"Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark
Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri."
- Sezai Karakoç
Toplum olarak uzun yıllardır yaşadığımız çözülme, özellikle 2000'li yıllardan sonra oldukça belirginleşti ve bundan hayallerimiz, geleceğimiz, hatta rüyalarımız bile etkilendi. Artık geleceğe dair olumlu bir şeyler düşünmek istediğimizde ama'larımız çoğalıyor hemen. Varlık'ı mağazaların reyonlarındaki çeşitten ibaret zannediyoruz. Yokluk ise en yakınımızda. Çocuktan başlıyor yokluğumuz, çocukluğun kaybından. Geleceğe giden yolun en saf, temiz ve hakiki iklimi olan çocukluğun yok oluşunu her gün, yeniden yaşıyoruz. Bu yaşayışın içine sorularımızı koymadığımız için çözüm yolunda bir gayret sarf etmiyoruz. Belki de çocukluğu önemsiz buluyoruz. "Şimdi bu mu konuşulacak mevzu?" diye sorup geçiştiriyoruz. Oysa çocukluk, geleceğidir hepimizin. Çocukluk bir ülkedir ve herkes orada başlar yaşamaya. Peki çocukluk nerede? Saklanmakla kaybolmak arasında.
Mustafa Ruhi Şirin, ömrünü çocuklara ve çocukluğa vakfetmiş bir isim. 60 yılı geçkin ömrünü el'an bu yolda bereketlendirmeye devam ediyor. 1990 yılında kurduğu Çocuk Vakfı'nın öncülüğünde, onlarla tanış olurken aynı zamanda bizlere de yeniden çocukları ve çocukluğu anlatıyor. İmza attığı sayısız telif eserinde sadece çocuklara değil, onlara dikkat kesilmesi gereken yetişkinlere de sesleniyor. İşte ilk olarak 1996 yılında İz Yayıncılık tarafından neşredilen "Çocuk Yüzlü Yazılar" isimli kitabı da bu yönde çok önemli meseleleri bir araya getiren denemelerinden oluşuyor. Kitap, Ağustos 2017 itibariyle 3. baskısın yaptı. 21 yıl aradan sonra yapılan bir yeni baskı herkes için umut verici olmalı. Aynı zamanda şevk ve ilham verici. Sahi, çocuklar ve onların doya doya yaşaması gereken çocukluk için biz ne yapıyoruz sorusu da burada gündeme geliyor. Biz onları okumuyoruz bile. Bu da dinlememeyi, iletişim kur(a)mamayı beraberinde getiriyor. Peki nasıl olacak çocuk-yetişkin ilişkisi? Kayıplarımız ne durumda ve neleri yeniden kazanma imkânı elimizde? İşte Şirin, 128 sayfalık kitabında bu meselelerin arasında geziniyor.
Altı bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü "Büyüdük Küçüldü Dünya" adını taşıyor. Toprakla çocuk arasındaki 'olması gereken' ilişki, Şirin tarafından yeniden masaya yatırılıyor. Gökyüzüne hasret bir çocukluğun hayal gücüne nasıl ket vuracağı örneklendiriliyor. Çocukluktan ev kurmaya, aile olmaya varan yolun nerelerden nasıl geçtiği çok anlamlı paragraflarla okuyucunun zihnini ışıklandırıyor: "Toprak ilkbaharımızdı. Toprakta oynarken neşelenir, daha çok büyürdük, daha çok. Çamurdan evler yapar, mahalleler kurardık. Önce oyuncak evler yapmayı öğrenirdik. Evlerimizin küçücük olduğunu bilir, yine de oyuncak evler olduklarını kabullenmezdik. Hepsi de sahici evlerimizdi. Dünyanın en şanslı işinin ev yapmak ve aile kurmak olduğunu büyüyünce daha iyi anladık." [sf. 16]
Şirin; çocuğun ve hayatın ne olduğunu anlatırken, aynı zamanda çocuğa yönelmenin anlamını sorguluyor. Dünyanın en zor iki sorusunun "çocuk nedir?" ve "hayat nedir?" olduğunu, bu sorulara verilecek cevapların gelecek kurma noktasında nasıl bir önem taşıdığını vurguluyor: "Çocukluğun tarihini bilmeden çocuk'ta buluşamayız. Hz. Adem'in hikâyesi insanlık tarihinin başlangıcıdır. Aslında çocuğu konuşmak insanlığı konuşmaktır. Bir insanda bütün insanlığı konuşmak. Çocuk insandır. Bir çocukta bütün insanlığı konuşabilir miyiz? Evet. Çocuk üzerine konuşmak insanlığın serüvenini konuşmaktır." [sf. 33]
Üçüncü bölüm, benim gibi ev-şehir-mimari üçgenine meraklı okuyucular için heyecan verici. "Çocukluğun İlk Cenneti" adını taşıyor. Neresidir burası? Elbette evdir. İlk yazı, merhum bilge mimarımız Turgut Cansever'e ithaf edilmiş. Saint-Exupery'nin Küçük Prens'iyle başlıyor ve Behçet Necatigil, Asaf Hâlet Çelebi, Sezai Karakoç gibi büyük şairlerimizin çocuk-ev dizeleri eşliğinde derinleşiyor. Cansever'in, insan hayatının çevresiyle bir bütün olduğunu daima vurgulayan görüşleri evle bütünleşir. Ev, insanın dünyayı güzelleştirme vazifesindeki ilk ve en büyük adımıdır. Burada çocuk, tıpkı hadis-i şerifte olduğu gibi dünyanın süsüdür. Dolayısıyla onsuz bir ev, sokak, şehir de düşünülemez. Peki tüm bu çerçeve, en makul biçimde nasıl oluşturulur? Elbette nispetle. Yani oranla. Bozuk bir terazinin asla düzgün tartamayacağı yahut kötü bir filtrenin güzelle çirkini ayıklamakta zorlanacağı düşünülürse, burada yetişkinlere büyük görev düşüyor. Şirin, "Dünyayı ayakta tutan öz de büyük felsefe de çocuktur" diyor ve meselenin özünü şöyle anlatıyor: "Çocuklarımız da bizimle aynı ortamlarda yaşıyor. Hiçbir "açık bütünlük" imkânı olmayan ve sınırlandırılmış mekânlarda yasak bölgenin içine mahkûm ettiğimiz çocuklarımızdan özür dilemeyi hiç düşündünüz mü? Gittikçe çirkinleşen dünyada çocuklarımızdan çaldığımız mekânlardan dolayı, çelişkiler de çoğalıyor. Güzellik kaynaklarının kuruması umutsuzluğun artmasına neden oluyor." [sf. 50-51]
Güzel aile, güzel ev, güzel çocuk. Dolayısıyla eksiksiz ve geleceği inşa edecek bir çocukluk. Çünkü hayat bir bütünlüktür. Aile ise bu bütünlüğün ifadesi. Burada Şirin uyarıyor: Yaş, cins gibi ayrımları hayatı bölüyor. İnsanlar parçalara ayrılınca da bütün oluşamıyor. Aile bir bütün ol(a)madan çocuğu yetiştiremiyor. Aile odaklı bir duyarlılıktan sürekli uzaklaşmak, çocukluğu önemsizleştiriyor. Peygamber ahlâkından uzaklaşmak, sünnetten uzaklaşmak en önce çocukları vuruyor. Böylece yaşamın her ilerleyişinde çirkinlik, güzelliğe üstün geliyor. Eğer bu biraz önemsenseydi, "Toprak çocukların ilkbaharıdır" hadis-i şerifi doğrultusunda evler inşa edilir, şehirler kurulurdu.
Mustafa Ruhi Şirin'in tam da bugüne vurgu yapan iki kritik paragrafını alıntılayarak yazımı sonlandırıyor, bir an önce tüm yetişkinlerin, anne-babaların, ailelerin Şirin'in kitaplarından istifade etmesini ve hem öğrendiklerini hem de fikirlerini mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşmasını diliyorum. Çünkü çocukluğu konuştukça insanlıkta buluşacağız.
"Çocuk yasaklanmış, tehlikelerle dolu mekânları ve alanları kullanmak zorunda kalıyor. Ev'in en küçük odası çocuğa ayrılıyor ve diğer alanları kullanması yasaklanıyor. Oysa çocukta mekân kavramının gelişmesi, Piaget'ye göre iki yaşında başlıyor ve yetkin bir biçime ancak on iki yaşlarında, yani işlemsel düşünmenin yer aldığı somut işlemler dönemine kadar sürüyor. Çocukları, yetişkinlerin katı ve gösterişçi bir anlayışla düzenledikleri mekân kullanma anlayışından kurtarabilir miyiz? Bu soruya vereceğimiz cevap, çocukları bu katı çağdan kurtarmanın ilk şartıdır. Bu şartın yerine gelmesi ise çocuk ve medeniyet okuması yapmayı gerektirir."
"Çocuk için kent niçin bir yasaklar kitabıdır? Çocuk bu karmaşık kitabı nasıl çözecek, nasıl okuyacak? Uzmanlaşmış oyun ve eğlence alanlarına koşarak mı? Oyun oynaması yasaklanmış sokağı işgal ederek mi? Tel örgü ile çevrilmiş çimenlerin ortasında açmış çiçeklere uzaktan bakarak mı? Çocuklar için mi, büyüklerin çocuklaşması için mi yapıldıkları belli olmayan lunaparkların gürültüsüne kapılmakla mı? Yapay serüven alanlarına bile ancak hafta sonlarında gidebilmekle mi? Çiçeklere dokunmanın, ağaçlara tırmanmanın yasak olduğu uyku kutularından oluşan bir kenti çocuk nasıl yaşayabilir? Bu kent, çocuk için kocaman bir hiçtir. Ve bilinç körelten tuzaktan başka çocukluğa hiçbir şey katamaz. Çocukluğu çalan, tüketen kenti, ev'i ve yasaklanmış bütün mekânları çocuk bakışı'na göre yeniden nasıl gerçekleştireceğimizi de bilmiyoruz."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Mustafa Ruhi Şirin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Ruhi Şirin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28 Kasım 2017 Salı
24 Haziran 2016 Cuma
Söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor
“Çocuklarınıza şiir okutun, dilleri tatlansın.”
- Hz. Ayşe
Senelerce, senelerce evvel, yeryüzünün kuzgun kanadı kadar karanlık olduğu zamanlarda bir gün gökyüzünden bir çocuk ağlaması gelmeye başladı. O zaman dünya karanlık olduğu kadar sessiz de bir yerdi ve ağlayan çocuğun sesi tüm dünyayı dolduracak kadar uzadı. Giderek dayanılmaz bir hal aldı. Oyunlar, oyuncaklar, parklar… Çocuğun ailesi elinden gelen her şeyi yaptığı halde onu susturmayı başaramayınca, bu huysuz çocuk bedbaht bir yetişkine dönüşmeden önlem almak için ihtiyar meclisine danışmaya karar verdiler. Toplantıya icabet eden komşu kabilelerin reisleri elbette kulaklarını tıkayarak katıldılar toplantıya. Çocuğu aralarına aldılar. İlk ihtiyar “Neyin var yavrucuğum?” sorusunun karşılığını kucağındaki ufaklıktan birkaç tırnak çiziğiyle aldı. Kulağını balmumuyla tıkayan diğerlerinin durumu da farklı değildi. Nihayet bir başka ihtiyar köşede asılı duran küçük hasır kutuyu gösterdi ve “İşte!” dedi “Çocuk bu kutuyu istiyor. Onu verirseniz susar.”. Çocuğun dedesi itiraz etti: “Bu kutuda bana emanet edilen kıymetli gün ışığı var ve ben onu korumakla mükellefim. Ya kutuya bir şey olursa?”. Ama gökyüzü halkının sağır olmasındansa bu riski almaya gönülsüz de olsa karar verdi. Nihayet çocuğun önüne konuldu kutu. Ve kuzgun gibi parlak kara saçlı çocuk birden sustu. Dünya yeniden karanlığın beslediği eski sessizliğine döndü.
“Sevgiyi Zamanında Dağıtmak Gerek”
Çocuklar için satın alınan her yeni oyuncak ve rengârenk şekerlerin karşılığında ancak geçici olarak suskunluk alabildiğimiz, sonrasında ise dayanılmaz bir gürültüye maruz kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz. Evlerimizin ve kalplerimizin köşelerinde asılı duran en değerli şeyleri çocuklara emanet etmeye cesaret edemediğimiz için ne sessizliğe ne de mutmain nesillere ulaşabiliyoruz. İşliklerde onurumuzu azaltarak kazandığımız paralarla satın aldığımız eşya çocukları tatmin etmiyor. Çünkü onlar neyin değerli olduğunu yetişkinlerden daha iyi biliyorlar. İşte böyle durumlarda köşedeki hasır kutuyu gösteren bir sese ihtiyaç duyuyoruz. “Onu değil, onu değil, değerini zahirinden değil batınından alan hasır kutuyu verin çocuklara,” diyen bir ses.
“Tarih Çocukla Başlar”
Mustafa Ruhi Şirin yıllardır bu sesi yazı ve şiirleriyle duyurmaya, yaymaya çalışan bir isim. Çocukluktan çıkmaya direndiği için o kutunun içeriğini, çocukların kariyer planı, yaşam koçu, pahalı oyuncaktan çok ışık istediğini unutmamış, “uzatmalı çocuk” bir şair. Şirin’in toplu eserleri İz Yayıncılık tarafından yayınlanmaya başladı. Kapağında teki yırtılmış bir çift çocuk eldiveni bulunan ‘Elsiz Eldiven’ kitabı, serinin sekizinci kitabı olarak raflardaki yerini aldı. Savaşlarla, çatışmalarla ilmiği kaçan bir dünyada, elleri olmayan bir çift eldiven bir Dostoyevski kahramanı gibi hep şu sözü mırıldanıyor bize: “Bu dünya, bir tek çocuğun gözyaşına bile değmez.”. Bu duyarlığı hatırlayarak aralıyorsunuz kitabın hüzünlü kapağını. Birkaç sayfa sonraki “Bilge Krala” ithaf ise çocuk ödevinin aynı zamanda bir medeniyet ödevi olduğunu yeniden hatırlatıyor.
“Hazırım Sızıları Toplamaya”
“Ağır Oyun”, “Oylarınızı Çocuklara Verin”, “Tarih Çocukla Başlar”, “Çocuk Sesli İşaret”, “Kömür Sesinden Bahar” ve “Elsiz Eldiven” şeklinde altı bölümden oluşan kitap, başlıklardan da anlaşılacağı üzere dünyanın çocuk ödevi konusunda pek de hayırhah sonuçlar alamadığı bir yer olduğunu gösteren şiirlerle örülmüş bir hasır sepet aslında. Çocukları sağlıklı birer yetişkine dönüştürecek olan, kapitalizmin parlak vitrinlerindeki ürün ve söylemleri eve taşımak değildir, diyen bir hasır sepet. O parlak vitrinlerin sahte ışıklarının öksüz çocuklardan, çocuk işçilerden, sahillere vurmuş cansız minik bedenlerden de sorumlu olduğunu hatırlatan bir ses. Her şeyi taşıyan ama çocukların sanık olmasını kaldıramayan sandalyelere doğru götürüyor okuru; insanlık öğretmeni boyacı çocuklara. Her şeyin modası geçiyor; söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor. Şiirin de aslında bu “modası geçmiş” acıları ısrarla gündeme taşımakla risk aldığını biliyor şair. ‘Ağır Oyun’ şiirindeki tornacı çocuk gibi parmağını tezgâha kaptıracağını biliyor. Şairin elleri cebinde dolaşması hep aylaklığın sembolü olarak görülür. Kimse bilmez parmağını planyaya kaptıran her çocukla onun da bir parmağının eksildiğini. Şiir bunun için “ağır oyundur” biraz. Ağzına yapıştırılan bohem ıslığın da bir keyif anına değil, çocukları korkulara salan “tın tın eden kabacık” sesini bastırmaya matuf olan bir dehşet anına denk geldiği bilinmez. Mustafa Ruhi Şirin de parmakları eksik, ıslığı dehşetiyle ilgili bir şair olarak kaleme almış bu dizeleri. Buruk bir gülüşle çocuklara “kaybolmadın” diye sesleniyor. Biliyor ki “Duyarsa çocuk/ kayboldun dediğini/ Hemen ölür.”
“Oylarınızı Çocuklara Verin”
Çocuğu bir özneden ziyade kurum ve uzmanların elinde yoğurulacak cansız bir kütle olarak gören siyasal sistemler de en az şairin parmakları kadar eksiktir. Bu yüzden şair, “Oylarınızı Çocuklara Verin” demektedir. Çocuğu ciddiye almayan Heraklit gibi bir bilge amca da olsa sonuç değişmez; onun da felsefesi eksiktir. Çünkü felsefe yakıtını çocuğun hayretinden, merakından ve hayranlığından almaktadır. Çocuğu göz ardı eden her fikir, asıl “çocuk oyuncağı” mesabesinde kalır ve ciddiyetini yitirir. “Nasıl Bir Felsefe Bu” şiiri bu duyarlığın güzel bir örneğidir. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Aristo gibi isimler bu bölümde söz konusu farkındalık testine tabi tutulan diğer isimlerdir.
“Yoruldum Uzaklara Mızıka Çalmaktan”
Çocuk söz konusu olduğunda “yasalar duvara”, sözleşmeler “fil tarifine” benzer. Hâlbuki insanı cennetten tarihin toprağına çeken merak, çocuğa duyduğu meraktır Şirin’e göre. İnsan çocuğunu özlemiş ve cennetten inmiştir. Öyleyse bu özleme mukayyet olmalıdır, olursa “Yoksulluk değil sevinç takvimine göre/ Çizilir belki yeni çocuk atlası.”. Şairin gönül aynasını çizen “Elmastan serttir yoksulların çaresizliği.”. Bu kırık aynada dünya, çocuğun kalbi kadar yer tutar şair için. Bir türlü ayağa kaldırmadığı sorunun payandası, tekrardaki esmayı bilen çocuğun tanımıdır. O, çocuğun kalbinde sakladığı devlere, dev gibi aşklara itimat etmektedir: “Çıkarın çocuklar artık sakladığınız devleri/ Haydi sürün kırlara ve aşka.”. Öyleyse şair eksik sorular ormanında kaybettiği yolu yine çocuk seslerine yaklaşmakla bulacaktır. Simurg gibi çocukların sesini topladığında kendi sesini bulacaktır. Çünkü çocuğu da şairi de aynı maddesiz melek korumaktadır. Kardeşi Afrika, sesi simsiyah, süsü Filistin, saati Bosna, penceresi Kandehar, eldiveni yoksulluk olan şairi…
Efsaneler çağını bir çalımda geçeli beri gökten çocuk sesleri gelmiyor artık. Hakiki meseleleri danışacağımız ihtiyarlar meclisi çoktan lağvetti kendini. Herkes kendi meselesiyle baş başa. Gök yerden gelen çocuk çığlıkları karşısında hayretle susuyor. Çocuk seslerinin nasıl gülüşe çevrilebileceğini ise köşedeki kitapçıda duran, hasır kutular kadar sade, süssüz kitaplar gösteriyor. Çocuklara güvenin, diyen kitaplar. En fazla ellerindeki hasır kutu yere düşer, içindeki gün ışığı dağılır ve dünya daha aydınlık bir yer olur. Tıpkı efsanedeki çocuğun yaptığı gibi.
Atakan Yavuz
atakanmucahityavuz@gmail.com
* Bu yazı Dergâh dergisinin 315, sayısında yayımlanmıştır.
- Hz. Ayşe
Senelerce, senelerce evvel, yeryüzünün kuzgun kanadı kadar karanlık olduğu zamanlarda bir gün gökyüzünden bir çocuk ağlaması gelmeye başladı. O zaman dünya karanlık olduğu kadar sessiz de bir yerdi ve ağlayan çocuğun sesi tüm dünyayı dolduracak kadar uzadı. Giderek dayanılmaz bir hal aldı. Oyunlar, oyuncaklar, parklar… Çocuğun ailesi elinden gelen her şeyi yaptığı halde onu susturmayı başaramayınca, bu huysuz çocuk bedbaht bir yetişkine dönüşmeden önlem almak için ihtiyar meclisine danışmaya karar verdiler. Toplantıya icabet eden komşu kabilelerin reisleri elbette kulaklarını tıkayarak katıldılar toplantıya. Çocuğu aralarına aldılar. İlk ihtiyar “Neyin var yavrucuğum?” sorusunun karşılığını kucağındaki ufaklıktan birkaç tırnak çiziğiyle aldı. Kulağını balmumuyla tıkayan diğerlerinin durumu da farklı değildi. Nihayet bir başka ihtiyar köşede asılı duran küçük hasır kutuyu gösterdi ve “İşte!” dedi “Çocuk bu kutuyu istiyor. Onu verirseniz susar.”. Çocuğun dedesi itiraz etti: “Bu kutuda bana emanet edilen kıymetli gün ışığı var ve ben onu korumakla mükellefim. Ya kutuya bir şey olursa?”. Ama gökyüzü halkının sağır olmasındansa bu riski almaya gönülsüz de olsa karar verdi. Nihayet çocuğun önüne konuldu kutu. Ve kuzgun gibi parlak kara saçlı çocuk birden sustu. Dünya yeniden karanlığın beslediği eski sessizliğine döndü.
“Sevgiyi Zamanında Dağıtmak Gerek”
Çocuklar için satın alınan her yeni oyuncak ve rengârenk şekerlerin karşılığında ancak geçici olarak suskunluk alabildiğimiz, sonrasında ise dayanılmaz bir gürültüye maruz kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz. Evlerimizin ve kalplerimizin köşelerinde asılı duran en değerli şeyleri çocuklara emanet etmeye cesaret edemediğimiz için ne sessizliğe ne de mutmain nesillere ulaşabiliyoruz. İşliklerde onurumuzu azaltarak kazandığımız paralarla satın aldığımız eşya çocukları tatmin etmiyor. Çünkü onlar neyin değerli olduğunu yetişkinlerden daha iyi biliyorlar. İşte böyle durumlarda köşedeki hasır kutuyu gösteren bir sese ihtiyaç duyuyoruz. “Onu değil, onu değil, değerini zahirinden değil batınından alan hasır kutuyu verin çocuklara,” diyen bir ses.
“Tarih Çocukla Başlar”
Mustafa Ruhi Şirin yıllardır bu sesi yazı ve şiirleriyle duyurmaya, yaymaya çalışan bir isim. Çocukluktan çıkmaya direndiği için o kutunun içeriğini, çocukların kariyer planı, yaşam koçu, pahalı oyuncaktan çok ışık istediğini unutmamış, “uzatmalı çocuk” bir şair. Şirin’in toplu eserleri İz Yayıncılık tarafından yayınlanmaya başladı. Kapağında teki yırtılmış bir çift çocuk eldiveni bulunan ‘Elsiz Eldiven’ kitabı, serinin sekizinci kitabı olarak raflardaki yerini aldı. Savaşlarla, çatışmalarla ilmiği kaçan bir dünyada, elleri olmayan bir çift eldiven bir Dostoyevski kahramanı gibi hep şu sözü mırıldanıyor bize: “Bu dünya, bir tek çocuğun gözyaşına bile değmez.”. Bu duyarlığı hatırlayarak aralıyorsunuz kitabın hüzünlü kapağını. Birkaç sayfa sonraki “Bilge Krala” ithaf ise çocuk ödevinin aynı zamanda bir medeniyet ödevi olduğunu yeniden hatırlatıyor.
“Hazırım Sızıları Toplamaya”
“Ağır Oyun”, “Oylarınızı Çocuklara Verin”, “Tarih Çocukla Başlar”, “Çocuk Sesli İşaret”, “Kömür Sesinden Bahar” ve “Elsiz Eldiven” şeklinde altı bölümden oluşan kitap, başlıklardan da anlaşılacağı üzere dünyanın çocuk ödevi konusunda pek de hayırhah sonuçlar alamadığı bir yer olduğunu gösteren şiirlerle örülmüş bir hasır sepet aslında. Çocukları sağlıklı birer yetişkine dönüştürecek olan, kapitalizmin parlak vitrinlerindeki ürün ve söylemleri eve taşımak değildir, diyen bir hasır sepet. O parlak vitrinlerin sahte ışıklarının öksüz çocuklardan, çocuk işçilerden, sahillere vurmuş cansız minik bedenlerden de sorumlu olduğunu hatırlatan bir ses. Her şeyi taşıyan ama çocukların sanık olmasını kaldıramayan sandalyelere doğru götürüyor okuru; insanlık öğretmeni boyacı çocuklara. Her şeyin modası geçiyor; söz konusu çocuk olunca acının modası geçmiyor. Şiirin de aslında bu “modası geçmiş” acıları ısrarla gündeme taşımakla risk aldığını biliyor şair. ‘Ağır Oyun’ şiirindeki tornacı çocuk gibi parmağını tezgâha kaptıracağını biliyor. Şairin elleri cebinde dolaşması hep aylaklığın sembolü olarak görülür. Kimse bilmez parmağını planyaya kaptıran her çocukla onun da bir parmağının eksildiğini. Şiir bunun için “ağır oyundur” biraz. Ağzına yapıştırılan bohem ıslığın da bir keyif anına değil, çocukları korkulara salan “tın tın eden kabacık” sesini bastırmaya matuf olan bir dehşet anına denk geldiği bilinmez. Mustafa Ruhi Şirin de parmakları eksik, ıslığı dehşetiyle ilgili bir şair olarak kaleme almış bu dizeleri. Buruk bir gülüşle çocuklara “kaybolmadın” diye sesleniyor. Biliyor ki “Duyarsa çocuk/ kayboldun dediğini/ Hemen ölür.”
“Oylarınızı Çocuklara Verin”
Çocuğu bir özneden ziyade kurum ve uzmanların elinde yoğurulacak cansız bir kütle olarak gören siyasal sistemler de en az şairin parmakları kadar eksiktir. Bu yüzden şair, “Oylarınızı Çocuklara Verin” demektedir. Çocuğu ciddiye almayan Heraklit gibi bir bilge amca da olsa sonuç değişmez; onun da felsefesi eksiktir. Çünkü felsefe yakıtını çocuğun hayretinden, merakından ve hayranlığından almaktadır. Çocuğu göz ardı eden her fikir, asıl “çocuk oyuncağı” mesabesinde kalır ve ciddiyetini yitirir. “Nasıl Bir Felsefe Bu” şiiri bu duyarlığın güzel bir örneğidir. Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Aristo gibi isimler bu bölümde söz konusu farkındalık testine tabi tutulan diğer isimlerdir.
“Yoruldum Uzaklara Mızıka Çalmaktan”
Çocuk söz konusu olduğunda “yasalar duvara”, sözleşmeler “fil tarifine” benzer. Hâlbuki insanı cennetten tarihin toprağına çeken merak, çocuğa duyduğu meraktır Şirin’e göre. İnsan çocuğunu özlemiş ve cennetten inmiştir. Öyleyse bu özleme mukayyet olmalıdır, olursa “Yoksulluk değil sevinç takvimine göre/ Çizilir belki yeni çocuk atlası.”. Şairin gönül aynasını çizen “Elmastan serttir yoksulların çaresizliği.”. Bu kırık aynada dünya, çocuğun kalbi kadar yer tutar şair için. Bir türlü ayağa kaldırmadığı sorunun payandası, tekrardaki esmayı bilen çocuğun tanımıdır. O, çocuğun kalbinde sakladığı devlere, dev gibi aşklara itimat etmektedir: “Çıkarın çocuklar artık sakladığınız devleri/ Haydi sürün kırlara ve aşka.”. Öyleyse şair eksik sorular ormanında kaybettiği yolu yine çocuk seslerine yaklaşmakla bulacaktır. Simurg gibi çocukların sesini topladığında kendi sesini bulacaktır. Çünkü çocuğu da şairi de aynı maddesiz melek korumaktadır. Kardeşi Afrika, sesi simsiyah, süsü Filistin, saati Bosna, penceresi Kandehar, eldiveni yoksulluk olan şairi…
Efsaneler çağını bir çalımda geçeli beri gökten çocuk sesleri gelmiyor artık. Hakiki meseleleri danışacağımız ihtiyarlar meclisi çoktan lağvetti kendini. Herkes kendi meselesiyle baş başa. Gök yerden gelen çocuk çığlıkları karşısında hayretle susuyor. Çocuk seslerinin nasıl gülüşe çevrilebileceğini ise köşedeki kitapçıda duran, hasır kutular kadar sade, süssüz kitaplar gösteriyor. Çocuklara güvenin, diyen kitaplar. En fazla ellerindeki hasır kutu yere düşer, içindeki gün ışığı dağılır ve dünya daha aydınlık bir yer olur. Tıpkı efsanedeki çocuğun yaptığı gibi.
Atakan Yavuz
atakanmucahityavuz@gmail.com
* Bu yazı Dergâh dergisinin 315, sayısında yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)