Tapduk Emre’ye intisap etmezden evvel Hacı Bektaş Velî’nin huzuruna köyünde meydana gelen kıtlık sonucunda buğday istemek için çıkmış, buna karşın Hacı Bektaş Velî Yûnus Emre’ye nefes teklif etmiştir. Mustafa Tatcı hoca, burada adı geçen nefesin erenler nefesi olduğunu açıklıyor. Erenler nefesi, ölüyü dirilten bir nefes-i kudsî…

Erenler nefesi, ölüyü dirilten bir nefes-i kudsîden kinayedir ki içinde Muhammedî sır vardır. Siz bunu Yûnus’un “dirilik suyu” da dediği “âb-ı hayat” olarak da anlayın. (…) Öncesi ölüdür insanın. Yani bedeni diri olsa da, mânası ölüdür.

Erenler nefesidir devletimiz
Anınçün fitneden olduk selâmet


Bizler ise, Yûnus Emre gibi bir hazineye sahip iken, onun sözlerini tutmalı, aşkı aramalı, aşk ile aslımıza dönmek için çalışmalı, endişeden geçmeli, vehimlerimizi terk etmeli, aşka ulaşmalıyız, vehimlerimizden yalnız aşk ile kurtulacağımızı söylüyor Yûnus Emre:

Geç Yûnus endişeden ne gerek bu pîşeden
Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer


Özünü tevhide tapşırıp Yûnus gibi olacaksınız. Gayemiz Yûnus’u okumak değil, Yûnus olmaktır. Samimiyet her engeli yok eder. Dağ ne kadar yüce olsa yol onun üstünden aşar. Yürüyeceksiniz. Ne diyelim Cenab-ı Hak hepimize aşk versin, birlik ve dirlik şuuru versin.

Okurunu Yûnus’un denizinde, kalbe dokunan bir gezintiye çıkaran bu kitabı okuyacak olan herkese mânâ dolu ve feyizli okumalar diliyorum. “Kendi mâna dili mâna olan” Yûnus Emre’yi cümlemizin anlaması temennisiyle…

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

26 Eylül 2021 Pazar

Aşk derdinin dermanı içindedir

"Gehi Leylâ olur Mecnûn gözünden
Geh olur Leylâ’nın hayrânı aşkdır."

İnsan, farkında olarak ya da farkında olmaksızın etrafına kendini görmek için bakar, kendi hakikatini arar, insan şehadet alemine istikameti kendinden kendine olan bir yolculuk yapmaya gelmiştir. İnsan ucu bucağı yok sandığı bu dünyada bile bir yerden bir yere gideceği vakit, öncesinde ve yol boyunca navigasyon kullanarak yol tarifine, trafik durumuna bakıyorken, bu dünyadan çok daha geniş bir istikamet olan kendi içine doğru yaptığı yolculukta, nasıl olur da gideceği yönün sırrını kulağına fısıldayacak bir yol göstericiye ve haritaya ihtiyaç duymaz? İnsanın istikameti kendinden kendine olan iç yolculuğunun rehberi şüphesiz bir mürşid-i kâmildir. Yûnus’un şiirleri ise, vahdet yolunun yolcusuna gideceği yolun hususiyetlerini tarif eden bir harita.

Mustafa Tatcı, Her Genç Bir Yûnus’ta Yûnus Emre’nin rivayetlerdeki kimliğinden, Tapduk Emre’ye mürid oluşundan, kaynaklarda adı geçen başka Yûnuslardan bahsediyor. Ve devamında Yûnus Emre’nin Türkçe’nin mânâ diliyle, erenler dili ile, kuş dili ile gönüllerimize serptiği 21 şiirinin şerhini yapıyor. Bendeniz de dilim döndüğünce bu eserden edindiğim bilgileri aktarmaya çalışacağım.

Yûnus Emre. Her kime sorsanız adı tanınır Yûnus’un. Yûnus Emre’nin ünü aşkın olduğundan, tarih boyunca onu örnek alan şairler olagelmiş. Bu sebeple Yûnus Emre’yi diğer Yûnus mahlaslı şairlerden ayırt edebilmek için, ona “Bizim Yûnus” demişler. Gerçek şahsiyetini tam olarak bilemediğimiz Yûnus Emre’nin hayatı hakkında kaynaklarda pek çok rivayet olmakla birlikte, onun destânî hayatının anlatıldığı iki ana kaynak bulunuyor. Bunlardan birisi Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatının anlatıldığı Vilayetname, diğeri de İbrahim Has’ın Tezkiretü’l Has adlı eseri. Bu iki mühim rivayeti, anlatmadan geçmeyeyim.

Vilayetname’ye göre, Yûnus Emre, fakir bir kimse olup Sivrihisar’ın yukarısında Sarıköy’de yaşıyormuş. Bir dönem ekininden netice alamayıp zaruret hasıl olunca, Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen ve kapısına geleni boş çevirmeyen Hacı Bektâş-ı Velî’ye varmış. Eli boş gitmemek için alıç toplayıp giderken bineğine yüklemiş. Hacı Bektâş-ı Velî huzuruna varıp, “Ben fakîr bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım, ümîddir ki bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifâf edelim(yiyip yetinelim),” demiş. Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre’ye buğday mı yoksa nefes mi istediğini sorunca Yunus Emre kendisine buğday gerektiğini, nefesin karın doyurmayacağını söylemiş. Hacı Bektaş bu sefer de Yûnus Emre’ye alıcının her tanesi için iki nefes teklif etmiş. Yûnus, “Ehil-ıyâlim var, nefes karın doyurmaz, lütfederse buğday versinler kifaf edelim,” demiş. Sonrasında Hacı Bektâş-ı Velî her alıç tanesine on nefes teklif edip Yûnus da tekrar buğday talep edince, istediği kadar buğdayı Yûnus Emre’nin bineğine yükleyip yolcu etmişler. Yûnus geri dönüş yolunda bir irşad ehlinin nefes teklifini reddedip buğday istediğine pişman olmuş. Dergaha geri döndüğünde Yûnus Emre’ye niçin geri geldiğini sormuşlar. Yûnus Emre nefes istediğini söyleyince, Hacı Bektâş-ı Velî, “O şimden sonra olmaz, biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın,” demiş. Yunus Emre, Tapduk tekkesine, her gün dağdan odun getirme hizmetinde bulunmuş. Ancak Yûnus, tekkeye odunun yaşını, eğrisini taşımazmış. “Erenler meydanına eğri yakışmaz,” dermiş.

Yunus Emre Tapduk dergahında otuz yıl hizmet ettikten sonra bir vakit, “bana hakikat sırrı açılmadı, benden derviş olmayacak” düşüncesiyle dergahtan ayrılıp yollara düşmüş. Bu yolculuğunda bir mağarada yedi kişiye denk düşmüş, bu kişilerin her biri bir akşam dua edip, dua ile önlerine yemek gelirmiş. Sıra Yûnus Emre’ye geldiğinde Yûnus Emre mahcup olmuş, onların vakıf olduklarına ben vakıf değilim, düşüncesiyle: “Ya Rabbi, benim yüzümü kara çıkarma. Onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa, Onun hürmetine beni utandırma,” diyerek dua edince bu kez iki sofra yemek gelmiş. Mağaradakiler, Yunus Emre’ye kim hürmetine dua ettiğini sormuşlar, Yûnus Emre “sizler kimin hürmetine ettiyseniz ben de onun hürmetine dua ettim, siz kimin hürmetine dua ettiniz,” diye sormuş. Yanındakiler de Tapduk dergahına otuz yıl odun taşıyan derviş hürmetine dua ettik deyince Yûnus Emre dergaha geri dönüp Ana Bacı’ya sığınmış. Ana bacı, Yûnus’a Tapduk sabah namazına kalkıp abdest almak için çıkacağını, Yûnus’a eşiğe yatmasını söylemiş. Tapduk Yûnus’un üstüne basınca “Bu kimdir?” diye sormuş, “Yûnus” demişler. Tapduk, “Bizim Yûnus mu?” demiş, Yûnus Emre bağışlandığını anlamış.

Tezkiretü’l Has’ta geçen diğer rivayete göre, Yûnus Emre, Tapduk kapısında derviş olmadan önce bilgin bir müftü imiş. Bir gün Tapduk’un dervişlerinden birine bir fetva gerekmiş, derviş, müftüden (Yûnus’tan) fetva almış. Ancak Tapduk, dervişiyle müftüye fetvanın yanlış olduğunu düzeltmesi gerektiği haberini göndermiş. Müftü efendi “Senin şeyhin okuma yazma bilmez, ümmîdir, fetvayı ne bilir? Ben ona gideyim, fetva yanlışdır demek nicedir, görsün!” deyip Tapduk’un tekkesine gelmiş. Tapduk’la görüşünce kendi fetvasının yanlış olduğunu hatırlayıp Tapduk’tan özür dilemiş ve ona mürid olmuş.

Bizim Yûnus, şiirleriyle hakikat yolcusuna seyrini anlatıyor, varlıkta durdukça gönül darlığından kurtulmanın imkansızlığını, bir seven ve bir sevilen olduğu sürece, aşık maşukta yok olmadığı sürece varlığın sahibiyle hemhal olunamayacağını, aşıkın alametinin gözyaşı olduğunu, zahiri ve kitabı bilginin hakikat denizine atılmadan hakiki manaya kavuşamayacağını, aşk pazarında can bedeli karşılığında canan alınacağını, arı bir Türkçe ile anlatıyor. Aşıka aşk haberinden daha şirin bir kelam olmayacağını fısıldıyor. Yûnus’un mânâ deryası elbet saymakla bitmez, o sebepten eserde geçen şerhlerden birkaçını şöyle sıralayayım:

Aşk bâzirgânı sermaye cânı
Bahadır gördüm câna kıyanı


Aşk sırrını satan kişinin sermayesi cânıdır. Ben aşk için câna kıyan âşıkı bahadır / merd-i Hüdâ gördüm. Erenler “aşk söyletir, dert ağlatır” yahut "âşık söylemezse, arif söylerse çatlar.” Buyurmuşlardır. Bu beyitteki nükte de aşk makamının söyletmesiyle alakalıdır. Bâzirgân tüccar demektir. Yani alıp satan kişi. Aşk alınıp satılan bir şey değildir. Onun sırrını paylaşmanın bedeli vardır. Nasıl ki bir metânın bedeli varsa aşk sırrının bedeli de candır. Ağızdan çıkan aşk sırrının bedeli âşıkın cânıdır. Ne var ki bunu bildikleri halde ne Hallâc, ne de Yûnus sırrını saklayabilmiştir. Onlar gerçek yiğitler, gerçek fetâlardır. Zîra arkdan gelenler bu “yol göstericiler” sayesinde Hakk’a adres bulmuşlardır. Ki zaten aşk gelince gönüldeki hal kelâma dökülür. Yûnus’un “Sevdiğimi söylemezsem sevmek derdi beni boğar” demesi bundandır. Hâsılı âşıkın taliplere: "Aşıklara ne diyem aşk haberinden şirin / aşk ile dinleyene eydeyin birin birin" demesi kolaydır ama bedeli candır. Aşk şehitleri o bedeli de seve seve öderler.

Senin aşkın beni benden alıpdır
Ne şîrin derd bu dermandan içerü


Ey dost! Senin sevgin beni benden aldı. Bu dert ne tatlı bir derttir ki dermânı içindedir. Dert de derman da aşktır. Aşkın âşıkı alması bir alıcı kuşun avını yutmasına benzer. Aşıkın istediği de budur zaten. Aslında yok olmak, onun tek arzusudur. Aşk insanı aslına dönüştüren bir ilahi kuvvedir. Daha da ötesi Hakk’ın kendi zatındandır aşk.

Vücudun cübbesin aşk ile çâk et
Dalagör ana kim umman-ı aşkdır


Vücudun elbisesini yani benliği aşk ile yırt, bu benlikten soyunup kurtul! Ki aşk denizine ancak benlikten soyunarak dalabilirsin. Deniz aşkın, Hakk’ın birliğinin (vahdet) ve zatının sembolüdür. Vücudun elbisesi kin, kibir, riya, şirk gibi nefsimize ve benliğimize ait özelliklerdir. Aşk ikilik kabul etmez. Bu sebeple maşuk aşıkının elbisesinden soyunup kendisine çıplak bir gerçek yani benliksiz olarak gelmesini ister. Tasavvuf ehli bu benliksizlik makamının “melâmet” diye tabir etmişlerdir. Melâmet, benlik duvarının yıkıldığı yerdir “cübbeyi çâk etmek, hırkayı suya atmak” gibi deyimler, delilik ve aşk alametlerindendir."

Yûnus Emre, insanlığı suretten manaya, zahirden hakikate, taklitten tahkike doğru çekiyor, Mustafa Hoca’nın deyimiyle, “dünya ambarındaki buğday”ı bırakıp, nefese talip olmaya çağırıyor. Şüphesiz hem kitabın başındaki menkıbelerden, hem de Yûnus Emre’nin Yûnusça şiirlerinden alınacak tükenmez hazineler olduğu gerçek. Mustafa Hoca’nın Aşktan Söyler Bu Dilim’de de söylediği gibi, “İnsanlığın kemâlinin zirvelerinde dolaşan bu zat okundukça hiç şüpheniz olmasın insanlar kendi gerçekleriyle yüz yüze geleceklerdir.”

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

27 Aralık 2020 Pazar

Gönül ülkesinin bir ulu pîri: Hacı Bayram-ı Velî

Gönül, sınırlardan münezzeh bir ülkedir; adaletle yargılanır, merhametle hükmedilir, rahmetle yönetilir. İnsan doğar doğmaz bir ülkenin vatandaşı olur. Gönül de kirinden, pasından temizlenip manevi doğumunu gerçekleştirdiği zaman gönül ülkesinin bir ferdi olur. Gönül ülkesinin padişahları, zamanının kutupları olan kâmil mürşitlerdir. Onların hükümleri gönül ehli olanlar içindir. Bu gönül padişahlarından biri de Hacı Bayram-ı Velî’dir. Anadolu’nun Moğol yıkımını yeni yeni atlatmaya başladığı bir döneme denk gelir onun hayatı. Bu nedenle Osmanlı padişahları Anadolu’nun maddi imarını sağlarken gönül padişahı Hacı Bayram-ı Velî ve dönemin gönül erleri de manevi imarı için çalışmışlardır. Nitekim 2. Murad Han ile yaptıkları bir sohbette İstanbul’un fethinin kendi öğrencisi Akşemseddin ve genç Mehmet’e (Fatih Sultan Mehmet) nasip olacağını bildirmişlerdir. 

Gönül, bir çıra misali kibritini bekler. Hacı Bayram-ı Velî de Somuncu Baba ile tanışmasından sonra gönül çırasını tutuşturmuş ve ondan sonra nice karanlık gönle ışık olmuştur. Hakikatin insanın gönlünde olduğunu asırlar öncesinden: “Bilmek istersen seni / Cân içre ara cânı / Geç cânından bul anı / Sen seni bil seni” diyerek müjdelemiştir. İnsanlık tarihinin en eski problemidir kendini bilmek ve özellikle filozoflar bu konuda binlerce yıldır fikirler ortaya atmıştır. Tasavvuf, insanın ne olduğu ve neden var olduğu sorularının cevabını gönülde aramış ve gönülde bulmuştur. Bu arayışın esas kaynağı ise yüce Kur’an’dır. Cenab-ı Hakk, Hud suresinde: "İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar." buyuruyor. İnanmak, iman etmek ve bağlanmak gönül işidir ve akılla izah edilebilir bir yanı yoktur. Bu nedenle temiz bir gönül, tasavvufun ilk şartıdır.

Mustafa Tatcı, Bir Ulu Pir Hacı Bayram-ı Velî adlı kitabında Hacı Bayram-ı Velî’nin Anadolu’nun manevi inşasındaki rolünü gözler önüne seriyor. Öncelikle Somuncu Baba’nın Hacı Bayram-ı Velî üzerindeki etkisine değiniyor Mustafa Tatcı. Henüz ismi Numan iken ve Yıldırım Bayezid'in derbanlığını (kapıcıbaşılığını) yaparken Bursa’da Somuncu Baba’yla tanışır ve kendisinin dervişi olmayı ister. Dervişliğin ilk imtihanı samimiyet ve sabırdır. Her talip hemen kabul görmez, isteğinin geçici bir heves olup olmadığı ve isteğinde nefsinin de bir payı olup olmadığı anlaşılana kadar talip, dervişliğe kabul edilmez. Ayrıca bu iş nasip işidir. Yunus’un nasibi Hacı Bektâş-ı Velî’de olmadığı için bütün ısrarlar karşılıksız kaldığı gibi bütün dervişler nasibinin bulunduğu mürşidi arayıp bulmak zorundadır. Mustafa Tatcı bu konuyla ilgili olarak: “Hakikat yolunda davet yoktur. Teklif olsa da ısrar yoktur. Bu sebeple Numan’ın intisabı muhtemeldir ki böyle oldu. Ona ‘Sen benimle yapamazsın.’ dendi… O da ‘yaparım’ dedi ve yaptı…” diyerek Hacı Bayram-ı Velî’nin de bir samimiyet ve sabır testinden geçtiğini ifade ediyor.

Anadolu’da tasavvuf; tekke ve dergâhlarda hem eğitim hem de üretim faaliyetlerinin bir arada yürütülmesi yoluyla yaşamıştır. Her derviş, fıtratına uygun bir işte çalışarak hem topluma faydalı olmuş hem de nefis eğitimini tamamlamıştır. Tekke ve dergâhları miskinlik yuvası olarak görmek büyük bir yanılgı olur. Kırk yıl boyunca odun taşıyan Koca Yunus, Ekmekçi Koca diye tanınan Somuncu Baba ve çiftçilikle uğraşan Hacı Bayram-ı Velî ve daha nice gönül sultanı buna örnektir. Mustafa Tatcı, Hacı Bayram-ı Velî’nin çiftçilikle uğraşmasını şu şekilde açıklıyor: “Somuncu Baba ekmekleriyle birlikte Numan’ı da pişirip Hacı Bayram-ı Velî olarak gönül fırınından çıkardı. Sonra da Ankara’ya yol gösterdi. Hacı Bayram-ı Velî Ankara’ya dönerken şeyhine bir meslek bilmediğini, ne iş yapması gerektiğini sorunca Somuncu Baba kendisine: Git ekin ek, burçak ek, diye cevap verdi.

Boşuna dememiş erenler: “Derviş iş ile.” diye.

Hacı Bayram-ı Velî, Anadolu’nun gönül padişahıdır. Fetret Devri’nin ardından Anadolu’da siyasi birliği yeniden sağlayan Osmanlılar, Anadolu’ya daha tedirgin yaklaşmaya başlamıştır. Ankara’da on binlerce müridi bulunan Hacı Bayram-ı Velî de Osmanlı vezirlerinin dikkatini çekmiş ve padişahı bu konuda telkin etmişlerdir. Hacı Bayram-ı Velî’nin II. Murad'ın huzurunda söyledikleri tasavvuf ehlinin iktidarla olan münasebetini anlamak açısından çok önemlidir: “Pâdişâhım, bizim için adalet, meşveret ve ulu’l-emre itâat her şeyin önünde gelir. Bizden yana bir endişeniz olmasın. Biz dahi sultanımızın biz dahi Sultanımızın böyle düşündüğünden eminiz.” diyerek padişaha, vezirlerin olumsuz telkinlerine karşı güvence vermiştir. Sarayda gösterdiği kerametler sayesinde Hacı Bayram-ı Velî’nin manevi büyüklüğünü anlayan II. Murad, kendisine mürit olmak istediğinde ikinci bir ders vermiştir Hacı Bayram-ı Velî: “Devletin başı olan hükümdarların herhangi bir tarikata girmemesi ve hatta muhabbet dahi beslememesi gerekir. Sultanımızın hak ile ilgili kararlarında, adalet ve meşveret üzere hareket etmesi, dünya işlerini ahenkli bir şekilde ve dini ihmal etmeden yürütmesi bizim dahi niyazımızdır.” diyerek Peygamber Efendimizin (sav) “Bir saat adaletle hükmetmek bir sene ibadetten hayırlıdır.” hadisinin ehemmiyetini hatırlatmıştır. Daha sonrasında benzer bir konuşma Akşemseddin ve II. Mehmed arasında da cereyan edecektir.

Hacı Bayram-ı Velî, olgunluk yıllarını Ankara’da geçirmiş. Burada kendi adıyla anılan cami ve dergâhta insanların gönül eğitimiyle meşgul olmuş, zenginlerden toplanan sadakalarla halkın getirdiği hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtırken kendisi ekincilikle geçimini sağlamıştır. Halka hizmeti Hakk’a hizmet olarak gören bir anlayışla insanların kendisinden istediklerini nefsini hesaba katmadan yerine getirmiştir. Hakk’a ulaşmak için halkın arasından çekilmeyi düşünmemiştir. Ekin tarlasında da Hak ve hakikatin bulunabileceğini telkin etmiş, nefsini bilip kendi düğümünü çözmüştür.

Zamanının kutbu olan bu gönül sultanından günümüze, bizim gönlümüzü ısıtan pek çok öğüt de kalmıştır: “Seni dünyaya ne çekiyorsa, sana Allah’ı unutturuyorsa orası senin yok olman için bir tuzaktır. Neresi seni Allah’a yöneltiyorsa, seni düşündürüyorsa orası cennete gitmen için bir duraktır.” Günümüz Müslümanlarının en büyük derdi gaflettir sanırım. İçine düştüğümüz gaflet denizinde doğruyu, yanlışı ayırt etmenin yolunu dahi bulamıyoruz. Bu gaflet denizinde bir can simidi gibi tutunabileceğimiz bir öğüttür bu.

Hacı Bayram-ı Velî’den günümüz yöneticilerine de bir öğüt var: “İlimde, hukuki meselelerde size teklif edilecek işlerden ancak kendinize uygun olanları kabul edin ki sonuçta başka bir görüşü savunmak zorunda kalmayasınız.” İnsanın kendini bilip kendine uygun olmayan makam ve mevkileri kabul etmemesi işin ehline verilmesi ve makamın ağırlığı altında ezilmemek için de önemlidir. Liyakat, İslam dininin en hassas olduğu konulardan biridir ve pek çok devletin yıkılışında liyakatsiz kişilerin makam ve mevkileri işgal etmesi başrol oynamıştır.

Vahdet-i Vücûd Risâlesi'nde şunları söylüyor Hacı Bayram-ı Velî: “İşte, ona yani bir kâmil insana ulaşan kişi Hakk’a vasıldır. Onu müşâhede eden Hakk’ı müşâhede eder. Ona mutî olan Hakk’a mutî olur. Onun merdûdu olan Hakk’ın merdûdudur. Ona münkir olan Hakk’ı münkirdir. Onun makbulü olan Hakk’ın makbûludur. Ona hâin olan Hakk’a hâin olur. Ona ezâ eden Hakk’a ezâ ve ccefâ eder. Zirâ insân-ı kâmilin zâtı, Zât-Hakk’ın aynasıdır ve zât-ı Hak onun üzerine bütün yönleriyle vech-i küllî ve icmâlî ile) mütecellîdir ve onunla zâhirdir. İnsan-ı kâmilin ilmi de Hakk’ın ilminin aynasıdır. Hiç şüphesiz zâtı Hakk’ın zâtı ve vücudu Hakk’ın vücudu ve ilmi Hakk’ın ilmidir (…) Bu düşünce vahdet değildir. Sonra insan-ı kâmil huûl ve ittihaddan yani Hak vücudunun insan-ı kâmile girmesi veya Hakk’ın onun vücuduyla birleşmesi gibi vahdete aykırı düşüncelerden de berîdir. Belki kâmilin yoklukta olan değişmez hakîkatinin aynasında kemâliyle Hakk’ın zuhurudur.” Bu ifadeler, vahdet-i vücut anlayışındaki inceliği açıklamak itibariyle oldukça önemlidir. Kaldı ki böylesi hakikatlerin akıl yoluyla değil kalp yoluyla idrak edilebileceği unutulmamalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara, Anadolu’nun gönül başkenti olan Hacı Bayram-ı Velî Camii’ne ve dergâhına da ev sahipliği yapar. Türkiye’nin Ankara’dan idare edilmesi gibi gönül coğrafyamız da Hacı Bayram-ı Velî’nin maneviyatından hâlâ feyz almaya devam etmektedir.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

1 Şubat 2017 Çarşamba

İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir

18. yüzyılda yaşamış Kırımlı bir Türk mutasavvıfı Selîm Dîvâne Hazretleri. İstanbul’da medrese tahsilini tamam ettikten sonra, Bosna’ya kadı olarak tayin edilir. Kadı iken tasavvufa meyleder ve Kesriye’ye gelerek Kâdiriyye’den Şeyh Muhammed Efendi adında bir mürşide bağlanır. Şeyh Efendi terk-i diyar edince, Selîm Dîvâne Hazretleri, Kesriye’de bulunan Kâdirî mürşidlerinden Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi’ye biat eder ve tasavvufi eğitimini burada tamamlar. Kesriye’deki mürşid-i azizi tarafından önce Üsküp’e, daha sonra Selânik’e gönderilen Selîm Efendi, nihai olarak Köprülü’ye gönderilir ve irşâd faaliyetlerine burada devam eder. 1757 yılında da Köprülü’de âlem-i bekâya göçer.

Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi’nin “Meşreb-i melâmet kendilerine gâlib olup ekseri sekr ü mahviyyet ile olduğundan Selîm Dîvâne demekle ma’rûftur.” tesbitleri, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin irşadla uzun süre meşgul olamayacak kadar sekr hâlinde yaşadığını gösterir. Zaten bu hâli Selîm Dîvâne Hazretleri’nin birçok şiirine de yansımıştır: “Çaldım melâmet tablını hiçe saydım varımı/ Aşkta yakıp kârımı yönüm Allah’a döndüm.

Tasavvuf düşüncesinde vahdet-i vücûd anlayışına bağlı olan Selîm Dîvâne Hazretleri, Burhânü’l- Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn ile Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsilîn adlarıyla iki önemli eser kaleme alır. Her iki eserinde de tasavvufa buğz edenlere, tasavvufun aslen ne olduğunu anlatmaya ve bununla birlikte mutasavvıf geçinen bazı kişilerin hâl ve hareketleriyle tasavvufa verdikleri zararı tespit etmeye çalışır. Selîm Dîvâne Hazretleri, Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eserini, Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin “Müşkilim var size ey Hak dostları eylen reşâd” mısrasıyla başlayan gazelinden hareketle kaleme almıştır. Bu haseple, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eseri, bir Niyâzî-i Mısrî şerhi kabul edilir.

Mustafa Tatcı ve Halil Çeltik tarafından yayına hazırlanan Kırımlı Şeyh Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarı başlıklı eseri iki ana bölümden oluşur. Kitabın ilk bölümü “Burhânu’l-Ârifîn ve Necâtü’l- Gâfilîn”dir. Bu bölümde nefs, mürşid-i kâmil, sâdık âşık, bu dünyaya gelmekten maksat, bâtın ve hakikat, kavuşma ve ayrılma, evliyâullahla mülhid ve zındığın farkı, Ayne’l-yakîn makamları, cemden önce fark - farksız cem ve cemden sonra fark, Hakka’l-yakîn makamları, bâtıl mezhepler ve insanın dört unsurdan meydana gelmesi konularına değinilir.

Kitabın ikinci bölümü “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifin Âdâbu Tarîki’l- Vâsılin”dir. Bu bölümdeyse evliyânın edebi, ehlullah kime denir, havatır, gönül temizliği, tefekkür, hak ve halk, abd-i mahz, Mehdî'den gaye, kalp, belâ, talit ve hakikat konularına değinilir.

Selîm Dîvâne Hazretleri, Nahl Sûresi’nin 43. âyetine işaret ederek, bir mürşid-i kâmil arayıp bulmak ve ona bağlanmanın herkese farz olduğunu söyler. Nitekim bu tespitini, Nahl Sûresi’nin 43. âyetinde buyrulan “Eğer bilmiyorsanız ‘zikir ehline’ sorun.” hitabına dayandırır. Bu tespitinden sonra Selîm Dîvâne Hazretleri, mürşid-i kâmilin portresini çizer: “Mürşid-i kâmilin sözü özüne uygun olur. Kuvvet ve doğruluk sahibidir. Bast ve kabz sahibi olup gerektiği zaman kabz eder. İddia sahibi olmaz. Çünkü tasavvuf, davayı terk edip ilâhî sırları söylememektir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Tasavvuf davayı terk edip mânâları gizlemektir.’ buyurmuştur. Mürşid-i kâmil, çalışkan ve gayret sahibi olur. Şehvet, şöhret ve tabiat esiri olmaz. Zühd ve takvâ ile süslenir. Dünya ve âhiret muhabbeti yoktur. Şeriat elbisesini sırtına giyip eline muhasebe asâsını alır. Allah’ın tecellisi ile fenâfillahtan tamamen mahvolur ve bekâbillaha ulaşıp cemden farka gelir. Dört kapısı mâmur olur. Bunlardan birisi eksik olsa mürşid olamaz, kimseyi irşad edemez.”. Bu kriterleri sıraladıktan sonra bir mürşid-i kâmil bulmanın kolay olmadığının da altını çizer Selîm Dîvâne Hazretleri.

Selîm Dîvâne, Cezbe-i Hak’ın bir insan-ı kâmilin gönlüne girmek olduğunu belirtir. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre, “İnsan-ı kâmilin gönlüne girince, eşkıya olsan bile saadete erip Hakk’a kavuşursun.” Bu minvalde Ra’d Sûresi’nin 39. âyeti olan “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; ana kitap onun katındadır.” meâlindeki âyetin bâtın mânâsını “asıl kitap Allah’ın yanındadır ve o insan-ı kâmilin gönlüdür” şeklinde yorumlar. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre insan-ı kâmil, Allah’ın emanete lâyık gördüğü kimsedir ve gönlünde Hakk’ın emaneti vardır. Selîm Dîvâne Hazretleri bu minvalde Tin Sûresi’nin ilk dört âyetini şöyle tefsir eder: Âyetteki “İncirden maksat hakikattir ve zeytinden maksat marifettir, Tûr-i Sînâ’dan maksat marifet makamında olan âşığın sinesidir ki, o gönül müşâhede ehli olup, açıktır. Belde’den kasıt, hakikat makamında olan âşığın gönlüdür. O gönül hem mahbubun hem de âşık olunanın gözüdür. Marifetten maksat, yüce Allah’ın ulûhiyyet sırlarıdır. Hakikatten maksat, Allah’ın Rablığının kendisidir.

Bu minvalde âyetin hakikat mânâsı şöyle şekillenir: Allahu Teâlâ kendine yemin ederek şöyle buyuruyor: Ulûhiyyet sırlarım ve Rablığım hakkı için bu şehir ki hakikat ve hakka’l-yakîn makamında olan insan-ı kâmilin gönlüdür, o emin şehirdir. Belde’den maksatın hakikat makamında olan insan-ı kâmilin gönlü olduğunu ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadisi ispatlar. Selîm Dîvâne Hazretleri şöyle devam eder: “İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir; çünkü orada Hakk’ın emaneti vardır ve Ali onun kapısıdır. Çünkü Muhammed’in gönlü, ledün ilminin şehridir. Ali o şehrin kapısıdır.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin yukarıdaki tefsiri ile ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadis-i şerifi beraber düşünüldüğünde, "Kim Muhammed Mustafa (s.a.v)’i ararsa, kapısı Ali’dir, Ali’ye varsın yani tarikata girsin" sonucuna ulaşılır. Çünkü Hz. Ali Efendimiz on iki tarikatın pîridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri bu tespitini, Fecr Sûresi’nin 27-28-29 ve 30. âyetleriyle de destekler. “Ey tatmin olmuş nefis, sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön. Haydi, velî kullarımın arasına gir, cennetime gir.”. Bu âyetin bâtın mânâsını şu şekilde yapar Selîm Dîvâne Hazretleri: “Ey huzura kavuşmuş olan, nefis sahibi sâdık âşıklarım, sizin nefisleriniz asi iken imana gelerek huzura erip benim sâdık âşıklarım oldunuz. Eğer bana kavuşmak isterseniz, benim velî kullarımın gönlüne giriniz, beni isterseniz buna yol, velîlerin gönlüdür. Şimdi onların gönüllerine girip onların nazarı ve himmetiyle nefislerinizi râzıyye ve mardıyye edip, cennetime girin.

Efendimiz (s.a.v)’in buyurmuş oldukları “Âlimler peygamberlerin varisleridir” ve “Ümmetimin âlimleri, velîleri, evliyaları, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” hadisleri doğrultusunda düşündüğümüz vakit, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu tespitleri, yerli yerine oturur.

Sanırsın ki küçük bir âdemsin, oysa hakikatte en büyük âlem sensin” düsturunca hareket edersek, insanın büyük âlem olup bütün varlıkları kendinde topladığını söyleyebiliriz. Hak ile daimî olduğu hâlde bütün yaratılmışları kendi vücudunda bulundurmaktadır insan. Bu yüzden Selîm Dîvâne Hazretleri der ki: “Mürşid-i kâmil terbiyesiyle başlangıç ve sonun sırrını bilip, kendini Hak’ta yok edip varlığını Hakk’a vermek, Hakk’ın sonsuzluğuyla bâkî olmak, yani Hakk’ın varlığıyla var olmak ile olur. İbadetin aslı budur, bu sırrı bilmektir.”. Çünkü bizler “ancak bu dünyaya rububiyyet sırrı ve hakikat ilmini bilmek için gelmişizdir. İbadetten murat ancak rububiyyet sırrını ve hakikat ilmini bilmektir. Yani nefsini bilip, Rabbi’ni bilmektir.

Varlık olarak insanın oluşum aşamasını ve varlığın evrelerini Selîm Dîvâne Hazretleri çok üst perdeden yapar “Burhânü’l-Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn” bölümünde. Bu sırlar hakkında Selîm Dîvâne Hazretleri şu notları düşer: “Erenlerin ‘maden’ dediği topraktır. ‘Sana ruhtan sorarlar, de ki o Rabbimin emrindedir.’ (İsrâ, 85) âyetindeki ruhtan murat, insanı gezdiren ruh değildir. İnsanı gezdiren ruha ‘emir’ demezler, ‘izafî ruh’ derler. Bu ruh Hakk’ın emridir. Bu ruha hayvanî ve bitkisel ruh derler. Bu ruhtan murat Allahu Teâla’nın emridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin düştüğü bu nottan anlıyoruz ki İsrâ Sûresi’nde Allah-u Zülcelâl’in işaret ettiği ruh, izafî ruhtur. "Toprak toprağa gitti" sözü etrafında bu sırlı konuyu değerlendirmeye devam eder Selîm Dîvâne Hazretleri. “Şimdi ruh madene geldi dedikleri, Allah’ın emri toprağa geldi. Madenden bitkiye geldi dedikleri, Allah’ın emri tarafından bitkiye geldi, yani topraktan ot bitti. Ruh bitkiden hayvana geldi dedikleri, Allah’ın emri hayvana geldi, otu hayvan yedi. İnsan hayvanı yedi, damağında kalan kuvveti meni oldu. Cinsel ilişkide bulunduktan sonra ana rahmine düşüp cenin oldu. Sözün kısası vakti gelince, ‘ve ben ona ruhumdan üfledim’ mânâsına göre, izafî ruh üfleyip diri kıldı, insan oldu, dünyaya geldi.”. Dört unsur olan ateş, su, hava ve toprak, insanda mündemiçtir. Hakk’ın emri de bu dört unsurun insanda birleşmesi için toprağa gelmiş ve buradan yukarıdaki silsile vasıtasıyla ‘insan’a ulaşmıştır. İşte bu geliş aşamasında aktarılan şey, izafî ruh olan unsurlardır aslında. Dört aşamada gerçekleşen aktarım toprak ile başlar, bitki, hayvandan geçip insan olarak son bulur ki bu aşamalarda aktarılan ‘dört unsurdur’.

Kitabın ikinci bölümü olan “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifîn Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn” (Müşkillerin Anahtarı) kısmında Selîm Dîvâne Hazretleri, ilk kısımda altını çizdiği insan-ı kâmil olan evliyânın edebini şöyle aktarır: “Öncelikle bilinmelidir ki, tarikata girip mürşide teslim olmaktan maksat, Allah’ın velîlerinin edebiyle edeblenip kötü huyları terk ederek hayvanî özelliklerden arınıp iyi huylarla huylanmak, böylece marifetullaha ulaşıp enfüsî ve âfâki cehennem azabından kurtulmaktır.” Bu bilgi dahilinde Selîm Dîvâne Hazretleri, velîlerin ahlâkını on sıfat üzere sıfatlandırır. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre Allah’ın velîleri işlerinde sâdık olurlar, halkla daima iyi geçinirler, nefislerinin isteklerine uymazlar, büyüklere hizmet ederler, emirlerindeki kişilere şefkat ve merhamet gösterirler, düşmana yumuşak davranırlar, âlimlere karşı tevazu gösterirler, dervişlere cömert davranırlar, cahillerle konuşmazlar.

Yeryüzü macerasında insanın kalbine gelenler, başına gelenlerden çokçadır. Kalbe gelen düşünceler, hisler, vesveseler karşısında insan kimi zaman ne yapacağını bilemez. İslam bu nevi düşüncelere - hislere ‘havâtır’ der. Selîm Dîvâne Hazretleri, havâtırı üçe ayırır: Nefsâni, melekî ve rahmanî. Bu üç havâtır çeşidinden ilki olan nefsâni havâtır, fâsit bozuk fikirleri içerir. Melekî olanlar, namaz kılmak, oruç tutmak, zikir yapmaktır. Rahmâni olan ise, Hakk’tan başka her şeyi tamamen gönülden çıkarıp Hakk’ın her yüzden zuhûru ile her fiillerini kendinde ve halkta görmektir.

Kalbe gelen düşüncelerden maâda bir de tefekkür mevzu vardır ki Kur’ân’ın da pek çok yerinde geçer. Selîm Dîvâne Hazretleri de bir şiirinde “Tefekkür bâtılı terk eylemektir/ Gönül Hakk’dan yana berk eylemektir.” der.

Selîm Dîvâne Hazretleri, bu mevzuda şu ciddi tespiti de yapar: “Tefekkür, bir senelik ibâdetten hayırlıdır; ama Hakk’ın zâtını düşünmek hatadır. Hakk’ın bu zuhûrlarını, bu garip hikmetlerinin sırlarını düşünmek gerekir. Fikirsiz zikir, bâkire olmayan bir kız gibidir.

Bu değerli eserde en çok “Mehdî’den Gaye” bölümü dikkatimi celb etti. Bugüne kadar Mehdî hakkında onlarca farklı düşünce kaleme alınmıştır. İşin hakikati ise hiç bir vakit, şu kesinlikle doğrudur, böyle olacaktır diyemeyeceğimiz kadar ‘sırlıdır’. Selîm Dîvâne Hazretleri de bu konudaki düşüncelerini, eserinde dile getirmiştir. Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu husustaki değerlendirmeleri, gerçekten bugüne kadar eşine - benzerine rastlanmamış türdendir. Selîm Dîvâne Hazretleri bu mevzu hakkında şunları söyler: “Nefsi terbiye edilmeyen kişide sırr-ı hafî denilen gizli sır ortaya çıkmaz. O kimse, davadan ve gururdan kurtulamaz; yalancıdır. Bu yalancı mehdîdir. Hz. Muhammed’in yoluna uymayandır. Mehdi’den maksat, hidâyet bulmaktır. İsâ’dan maksat, rûhun nefisten temizlenip Rûhü’l-kudse ulaşmaktır. İsâ’nın gökten inmesi ve Mehdî’nin çıkması budur. O âşığa o saat hidâyet erişerek kendi vücudu, kendi İsâ ve eksikliği keşfolur. İsâ gönlünün göğünden kalbe iner ve Deccâl’e Mekke kapısında mızrakla vurup öldürür. İsâ, Mehdî’ye uyup namaz kılar. İmâm olur. Yani, nefsi rûh ve rûhu rûh olursa, değişim olur. İsâ’nın Mehdî’ye uyması, Hak tarafından sırr-ı hafî tecellîsi ortaya çıkınca nefsinin rûh olmasıdır. Rûhu dahi Rûhü’l-kudse olup hidâyete uyar. Mızraktan maksat muhasebedir. Deccâl’den maksat nefistir.

Bu kodlanmış denklemi şu şekilde sonuca ulaştırır Selîm Dîvâne Hazretleri: “Gönül kapısı önünde muhâsebe mızrağıyla Deccâl olan nefsi katleder. O zaman sâlikin vücudundan gerçek Mehdî ortaya çıkar. İsâ da inip Deccâl'i katleder ve Muhammed’in şeriatına uyar. Bundan anlaşıldı ki, şeriata uymayanlar Hakke’l-yakîn makamına ulaşamaz, yalancıdır. Temkîn ve istikâmet bulmamıştır. Temkîn bulan âşık şeriatı inkâr etmez; gerektiği gibi icrâ edip her şeyin hakkını verir.

Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarları kitabı son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan biriydi şüphesiz. Mustafa Tatcı hocama ve Halil Çeltik’e ve kitabı yayınlayan H Yayınları’na teşekkürlerimi sunarım.

Metin Erol
twitter.com/metinerol_