Mustafa Kutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Kutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Aralık 2016 Perşembe

İyilik var oldukça iyiler ölmez

"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?"
- Sure-i Rahmân 55/60

Her yıl bizleri muhakkak bir roman yahut hikâye kitabıyla selamlayan, kendini bir kez daha hatırlatan Mustafa Kutlu; bu kez keşmekeş içindeki toplumumuza çok önemli duyguları hatırlatıyor: merhameti, sevgiyi, iyiliği, yardımlaşmayı ve paylaşmayı. Bu duyguları hatırlatırken okuyucuyu aşırı bir iyimserliğe boğmadığı gibi, kendiyle konuşarak ve karakterlerini sık sık birbirleriyle konuşturarak kelimeler, sayfalar arasında bir sohbet halkası kuruveriyor farkında olmadan.

Hani Peyami Safa demiş ya "İyiler kaybetmez, kaybedilir" diye, bu aslında bir fakir avuntusu söz falan değildir. Bizim toplumumuzda iyiler daima baştacıdır ama kendilerini belli etmezler, orada burada iyiliklerinin bahsedilmesinden -doğal olarak- hiç hoşlanmazlar. Yananı olduğu gibi iyiyi de görür Allah. Yaşadığımız çağ itibariyle iyilik ne kadar meydanlardan, mahallelerden, sokak aralarından, komşu kapılarından çekildiyse; iyiler de birer birer toprak olup gittiler. Geriye kötülüğün sıradanlığı kaldı. Sıradan bir şey oluverdi kötülük, iyilik göze batar oldu. Ne denir ki? Kıyamet alameti.

Dört başrol oyuncusu var İyiler Ölmez'in. Sıtkı, Civan, Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa ve Doktor. Mustafa Kutlu bu hikâye kitabını bir roman gibi kurgulamış ya da okuyucuya roman gibi hikâyeler sunuyor dersem haddi aşmış olmam diye düşünüyorum. Tüm başrol oyuncularının birbirleriyle ilişkileri var fakat bu ilişki çok önceden düşünülmüş bir kurgu gibi okuyucunun zihninde görünmüyor. Daha çok hayatın sıradanlığı, insanın hayattaki biricikliği ve insan-hayat dengesindeki kader faktörünün ağırlığı hissediliyor karakterler arası hikâyelerde. Zaten klişe çok abartılıyor gibi geliyor bana, belki de klişe hayatın bir gerçeğidir. Nitekim Kutlu, Civan öyküsünde şöyle diyor: “Kapıcının oğlu. Oh tam Yeşilçam. Olamaz, kapıcının oğlu olamazsın. Neden? Çok klişe oluyor. Ne yapayım yani, yalan mı söyleyeyim.

Fotoğrafçı Sarhoş Mustafa öyküsünde ise sanki bu 'kendinle konuşma' hâli daha da derinleşiyor ve bir taarruza dönüşüyor. Öyle ki; son yıllarda Mustafa Kutlu kitaplarının birbirini çok takip ettiği, tekrar ettiği söylenegeldi. Oysa Mustafa Kutlu, sanatın hakikat yolunda işaretler göstermedikçe bir hiç olduğunu düşünen kıymetli kalemlerimizdendir, büyüklerimizdendir. Bir bildiği vardır. Kitapta kendiyle konuşarak öykü sırrını bizlerle paylaşıyor gibidir:

“-Sayın Kutlu bu macera kelimesi kelimesine 'Uzun Hikâye' adlı kitabınızda yer alıyor. Ancak oradaki fotoğrafçının adı Selâmi. Böyle bir tekrara düşerek yazdığınız metni bozduğunuzu düşünüyor musunuz?
-Yoo! Olur böyle şeyler.
-Nasıl olur?
-Benim kahramanlar laf dinlemiyor. Bazen böyle kılık değiştirip yazdığım kitaba sızıyorlar.
-Bu izah yeterli değil. Hikâyeyi zedeliyor.
-Elbette. Ama siz şu sanat denilen şeyi fazla ciddiye alıyorsunuz.
-Almayalım mı?
-Alın ama ölçüyü kaçırmayın.
-Nasıl yani?
-Sanat da tıpkı şu yalan dünya gibi bir oyun eğlenceden ibarettir. Uydurma bir şey. Kendinizi fazla kaptırmayın.
-Olmadı Sayın Kutlu. Sanatı bu kadar küçümsemeyin.
-Küçümsemiyorum. Eğer inanıyorsak sanat hakikate giden yolda bize yardımcı olur. Kalbimizi açar, bizi merhamet ve şefkat sahibi kılar. Kâinatın kitabını, yani temaşayı öğretir. Güzelliğin farkına varırız.”


Elbette sözcükler boyunca tanıdık Mustafa Kutlu ritmi, ahengi ve estetiği yüzümüze çarpıyor. Ancak zihnimizde bıraktığı tatlar tamamen hayattan, tamamen gerçek. Hep olduğu gibi. Nedir bunlar? Yoksulluk, keder, dürüstlük, makam tutkusu, yardımlaşma, paylaşma, muhabbet, aşk veya aşksızlık, doğa, kentsel dönüşüm, gelenekler, görenekler, adetler, kaybolan hassasiyetler, zamanın değişimi, ahlâkın yitişi... Tüm bunlar onun kaleminin ruhta yarattığı psikolojinin samimi birer taşları. Tekrar değil, ikrar belki.

Kitabın son öyküsü Dörtler Makamı, bu kitabı Kutlu külliyatında şüphesiz çok önemli bir yere koyacaktır. Her ne kadar onun son kitaplarında bu hikmetli, tasavvufî kokuyu alsak da, buradaki adeta zirveye ulaşmadır. Sanki sülûk tamamlanmış, derviş artık hakikatten marifet kapısına ulaşmış gibidir. İşte orada da bir tokadı gelecektir Yaratıcının. Onu da sabırla, merhametle göğüste yumuşatmak gerekir.

"Böyledir. Bizde iyiler ölmez. Evliya olup aramızda yaşarlar. Nitekim görüyorsunuz işte."

Sözün bittiği yerde hasret vardır, çünkü biz bu dünyada gurbetteyiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Eylül 2016 Cumartesi

İstanbul için "Ya Teslim Ya Tedbir"

Bir İstanbul Kitapları Kütüphanesi kurabilecek kadar yayın mevcut. Reşad Ekrem Koçu, Ahmet Rasim, Tanpınar, Orhan Pamuk, Edmondo De Amicis, Ernest Hemingway, Pierre Loti gibi İstanbul’u yazan erbab-ı kalemin sadece isim listesi bile bu yazının sınırlarını kat kat aşar. Bu kadim şehrin yaşadığı dönüşümler ise sahip olduğu isimlerden bile fazladır. Dolayısıyla yazılıp geçilebilecek bir şehir değildir İstanbul. Sürekli yıkılıp inşa edilen dinmek bilmeyen hummalı bir faaliyetler zinciridir onun tarihi. Depremler, yangınlar, işgaller, yağmalar… İskânın ve imarın da haddi hesabı yok elbette. Her devrin incisi olmuş bir şehir İstanbul.

Mustafa Kutlu’nun Bir Demet İstanbul ismiyle yayınladığı kitabı işte böylesi bir külliyatın en yeni halkalarından biri. Kitabın başında 25 yıllık bir zaman periyodunda yazıldığı ihtar ediliyor yazıların. Evet, bu kadim şehir için 25 yıl kısa bir süre. Ancak o kadar hızla değişen/değiştirilen bir şehir ki İstanbul, söz konusu 25 yılda yaşadıkları önceki yüzyıllarla rahatlıkla yarışabilir. Bu elbette ki hakkında yazı yazmayı da zorlaştıran bir durum. Zira bir konuda yazmak, konuyla aranıza belli bir mesafe koymayı, konunun hazmedilmiş olmasını da gerektirir. Oysa İstanbul’da yaşanan dönüşümler bu mesafeyi imkânsız kılacak denli sık ve köklüdür. “Küresel bir köy” olduğu söylenen dünyada şehir olmaktan metropol olmaya çevrilen İstanbul’un yaşadığı operasyonlar silsilesinin okunması ve anlamlandırılması ise halkımızın da sosyoekonomik ve kültürel bir metamorfozun en bariz tezahürlerinin de tespit edilebilmesini mümkün kılar aynı zamanda. Yani İstanbul’u okumak her zaman için İstanbul’dan daha büyük bir metne ulaşmamızı sağlar bizi.

Mustafa Kutlu, hikâyeleriyle yaşadığımız savrulmaların, dönüşümlerin seyir defterini tutmuş bir yazardır. Onun kaleme aldığı denemeler ise aynı kaygının farklı bir formda ifadesidir öncelikle. Yoksulluk Kitabı, Vitrinde Olmak, Vatan Yahut İnternet hep bu çizgide ortaya çıkan kitaplardır nitekim. Bir Demet İstanbul ise aynı duyarlığın İstanbul’daki yansımalarını toplayan bir çalışma. “İstanbul’u dünya kenti yapan, finans-sanayi ve ticaret merkezi olmanın önünde onun tarihi varlıklarıdır.” diyen Kutlu, kitap boyunca İstanbul’a rengini veren, onu biricik kılan detaylar üzerinden şehrin ruhunu anlatıyor yazılarında.

Bir Demet İstanbul’u, şehrin kayıplarının bir manifestosu olarak da okumak mümkün. Eski mimarinin, semt ve mahalle dokusunun, doğasının, nefes alınabilecek mekânlarının sadece mimari unsurlarının değil sosyal ve ekonomik arkaplanlarının da anlatıldığı yazılar bunlar. “Kanaattan Saltanata” başlığı bile bu anlamda çok şey ifade ettiğini söyleyebilirim. Sultanahmet’in bir semt olmaktan çıkıp turistik bir tüketim markasına dönüştüğünü dile getirdiği paragraflar başka başka semtlerin de başka başka savrulmalarla yaşadıkları dönüşümün ana dinamiğini ele veriyor. Ekonomik dönüşüm. İstanbul’da yaşanan dönüşüm, bir dizi şuursuzlukla izah edilemeyecek boyutlarda esasen. Gecekonduların apartmanlara dönüşümünü takip eden apartmanların sitelere dönüşümü tam da bu finans sisteminin “üst aklını” takip etmemizi mümkün kılan ipuçları sunuyor bize.

Mustafa Kutlu’nun İstanbul’la ilgili bir başka hassasiyeti ise “müze kent” vurgusunda gizli. Venedik, Roma gibi tarihi şehirlerin düştüğü bir tuzak bu. Turistlere iyi fotoğraf veren, onlar güzel güzel anılar satan buna karşılık insansızlaşan, hayattan mahrum kalan ve bir şehirden ziyade film platosunu andıran devasa mekânlara dönüşme sürecidir bu. İstanbul’un “suriçi” bölgesi hakkında zaman zaman gündeme gelen ve Sultanahmet civarında da uygulamaya konulan bu “Müze Kent” kavramı Mustafa Kutlu’nun dile getirdiği anlamda koruma değil mumyalamadır. Nitekim Kutlu da bu konuda: “Mahalle geri gelmez belki ama mekân yeniden eski günlerine dönebilir. Ahşap ile mor salkım yeniden bir araya gelebilir. Bu dahi tarihe geçmeye yeter. Yeter ama dönüşüm sonucu ortaya çıkacak olan bölgelere asla "Müze Kent" gözüyle bakmamalıyız. Müze deyince aklıma kelebek koleksiyonları geliyor. Öldürülmüş ve dondurulmuş kelebekler. Bunlara saatlerce bakabilirsiniz. Ancak fulyadan kalkıp hanımeline doğru uçan, uçarken etrafınızda bir tur atan afacan kanatların sizi de kanatlandırdığını hissedemezsiniz.” diyerek fikrini açıkça ifade ediyor. Koruma ve kurtarmanın binayı bir koleksiyon nesnesine dönüştürmekten değil halkın hayatına asli fonksiyonuyla dâhil etmekten hayatiyetini sürdürmesinden geçtiğini söylüyor Kutlu.

Kitapta Mustafa Kutlu yeni olan her şeye “hayır” demiyor elbette. Mesela raylı sistemlerle ve tüp geçitlerle ilgili olumlu tespitleri var Kutlu’nun. İstanbul’un eksiğinin kanundan önce feraset, beceri ve irade olduğunu vurgulayan Kutlu, yayalaştırma çalışmalarına ise kimi aksamalarına rağmen olumlu bakıyor.

Yine de Kutlu’nun Esenler Otogarı çevresinin henüz boş olduğu günlerde kaleme aldığı yazıda haklı çıkması içini sızlatmıyor değil. Kutlu; yapay şelaleler, tarihi eserlerin üzerinden geçen turistik teleferik projeleri gibi İstanbul’u İstanbulsuzlaştıran postmodern akla karşı çıkıyor. “Biz İstanbul’u nasıl marka yaparız?” sorusuna verilecek cevapta yer alan projelere de tam da bu yüzden karşı çıkıyor Kutlu. Gökkafese rahmet okutacak ve İstanbul ile göğün arasında hapishane duvarı gibi yükselen yapıların şehre yapıştırılmış dev fiyat etiketleri olmaktan başka ne kattığı muhakkak ki başka bir yazının konusu.

Kutlu, sadece binalarla değil o binaların içinde yaşayan insanlarla da ilgileniyor ve onlar için de kaygılanıyor. Zira şehir bir binalar topluluğuna indirgenemez, bir hayatlar topluluğudur şehir. Ekonomisi, sosyolojisi, siyaseti hesaba katılmadan atılacak adımlar daima kâğıt üzerinde kalmaya, unutulmaya mahkumdur. Nitekim Kutlu da “TESEV''in araştırmasında İstanbul nüfusunun yüzde 60’ının hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadığı ortaya çıkmış. Bu büyük kalabalık resmi kuruluşların belirlediği ‘yoksulluk sınırı’nın altında yaşıyor. Yani düpedüz sürünüyor. Bu sebeple Beyazıt Meydanı’nda, Eminönü’nde, Bakırköy’de başka yerlerde üç kuruş nafaka için tezgah açan, kalabalığı öyle sivil toplum eylemleri, gönüllülerin basın bildirileri engelleyemez. Adamlar can pazarına çıkmış.” cümleleriyle tam da buna işaret ediyor.

Gökdelen dünyanın her yerinde görülen ibtidaî bir yapıdır ve olsa da olur, olmasa da. Gözümde bir "kuş evi" kadar değeri yoktur. Biz evimizi yaparken kuşları da düşünen bir milletin çocuklarıyız. Metruk semtleri ihya ederken Yahya Kemal ile Tanpınar'ın ilaveten Turgut Cansever hocanın "Türk İstanbul" konusunda söylediklerini daima göz önünde tutmalıyız.” diyen Mustafa Kutlu’nun “Bir Demet İstanbul” yazısı sadece İstanbul’la ilgilenenlerin değil kültürle, medeniyetle, kimlikle ilgili sahici meselesi olan herkese ilham verebilecek yazılardan müteşekkil bir kitap.

Kitabın son yazısının başlığı ise İstanbul’un geleceğiyle ilgili de en vurucu cümlelerden biri aynı zamanda: “Ya Teslim Ya Tedbir.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

30 Aralık 2015 Çarşamba

Bir ölünün ağzından, hayatımızdan bir an

Dünya hayatının türlü düzenler, oyunlar, aldatmalar, aldanmalar, kıskanmalar içinde geçtiğini, kısacık bir yolculuktan ibaret olduğunu bir büyüğümüzden dinlemeyeli, duymalı ne çok zaman oldu. Şimdinin büyükleri de dünyanın keşmekeşine, albenisine kendini kaptırmış; çocuklarını, torunlarını bu albeniye özendirmekte ve bu keşmekeşliğin içinden çekip almamakta. Mustafa Kutlu, sanki bunu hissetmiş de son kitabı Hesap Günü ile büyük bir eksikliği gidermiş. Hesap Günü, Kutlu’nun bir önceki hikâyeleri gibi sade, akıcı, yalın anlatımıyla okuru selamlıyor.

Hesap Günü, Bedir’in dünyasını anlatıyor. Bedir’in dünyasını anlatıyor gibi görünse de her birimizin hayatlarına ayna oluyor, hayatlarımızdan bir an sunuyor. Yeşilçam tadında bir anlatım olsa da kitapta geçenler çarpıcı ve gerçekçi. Kutlu’nun sinemaya ilgisinin olduğu açık. Bundan olmalı, hikâyeleri sinemaya/filme aktarılabilir cinsten. Kutlu’nun hikâyelerinde karakter zenginliği vardır. Her kesimden bir karaktere rastlamak mümkündür. Zengini, fakiri, bilgilisi, avamı, işinin ehli olanı, beceriksiz olanı, edepli olanı, edepsizliğin dibini bulanı… Hepsi Kutlu’nun öykülerinde dillendirilir. Böylece insan karakterleri konusunda bilgi edinir okur. Karakterlere dair özellikler keşfeder. Kutlu’nun öyküleri yazılmışlıktan çok anlatılmışlık duygusu uyandırır okurda. Öykü boyunca bir anlatıcıdan dinliyormuş hissine kapılırız. Kutlu, öykülerinde sade bir üsluptan yanadır. Söyleyeceklerini dolandırmadan söyler. Öykülerinde tema hikmet üzerine kuruludur. Yaşananların, başa gelenlerin bir hikmeti vardır. Bu hikmeti bulan karakterler huzura ermiş; hikmeti bulamayanlarsa bir türlü tatmine varamamış, pişmanlıklarla dolu bir hayat sürmüşlerdir. Hesap Günü’nün Bedir’i de böyle. Başına gelenlerden ders almaz, olanlarda bir hikmet göremez. Hayatını bir yapboz gibi yaşar. Ciddiye almadan, geldiği gibi… Bir ağacın yere düşen yapraklarını bir o yana bir bu yana savurur gibi… Kutlu’nun öykülerinde merkezde insan vardır. Her zaman insanı tutar ve savunur. İnsanın zaaflarıyla, üzüntüleriyle, başına gelenlerle, ayıplarıyla hiçbir zaman alay etmez, öyküsünün malzemesi yapmaz. İnsanın/insanlığın hâllerini, öyküsünün bir kullanım malzemesi olarak görmez. Bu hâllerden dersler çıkarıcı, bir nevi nasihatler verici bir anlatımı yeğler. İnsanın geçirdiği değişimi anlatır. Bu değişimle birlikte insanın psikolojisini inceler. Bedir’in öyküsünü anlattığı Hesap Günü’nde gençlerin psikolojik durumlarına genel bir bakış yapıyor.

“Ancak disipline gelemiyordu. Onda bir tatminsizlik vardı. Gençlerde genel bir durum. Hiçbir şey onları doyurmuyor. Ne istiyorlar acaba? Ne onlar biliyor, ne biz.”

Mustafa Kutlu, modern hayatın insanlar üzerindeki etkisini öykülerinde işler. Kapitalist düzen, sömürü aracı hâline getirilen alanlar, sömürüden nasibini alan dinî hayat, para hırsının insanın masumluğunu alıp zalimliğini ortaya çıkarması, zenginlik peşinde koşma ve zengin olma hayallerinin kurulması Kutlu’nun öykülerinde karşımıza çıkar. Bedir de öyledir. Çabalar, okur, diploma sahibi olur, yabancı dil öğrenir, yurt dışına gider. Bunların hiçbirisi para etmediği için ticarete atılır. Ortakları onu yarı yolda bırakır, herkes birbirinin kuyusunu kazar. Ticaret hayatına girildiğinde birlikte iş yapılacak olan kimselerin güvenilir olması gerektiğini Bedir’in ticaret hayatında yaşadıklarından anlarız. Hikâye boyunca Bedir’in pişmanlıklarını, özlemlerini, ilk aşkını, ihtiraslarını, tecrübelerini okuruz. Bedir’in yaşamı, dünya hayatının bir oyalanmadan ve oyundan ibaret olduğunu anlatır. Okurda bu konuya dair dikkat uyandırılır.

“İnsan dünyaya kendini kaptırınca zamanın nasıl geçtiğini bilemez. Bir akıntıya düşüp tüm ömrünü koşturarak geçiren çoktur. Belki insanlığın tamamı. Onları uyarıcı peygamberler bile yolunda döndüremez. Velhasıl dünya hayatı “İş” dediğimiz oyun ve eğlenceden ibarettir.”

Bedir’in dünya ve ukba arasında gelip gitmesi en sonunda Alzheimer hastası olmasıyla sonuçlanır. Hırslar, hevesler uğruna bir ömür heba edilir. Bedir’in sürdüğü hayat da heba edilmiş, hesap yokmuşçasına yaşanmış bir ömürdür. Öykü boyunca Bedir, musalla taşından tüm olup bitenleri yorumlamakta ve musallada konuşmaktadır. Yaşanılanlar bir ölünün ağzından anlatılır. Dünyada yapılan hesapların değil, ahretteki hesabın önemi vurgulanır. Nasıl yaşanılırsa öyle ölünür misali yaşamın güzelce yaşanılmasının altı çizilir. Mustafa Kutlu, herkesin kolayca okuyabileceği, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği eserler ortaya koydu. Hesap Günü de bu eserler kervanına yeni katıldı, okurlarını bekliyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

30 Ocak 2015 Cuma

Hayatın her ânı bir musiki makamı

"Keman mıdır yay mıdır, güneş midir ay mıdır
Zülfüne bendolmuşam, ayrılmak kolay mıdır."

- Urfa Türküsü 

"Ayrılık ateşten bir ok, nazlı yardan hiç haber yok
Benim derdim herkesten çok, ben nasıl yanmayam dağlar."

- Hicâz Şarkı

Her yıl yazdığı yeni bir hikâyeyle okuyucuyu bambaşka yolculuklara çıkaran edebiyatımızın usta kalemi Mustafa Kutlu; bu kez musikişinas bir baba-oğulun hikâyesini aktarıyor. Tiren'de Bir Keman, yarım saatlik fasıl gibi.

Klasik Türk Müziği'nden onlarca eseri konuk eden hikâye, yer yer hüzünlendiriyor, yer yer coşturuyor, kimi zaman güldürüyor, kimi zaman da ağlatıyor. Zaten gerek klasik eserlerimiz gerek türkülerimiz bu toprakların yaşam öyküsünü, yani bizlerin hayatını yalın bir biçimde anlatır durur asırlardır. Mesela bir Erzincan türküsü "Gurbet elde bir hâl geldi başıma / ağlama gözlerim Mevlâ kerîmdir" der, beri yanda Şükrü Tunar'ın hüzzam bestesi "Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş / yâre giden yollarda hasret oldu bana eş" çıkıverir, gurbeti de hasreti de kemanın tellerinden aynı trene kor.

Ademoğlu bir sabaha kaderin sillesiyle uyanıverir, akşamına varmadan da neşvesiyle tanışır. Ömür böyledir. Bu yüzden "Kaderde ne varsa etme merak / uyma kendi nefsine Hakk'ın emrine bırak / altundan ağacın olsa zümrütten yaprak, akıbet gözünü doyurur bir avuç toprak" buyrulmuş. Ama işte dedik ya ademoğlunu da anca kara toprak doyuruyor, düşüyor kaderinin peşine. Hani denmiş ya "Kediyi merak öldürüyor" diye, aslında insanı da öyle. Neyi merak ediyorsun? Neyi merak ettiğini bile aslında bilmiyorsun.

Kemanî Kenan ile oğlu Sadullah'ın birbirine benzer, kederli ve ibret verici ama her şeye rağmen de notaları vesilesiyle lezzetli hayatını okuyoruz Tiren'de Bir Keman'da. Ne lezzet ne lezzet. Mustafa Kutlu bu, hiç olmadık bir sayfada okuyucuyu kuru ekmek yenen sofraya oturtur, bir sonraki sayfada da trenin içine kondurur. Ama her nerede olursa olunsun hep bir keman sesi vardır arkada.

"Ne demiş şarkı "Ben seni unutmak için sevmedim". Sadullah ara sıra annesini soruyor. Kenan onu kucaklayıp pencereye götürüyor. Ordan görünen ıhlamurun dallarında birbirlerine sokulmuş kumruları gösteriyor.
- Annen gelecek oğlum. Kuşlar öyle diyor.
- Ama kuşlar ku, ku diyor.
- İşte o, annen gelecek üzülme demek."


Kenan, büyük aşkı Semiramis'i sanat dünyasına hazırlarken başına gelecekleri de biliyor aslında. Sahnelerin büyülü dünyası Semiramis'i kanatları altına alıveriyor, o da uçuyor. Patron Ali Rıza'nın "Bir kuş tuttuk, kafese koyduk. Öterse iyi düdük" dediği Semiramis öyle bir ötüyor ki, Kenan bir başına kalıyor hayat kafesinde oğluyla birlikte. Naime Hanım'a tutunuyor bazen de.

"Bir gün Kenan sanki içine doğmuş gibi meyhaneye değil eve gitti. Evin önünde bir kalabalık. O ân içinde bir tel koptu. Bir şarkı çıkıverdi: "Görmedim ömrümün âsude geçen bir demini". Annem mi, oğlum mu, diye endişelendi. Feleğin oku Naime Hanım'a isabet etmiş. Tarhana çorbasını ocaktan indirirken aniden düşüvermiş, tencere bir yana kendi bir yana. Kalp krizi... Hayat bu işte. Çorbayı pişirirsin ama içmek nasip olmaz."

Derken Kenan karar veriyor, kaderinin peşinde düşüveriyor. Hani yazar "Ya tahammül ya sefer" demiş ya, o da seferi tercih edenlerden. Oğlu Sadullah'la memleketi geziyor. Kah ekmek parası için, kah derun sevdasını unutabilmek için. Kenan bu, musiki biliyor. Az çok isim de yapmış. Gittiği yerde boş durmuyor, başından bela da eksik olmuyor. Derken yarasını gömüyor, yeni bir aşk bile buluyor. Sadullah ise her gün birine emanet büyüyor. Ama o da kemanı öğreniyor, sesi de var. Babasının emanetini hakkıyla taşıyor. Ama hayat onu pek taşıyamıyor, yalnız kaldığı zamanlarda ona hüzzam, uşşak, segâh, hicâz eşlik ediyor. Tıpkı babası gibi.

"Babasının buruşuk pardösüsünü duvara asmıştı. Ceket, pantolon ve iç çamaşırlarını Sabır Ana bir fakire vermişti. Ayakkabıları giyilecek gibi değildi, altı delinmiş, attılar. Demiryolcuların hatırası bir köstekli demiryolcu cep saati. Onu da pardösünün yanına asmıştı. Bir dörtgen kol saati. Nacar marka. Onu da cep saatinin yanına. Anası-babası-kendisi görünen o yıpranmış fotoğrafı da kol saatinin yanına asmıştı. Cüzdandan birkaç yüz lira çıkmıştı. Bu da Sado'nun okul masrafı. İşte Kenan'dan kalanların tamamı bu kadar. Ve elbette yılların kemanı."

Babasızlığın, fukaralığın, kemanın ve kaderin Sadullah'ı götürdüğü hikâye ise ne tuhaftı. Yürek burkan, can acıtan, bazen nağmelerle hüzne bulandıran. Araya ufak tefek neşelerin ve keyiflerin girdiği. Yine hayat gibi.

Kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kaparken, yani kitap biterken aklıma düşen şarkı çalmaya el'an devam ediyor. Güfte Ömer Bedrettin Uşaklı'ya, beste Kaptanzade Ali Rıza Bey'e ait. Hicâzdır, akılda kalır: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına / ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına."

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Kasım 2014 Pazartesi

Sen bu İstanbul'un neresindensin?

"Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını "yaşanmaz"laştıranlardır."
- Cemil Meriç

"Türkiye hakkında kötümser olanlar çok defa kötümserliğin şartlarını kendileri yarattıktan sonra geriye çekilip "bu millet adam olmaz" demişlerdir."
- Erol Güngör

"Bazıları memleketi kurtaracak duruma sokar ve sonra "memleket elden gidiyor" diye bağırır."
- Mustafa Kutlu

Yazıma üç büyük ismin sözlerinden alıntılar ile giriş yaptım. Eminim, iyi bir literatür taraması ile benzer fikirler rahatlıkla çoğaltılabilir. Ne de olsa aklın yolu bir. Bence, gönlün de öyle.

Huzursuz Bacak, Türk Edebiyatı'nda uzun öyküye yepyeni ve oldukça samimi bir soluk getirmiş olan Mustafa Kutlu'nun -bence- en iyi eserlerinden biri. İlk baskısı 2008'de yapılan kitabı okumak bana henüz kısmet oldu. Bir solukta deriz ya çok sevdiğimizi anlatabilmek için, ben "soluk bile alamadan okudum" diyeceğim. Aynı heyecanla da bilgisayarın başında "bu kitap mutlaka okunmalı, yazmalıyım" derken buldum kendimi. "Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz" diye başlar Huzursuz Bacak. Evet, okumuştuk ve her gün okumaya devam ediyoruz. Çok uzaklardan değil, bizden bahsediyor kitap. Ülkemizden, ülkemizi kasıp kavuran zihniyetten. Aynı her gün birçoğumuzun kapıldığı karamsarlık içinde, yine de ümitvar. Anlatıya sadece kurmaca olarak bakmak mümkün değil. Kutlu, büyük bir ustalıkla "Türkiye'nin üzerine tam oturmamış" sağlam bir modernizm eleştirisini hayali karakterler ile önümüze getiriyor.

Olaylara tam ortasından başlıyor anlatıcı. Yurtışında eğitim gördüğünü anladığımız Ömer Faruk doğup büyüdüğü şehir olan İstanbul'a dönüyor. Karekterin adı, öykü boyunca eşlik ediyor bize. Ömer: canlılık, hayat. Faruk: Haklıyı haksızdan ayıran. Biz Ömer Faruk ismini, İslâm halifelerinden adaleti ile ün salmış olan Hz. Ömer (ra)'den biliriz. Kahramanımız da öyle. İsmiyle müsemma. Anadolu'dan gelmiş esnaf bir ailenin doktor babası ve doçent annesinin oğlu. Bir kültürel çatışmanın meyvesi. Ancak o seçimini daha çok babası üzerinden kendini tanımlamakta kullanıyor. Kitapta, muğlak hatta kaypak bir ifade olduğu belirtildiği paralelde "muhafazakar" olduğunu söylemekten imtina eden biri. "Garip bir tutumla, bağımsız ama kendine uygun bir ideoloji bulamamış, inançlı bir tip olarak tanınmıştım. Ne onların safındaydım. Ne de onlardan ayrı." şeklinde tasvir ediyor kendini. Devam ediyor: "Peki, benim bir tezim var mıydı? Bir üstadım, bir teorim. Yoktu. Sadece ilkeleri savunuyordum. Adalet, ahlâk, merhamet, eşitlik, otoriter demokrasi (Bunu bir türlü formüle edemiyor, olumlu bir şey olduğunu hissediyor, ancak ifadeye güç yetiremiyordum. Bu yüzden kimi beni faşist, kimi sosyalist sanıyordu.)." 

Okul yıllarında bu dik ve farklı duruşuyla nasıl olduğunu kendi de anlamadan bir lider olan Ömer, ülkesine döndüğünde İstanbul'un acı manzaralarıyla yüzleşiyor sık sık ve her seferinde memleket meselelerinin derdine tıklayan huzursuz bacağı eşlik ediyor: "Bacağımı seviyorum. Her gece uyandırıp beni memleket meselelerini düşünmeye sevkediyor. Bu huzursuzluğu duymak bile bir şeydir."

Önce köprüden atlamaya çalışan bir Roman vatadandaş, ardından derdini anlatmaya çalışan ancak gırtlak kanseri olduğu için sesi bile çıkmayan işsiz adam. Bir gazete haberi ile veriyor ikinci olayı, sonunu bağlıyor. "Devlet bu asil millete layık olmalıdır."

Ülkesinde kalmaya karar veren Ömer, geçmişteki bağlantılarının kapılarını çalar yavaş yavaş. Her çaldığı kapıda da ülkesinin içinde bulunduğu durumu görür. Önce bir üniversiteye gider, rektör babasının eski arkadaşlarından. Aldığı tavsiye ilk darbedir onun için: "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz." Üniversiteden çıktığı sırada yine babasının eski arkadaşlarından biri olan Bahtiyar'la karşılaşır. Bahtiyar, ithal ürünlerin ikinci el olarak satıldığı bir dükkana götürür onu. İnsanların Avrupa markası meraklarından söz eder. "Çıkara çıkara Türk Einstein'ını, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i' ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkar eden, redd-i miras edenin sonu budur." diye düşünür Ömer de.

Anlatıda bu yeniden buluşmalar ve bıraktığını ayrıldığından çok daha farklı bulma üzerine örnekler çoğaltılabilir. Buradaki en çarpıcı iki örnekten biri Ömer'in dava arkadaşlarından biri olan Dadaş Mehmet'in politikaya girmesi ve savunduklarından "çok da mantıklı" sebepler ile uzaklaşması; bir diğeri ise büyük bir şirketin yöneticilerinden olan Kemal'in kapitalizmin aşamalarını normalleştirmesi ve içselleştirmesi. Ömer Faruk'un bu durumlar karşısındaki ifadesi oldukça manidardır: "Memlekete geldiğimde ilk duyduğum dedikodu 'Mücahitler müteahhit oldu' sözüydü.". Ömer Faruk, tüm bu sukut-ı hayalin nihayetinde babadan kalma çiftliğe giderek orada organik meyve ve sebze işine girer. Bunu elbette bir çözüm olarak okuyabileceğimiz gibi ben bir kinaye olarak okumayı tercih ediyorum. Organik tarım, sizce de içinde yaşadığımız modern dünyanın ve tüketim toplumunun oyunlarından biri değil mi?

Huzursuz Bacak, Ömer Faruk karakterinin İstanbul'u gezmesiyle Türk İstanbul'una getirdiği eleştiriler ve yan karakterler aracılığıyla "Neydik, ne olduk" sorusunun cevabını açıkça dile getiren, kütüphanelerde mutlaka yer alması gereken eleştirel bir kurmaca. Okuyun ve düşünün; siz bu İstanbul'un neresindensiniz?

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

24 Ekim 2014 Cuma

Kadife çiçeği arasında mor çiçek

Bir kitap kapağını daha sola devirdiniz.

Perde çekiliyor. Işıklar sönüyor. Etrafınızda dolaşan o kitap kahramanları sahnenin arkasından iniyorlar. Bazısı telefonuna koşuyor. Bir kaçı toplanıp hangi lokantada karınlarını doyuracaklarını düşünüyorlar. Çoluğu çocuğu olanlar var bir de. Eline çayını alan da geçti köşeye.

Yalnız kaldınız. Kitap bitti.

Dönüp oturduk yatağımıza, koltuğa, yere, sandalyeye. Ellerimizi her iki bacağımızın da az, altına alarak kitabı düşünmeye başladık.

Ben bu sırada çıkıyorum ortaya. Ama size akıl hocalığı yaparak değil.

Yeni bir kitap söyleyiveriyorum sizlere. İster bunu kadife çiçeği arasında mor çiçek sayın. Ya da dağların başındaki duman sayın. Yeni yıkanmış yumuşatıcı kokan bir elbiseniz. Çayınız, kahveniz sayın. Nasıl isterseniz.

Kitabımız: Mavi Kuş.

Mustafa Kutlu yazmış. Kitabın kapağındaki resmi kendi çizmiş. Renk cümbüşlü bu kapağı uzun süre seyredebilirsiniz. Çocukluğunuz aklınıza gelir. Bir arabanız vardır aklınıza gelir. Anılarız. Hiç olmadı, gökyüzü mavidir buna bakarsınız. Ama sadece çizmemiş Mustafa Kutlu. Öyle ki yazmış. Mavi kuş ismini verdiği otobüsün patlak tekerini değiştirip, çocukların yediği kütür kütür elmanın suyunu bile almış yerden.

Kahramanlar yerli yerinde. Yazar hepsi ile oturmuş kalkmış. Buna böyle değil demek haksızlık olur. Bir kahramanın kaşının oynadığından, dizindeki yamalı pantolonun kaç dikişi varmıştan tutun da. Tutun da. Sonra Mavi Kuş'u bırakıverelim uçsun.

Hikâye uçarken -isterseniz öykü de diyebilirsiniz- ipini kaçırmadan biraz daha anlatayım.

Bu kitabı okurken, canınız kuru fasulye çekebilir (Bu böyle bir şey cidden). Hikâye yazıyorsanız hele bunu daha iyi anlarsınız. İyi bir hikâyecinin kitabını okurken sadece okumuyorsunuz. Biliyorum basbayağı yiyorsunuz kitabı sizde. Bazı zaman kıskandığınızdan kitabı açmıyorsunuz. Bazen dayanamayıp tekrar okumaya başlıyorsunuz. Sonra şu sözler dökülüyor ağzımızdan:

- Adam yazmış be.

Gerçekten yazmış. Bu ne bir övgü, ne reklam. Ne de tatmin etme sizi. İnanmıyorsanız okuyun.

- Adam nasıl yazmış be!

Bakın içimiz, hikâyeden kalkan bir ölü haberini duyunca, kapıya yapışıyor:

- Biraz daha kalsın, diyorsunuz. Ölmesin kadıncağız.

Böyle okunuyor bu hikâyeler işte. Gerçek hayatı yansıtıyor laflarını dağıtacak değilim şimdi buraya. Demek istediğim, içimiz dışımız bir hikâye olsa böyle yazılırdı demek oluyor. Ya da bu tanımlamayı nasıl yapmak istiyorsanız kendiniz konduruverin şuracığa.

Ben gördüm yani.

Otobüsü takip eden iki şalvarlı atlı adamın şivesini kapıp, içimden böyle konuştuğumu. Mavi Kuş'tan uçan uçurtma hangi ağacın tepesinde, hangi yolun gerisinde berisinde kaldı bunu.

Erol'un düşlerini okurken 'kerataya bak sen, ulan bu çocuk daha!' dediğimi duydum.

Çok sevenler de gördüm vallahi, billahi.

Yani diyeceğim o ki, bu kitabı size tavsiye ederim.

Mavi Kuş'u okurken yanınızdan domates, salatalık yahut hıyar ve maydanozu eksik etmeyin.

Mavi Kuş yokuşu tırmanırken bir kırt alın hıyardan. Beşir Ağa çenesini açtığında pek galeye almayın onu da. Gül'ü güzel bulup, Neşe'ye de kızabilirsiniz. Doktora bazı sevimsiz bazı da iyi diyebilirsiniz.

Ben tekrar uyarımı yapayım da mutlaka bir kırt alın hıyardan. Yoksa yemeyene dayak var bilesiniz.

Hatice Aydın
twitter.com/piyanosuz

29 Ocak 2014 Çarşamba

Bazı kitaplar, okuyucusunu nurlandırır

"Sevmek, dert ve gam tatmak içindir. Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin râhatlığı, râhatsızlıkda­dır. Âşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmakdır. Râhatı, yaralı olmakdadır."
- İmâm-ı Rabbânî, 140. Mektub

"Ruhumuza kıymet vermez olduk."
- Nurettin Topçu, İradenin Davası

Her yıl bahar aylarında mutlaka bir hikâye ile bizlere selâm veren Mustafa Kutlu bu kez kışın selâmladı. Nurlandırdı demek daha doğru olabilir. Dergâh Yayınları'ndan Ocak 2014'te çıkan "Nur", okuyucusunun daha ilk sayfalarda içini ısıtıyor. Mustafa Kutlu'nun geldiği son nokta demek ne kadar doğru olur bilemeyiz fakat hem günümüz sıkıntıları hem de gelenek, bu kitapta hikâyeleşmiş. Bu hikâyeleşmede yazarın üzerinde durduğu konuların dışında, sevdiği ve ilgi duyduğu yazarları, şairleri, velîleri görmek de mümkün. Okuyucuyu hikâye dışında en çok bu heyecanlandıracaktır şüphesiz. Kimler yok ki kitapta? Yunus Emre, Nurettin Topçu, Mehmet Âkif Ersoy, Faruk Nafiz ÇamlıbelTurgut Cansever, İsmet ÖzelKuşeyrîEbû Süleymân DârânîAbdullah bin HubeykYahyâ bin MuâzCafer-i Sadık. Hepsi bazen bir dizeyle, bazen bir sözüyle, bazen de fikriyle karşımızda. Arada türkülerimiz ve Türk Sanat Müziği eserlerimiz de insanın yüreğine işliyor. Bir hikâyede bu kadar ganimet, gözleri yaşartan bir güzellik.

Mustafa Kutlu bu kez bir kadın karakteri oturtuyor baş role: Nur. Güzeller güzeli, Allah aşkıyla dolu. Sırf bu aşkından yollara düşüyor, uykusuz geceler geçiriyor, hayatındaki bir çok imkânı elinin tersiyle itiyor. Sırf hakkı aramak ve bulmak için. Ne demişler: Kâbe'nin yolları bölük bölüktür / dünya dedikleri bir gölgeliktir.

Bir tarafta hayatını işine adamış bir baba, İskender:
"Geç kaldım. Gitsem iyi olacak deyip, kaçar gibi sıvışıyor evden. O bir iş adamı. İş adamının ne çocuğu olur, ne eşi. Hatta ne de evi. İş ona yeter. İşin ağına takılmıştır ve kurtuluşu yoktur. Yalan dünya."

Diğer tarafta hayatı kendisiyle mücadele içinde geçen Nur:
"Nur'un ders başarılarını, herkese tepeden bakan tavrını, oğlanlara yüz vermemesini çekemeyen bir iki kabadayı kız, bir gün önünü kesti.
- Bana bak hacı anne.
- Ne var n'olmuş?
- Seni bu okulda istemiyoruz.
Nur diklendi.
- Kim. Kim istemiyor?
İriyarı olan öne çıktı.
- Ben!
Nur buna iki tane çaktı. Bir uçan tekme attı. Kız iki seksen. Burnu kanamıştı. Nur'un gözleri çakmak çakmak:
- Var mı başka istemeyen? Ha, var mı?"

Kızlar yerdeki arkadaşlarını kaldırarak korku içinde kaçtılar.
Bu olan Nur'u okulda efsane haline getirdi. Artık herkes ondan çekiniyor, saygı ile yaklaşıyordu. Nur şöyle düşünmeye başladı. Güç pek çok şeyi hallediyor. Demek iktidar böyle bir şey. Ve demek herkes bu yüzden iktidar peşinde. Vay be!
Ama İslâm öyle demiyor. İslâm "Zulm ile âbad olanın ahiri berbat olur" diyor."


Nur'a âşık olan fakat bunu asla açıklamayan, komşusu Ayten tarafından çok sevilen, kardeşi Çiçek'in örnek ağabeyi Sinan:
"- Bak Ayten, seni severim. Komşuyuz şurada.
Edeplisin, çalışkansın, güzelsin.
Ayten iyice kızarır. Sinan devam eder:
- Çiçek doğru demiş. Nur'la arkadaşız. Bu arkadaşlığın sonu nereye varır bilemem. Ama benden umudu kes. İyi bir kısmet çıkarsa geri çevirme. Benim sonum belli değil, bekleme.
Ayten'in yüzü karmakarışık. Kekeler.
- Ben de şey, diyordum ki.
- Deme. Çiçek bana anlattı zaten, biliyorum. Acıdır. Onu da biliyorum. Ama kendine yazık ediyorsun.
- Bir umut.
- Yok. Dedim ya benim sonum belli değil. Her şey Nur'a bağlı."


Hikâyeyi daha fazla açık etmemek lâzım ve kış bitmeden okunması lâzım. Bazı hikâyelerin gerçekten bir zamanı oluyor. Doğru zamanda geliyor, doğru zamanda ruhu yakalıyor ve işliyor. Nur da öyle bir hikâye. Okuyanı da nurlandırıyor, hikâyenin içindeki tüm isimleri de ve elbette yazarı da.

Otobüste ineceğim durağı kaçırmama sebep olacak bir hikâye okumayalı uzun zaman olmuştu.
Teşekkürler Mustafa Kutlu. Nur için.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

14 Ocak 2014 Salı

Ömür bir bahçeliktir

"Bahçada yeşil hıyar, boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)

"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen

Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.

"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."

Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.

"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."

Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.

"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"

Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

29 Haziran 2013 Cumartesi

Umutlu olmanın karşılığında ödül beklemeyenlere

"Her geçen gün kalbimizi karartan ve katılaştıran bir hayatın boynumuza taktığı zincirleri sürükleyip duruyoruz."
- Mustafa Kutlu, Şehir Mektupları

Tıpkı geçen yılın mayıs ayında olduğu gibi, bu yıl da bir Mustafa Kutlu kitabını okumak nasip oldu. Her yıl bize bir hikâyesi ile nefes aldırıyor. Bunun yaz günlerine gelmesi de ayrı bir tevafuk. Benim için Mustafa Kutlu hikâyesi demek; serinlik, ferahlık, huzur demek. Birey üzerinden değil, toplum üzerinden akan hikâyelerine aynı tutarlılıkla devam eden usta edebiyatçımız, bu kez daha da günümüzden haber veriyor. Yerel yönetimler, yoksulluk, umut, eğitim, ilim insanlarına verilen değer, şairlerin her an kafalarını yemeye hazır halet-i ruhiyeleri, dernek-ödül-hırs üçgeni, medyanın sunum kepazelikleri ve elbette her geçen gün azalan doğa güzellikleri, unutulan atasözleri, asla unutulmayacak Türk Sanat Müziği... "Sıradışı Bir Ödül Töreni", ismi gibi samimi, yalın ve gerçekçi.

"Umut sen ne renkli bir kuşsun.
Umut sen ne sesli bir kuşsun.
Umut seni gözünden öpüyorum."


Hikâyenin ana kahramanı Nezaket, kasabalı bir kız. Yoksul. Fakat kendini işine gücüne veriyor, okumaya adıyor, bir kasabayı kalkındırmak için sadece kaymakamlara ve yerel yönetime iş düşmediğini gösteriyor. Keza işin asıl düştüğü makamlar her zaman farklı işlerde iş tutarlar, işletirler, işittiniz mi? İşte Nezaket, tek başına ama dimdik vaziyette göğüs geriyor zorluklara. Her zaman da başarılı oluyor, fakat çevresinde öyle şeyler oluyor ki insan umutsuzluğa kapılıyor. Ama burada da imdadımıza Mustafa Kutlu'nun hikâye formülü yetişiyor: samimiyet.

"Nezaket sık sık tek başına sahile iniyor, uzun yürüyüşler yapıyordu. Dilinde hep o şarkı:
Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben
Gün batar kuşlar döner dönmez bu yoldan beklenen.
Yorulunca nasılsa oralara kadar gelmiş iri bir kayanın üzerine oturup dalgaların sesini dinliyordu. Bu mânâsız bekleyişe bir son vermeli, silkinmeliydi. Ama nasıl?
"Aramakla bulunmaz, ama bulanlar ancak arayanlardır" denilmiş."

Hikâyede çok ilginç, Kafadanbacaklılar Derneği var. Nedir kafadanbacak? Ahtapot. Çünkü kasabanın ahtapotları meşhur. Böyle bir dernek var, önceleri çok iş yapıyor fakat sonra kör topal kalıyor. Nezaket orayla da ilgileniyor. Albeni El Sanatları Merkezi var, Nezaket'in yıllarca hayalini kurup gerçekleştirdiği... Nihayetinde bir ödül töreni planlanıyor. Kasaba kalkınacak, turist çekecek, medyayı merak ettirecek, halka kendini gösterecek çünkü... Maliyeci Aziz Bey var, kaç yaşına gelmiş fakat önemi yeni anlaşılmış. Genç bir şair var kafayı yemekle yememek arasında kalmış. Esnaf var, bir ayağı toprakta ama öteki ayağı parada. Hırs var, dünyanın en tehlikeli hastalığı. Umut var, dünyanın tek hakiki tedavi yöntemi. Daha neler var neler, tören bu. Havai fişekten bol makara var, araya gizlenmiş nefis bir hüzünle.

Okudukça, bunca zaman bize ne nanelerin yutturulduğunu da tadabileceksiniz yeniden. Belki bir daha yememek için. Daima umutlu kalmak için, daima Mustafa Kutlu.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

5 Nisan 2013 Cuma

Okuyarak kalbine dönenlere

"Babalar paltolardır; gri, yeşil, lacivert
Her pederin pederi kendi yüreğine dert."

- Hüsrev Hatemi, Postnişin

Ağustos 2008. "Mustafa Kutlu'nun yeni hikâyesi Huzursuz Bacak çıktı" haberi üzerine soluğu kitapçıda almış, iki gün içinde de hikâyeyi bitirmiştim. 5 yıla yakın bir zaman geçti üzerinden, kitap ekim 2011'de 7. baskısını yaptı. Geçtiğimiz gün tekrar okumak istedim, bu kez bir gün içinde bitirdim. Son sayfayı bitirdiğimde ağzımdan yine aynı söz çıktı: yıllar geçer, biz sadece iç çekeriz.

Plazalar, gökdelenler, "tabutluk" asansörler, beyaz yakalılar, kırmızı etekliler, yeşil gözlüklüler veya her neyse.  Modern yaşamla gelenekler arasındaki dalgalar o kadar yüksektir ki, ya sörf yapma macerasını göze alıp boğulursunuz ya da bir kaptan-ı derya eşliğinde sağlam bir gemiyle yol alırsınız. Türk hikâyeciliğinin kaptan-ı deryâsı Mustafa Kutlu, kapitalist sistemin kendine has bir kalıba sokma gayretinde olduğu muhafazakarlık ve modernleşme arasındaki her şeyi bir hikâyeye sıkıştırıyor, iz bırakan bir üslupla olanı olduğu gibi anlatıyor.

Biz eskiden duvarlarla konuşurduk. Duvarlar anlatırdı memlekette olup bitenleri. Güç kavgası onların üzerinden yapılırdı. Onların rengi yansırdı insanların yüzlerine. Duvarları yıkmışlar… Tarihin sonu."

Henüz yaşım 78 değil ama ben yine zihnimde yıllar öncesine geri dönüyorum. Bir toplantı, 6-7 kişiyiz. Bir ara dalıyorum, masanın kenarına doğru bakıyorum. Hemen hemen herkesin bacakları oynuyor. Huzursuzca atıyor. Titriyor. Hikâye aklıma geliyor, gülüyorum. Patron "neye gülüyorsun?" diyor. "Halimize" diyorum. O da gülüyor. Hep gülerler.

"Ee, sen neler yapıyorsun? Hâlâ aynı fikirlerde misin?
Hiç duraksamadım:
Evet. Hâla zenginlerin servetinden fakirlerin hakkını nasıl alabiliriz, bunun formülünü arıyorum."


Bir zamanlar sürekli memleketini ve memleketinin insanını düşünen adamlar varmış. O adamlar malum vaziyetlerden soluğu Avrupada yahut Amerika'da almış. Akademisyen olup geri dönmüş. İdealleri hiç değişmemiş. Ama o adamlarla birlikte bir dönem ideal sahibi olanların her şeyleri değişmiş, neredeyse sadece isimleri aynı kalmış. Hikâye bu kadar değil, tüm bu durumun günlük hayata, iş yaşamına, ahlak ve geleneklere olan bağlılığı da sorgulanıyor. "Daha ne olsun" dedirtiyor. Arada çok güzel anektodlar da veriyor.

"Onu biraz Ahmet Hamdi Tanpınar’a benzetiyorum. Lakabını biliyorsunuz: Kırtıpil"dir. Devrinde kıymeti bilinmemiş olsa da, sonradan ülkenin en parlak edebiyat adamı diye kabul edildi. Kendi isteği dışında Edebiyatçılar Birliği Başkanı seçmişler, galiba yurtdışındaymış kendisi, "Dönünce ilk işim istifa etmek olacak" diyor hatıralarında."

Bu hikâye, bir mahalle çocuğunun maç esnasında annesinin "Oğlum eve gel!" seslenişi gibi. Okuyoruz ve evimize dönüyoruz, kalbimize.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Şubat 2013 Pazartesi

Acil neşe ihtiyaçlarında

Rahmetli dedemin evin geniş salonundaki sohbetleri, rahmetli pederiminse talebelerine sık sık verdiği vaazları, beni hep bir hikaye anlatıcısı olmaya öykündürmüştür. Mustafa Kutlu ve enfes kitapları ile bu öykünmemi içten içe tatmin etmişimdir.

Sanki ben onun kitaplarını okurken, Mustafa Kutlu, o babacan tavrıyla bir Anadolu kasabasında yanında ufak bir dere geçen uluca bir çınarın altında oturmuş hikayeyi hem yazmakta hem de bana anlatmaktadır.

Mutluluk yoktur bence hikayelerinde kalender bir neşe vardır, kahkaha değil mesela gülümseme, üzüntü değil hüzün, her neyse efendim Kutlu hikayelerinde yüreğimize dokunan parçalar var hep, okudukça sevindirik olduğumuz parçalar.

Mavi Kuş, Mustafa Kutlu’nun bahsettiğim çınarın altında yazdığı hikayelerinden biri galiba, 50’li 60’lı yılların Anadolu’sunda küçük bir kasaba ve o kasabanın insanları ana karakterleri hikayenin, bu karakterleri şehre, devlete, belki de dünyaya bağlayan istasyon ile kasaba arasında taşıma görevi yapan minibüsün hikayesi.

Minibüsün adı Mavi Kuş.

Mavi Kuş’un şoförü Deli Kenan’dan başlayan hikaye minibüsün yolcularından amerikan çiftin hikayelerine uzanıyor ve tüm yolcuları, yolda karşısına çıkanları dahi içine alıyor. Hikayelerden ufak parçalar:

Mavi Kuş’un ön koltuğunda oturan Ağa , kahyasına adab-ı muaşeret dersi veriyor: "Yavrum şimdi tankotlukta adet budur. Bayanlara çiçek verilir."

Yolculardan arkeoloji öğrencisi Gül ile şoför Deli Kenan arasında çok şey anlatan şu diyalog geçer, Kenan’ın kedisini sevme şeklini garip bulan Gül şöyle der:

"- Kediyi çok sevdiğiniz anlaşılıyor. Ama ne biçim sevgi bu. İki de bir ‘lan’ diyorsunuz.
+ Biz sevdiklerimize ara-sıra böyle deriz.
- Ya sevmediklerinize.
+ Bizim sevmediğimiz kimse yoktur. Belki gönlümüze biraz serin gelenler vardır."

Deli Kenan’ın ömürlük can yoldaşı Avcı Bilal’i anlatırken enfes sözcükler dizisi dökülür yazarın kaleminden: "Hani gülse bile gözlerinin hüznü ebedi yerinde duran bazı felek vurgunu adamlar vardır; onlardan biri."

Anadolu kasabası deyip geçtiğim yeri ise nasıl anlatmış yazar:

"O yıllarda taşra böyledir.
Küçük ve sıcak.
Yoksul ve samimi.
İçedönük ve derin."

Hikayenin hikayesini anlatmak için dil döktüm ama bunun arkasındaki gizemi yine Kutlu’ya bırakalım diyorum: Aslolan ayna camının ardına sürülen sırda. O sır olmasa kendimizi adi bir camın karşısında bulacağız ve hiçbir şey göremeyeceğiz. Sır bize bir kapı aralıyor, işte diyor sen busun.

Acil neşe ihtiyaçlarınızda en az 5-6 sayfa okuyun, karşılayacaktır ihtiyacınızı, kapının ardındaki sırrın sizi de bulması dileğiyle.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

17 Ocak 2013 Perşembe

Söylenenle yapılan bir olmayınca, yalpalanır

Anadolu Yakası, Mustafa Kutlu'nun Dergah Yayınları'ndan çıkan son kitabı. Mayıs 2012 itibariyle okuyucuyla buluştu ve her Kutlu kitabı gibi teveccüh gördü. Kitap hem bir Nehir Söyleşi gibi, hem de değil gibi. Önce Nehir Söyleşi'nin ne olduğundan kısaca bahsetmek gerekir. Bir çeşit sözlü tarih çalışması diyebiliriz, daha da açmak gerekirse; söyleşiyi yapanın kabiliyeti ile söyleşi yapılanın hoş sohbetinin harmanlanmasından ortaya çıkar. Akıp gider. Hikâye tadı vermeye başladığında zirveye ulaşır. İşte Mustafa Kutlu da bunu yapıyor, bir Nehir Söyleşi'den hikâye oluşturuyor. Yazımın sonunda birkaç Nehir Söyleşi önerisi de vereceğim, bu yüzden "bir çay alayım" bahanesiyle okumaya ara verip daha sonra da kaytarmanıza hiç gerek yok.

- Evet, dönüp geldim. Doğru mezarlığa. İri meşelerden birine sırtımı dayadım. Dualar ettim. Meşe yapraklarının kurumuş olanları, esen yelle ağır ağır mezarlar üzerine dökülüyor. Yaprak da fâni, insan da.
- Ama yaprak baharda yeniden çıkıyor be abi.
- O yaprak eski yaprak değil. Bir babanın oğlu gibi. Baba toprağa karışıyor, oğlan hayatı sürdürüyor, Cenab-ı Hakk'ın kanunu bu.


Bizim memlekette dedikoduya verilen önem ne biyografilere ne de otobiyografilere verilir. Peki ya söyleşi? Magazin üzerine olursa, belki. Söyleşi illa ki bize bir fikir vermek zorunda değildir, merakımızı kapatsa da yetebilir, keyifli vakit geçirmemize yardımcı olursa da kendisini kitaplığımıza hoş anılarla uğurlarız. Ancak söz konusu yazar Mustafa Kutlu ve onun hayal gücünden çıkan bir Nehir Söyleşi olunca meraklanmamak mümkün değil. Bir fikirle başlayan ve birçok fikir veren bu söyleşi okudukça daha keyifli, aynı zamanda da şaşkınlık dolu bir hikâye olup çıkıyor.

- Beyaz Mendil diye bir filim de vardır. Lütfü Bey'in mi, Atıf Yılmaz'ın mı?
- Hatırlayamadım ama mendil mühim. Eskiden vapurun, tirenin ardından insanlar gidenler için gözyaşı döker, mendil sallardı. Bitti bunlar.
- Tıpkı mektup gibi.
- Evet mektup. Bak onu da unuttuk. Teknoloji hayatımızı yönetiyor. Televizyon çıkınca radyonunu pabucu dama atıldı. Meraklıları vardır o başka.


Mustafa Kutlu, Anadolu Yakası'ndaki kahramanını bu kez söyleşerek konuşturur, sözü hiç yormadan derdini anlattırır, bir insanın hayatında söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılığın önemini vurgular ve gittikçe daha da modernleşen yaşamın getirip götürdükleriyle sona ulaştırır. Gazeteci Muzo'nun sorup televizyoncu Erol'un cevap verdiği bu söyleşide gerçekler, en yalın haliyle gözünüzün ucundan akıyor. 207 sayfalık kitabı saatler içinde, keyifle bitiriyorsunuz.

"Hepimiz cinselliğin hayvanî bataklığında çırpınıyoruz. Bırak hareketi bir müstehcen söz duyduğunda yüzü kızaran ne kız kaldı ne oğlan. Ahlakın emaresi yüzün kızarmasıdır. Ar duygusudur. Biz tam tersine yüzü kızaranlarla alay ediyoruz. Ar damarımız çatlamış."

Kitabın vurguladıklarını sıralayacak olursak; para kazanma hırsı, ideolojiler, teslimiyet, iş ve inancın birbirine girmesi, yoksulluk, kurnazlık ve ardından gelen yükselmenin serüveni... Kısacası ülkemizin hikâyesidir aslında Anadolu Yakası. Söylenilenlerle yapılanlar bir olmayınca, yalpalanır. Denizle haşır neşir olanlar iyi bilirler, bir sandal yalpalarken iskeleye yanaşması çok zordur. Yardım gerekebilir. Yardımın nereden geleceği de oldukça önemlidir.

"Hafıza deyince dijital malzeme depolama kapasitesinin akla geldiği bir zamanın insanlarıyız biz. Çünkü hatırlanacak pek bir şey yaşamıyoruz. Hiç hayat bulamıyoruz yaşadıklarımızdan ve hiç başlamadığımızdan sona da eremiyoruz bir yerlerde."

Başlarken, yazımın sonunda Nehir Söyleşi önerileri vereceğimi söylemiştim. Söz namustur, tutalım. Bu alanda İş Bankası Kültür Yayınları'nın da hakkını verelim. O kadar çok Nehir Söyleşi kitabı yayınladılar ki, okuduklarım arasında en beğendiklerimi önerebilirim: Tarihçilerin Kutbu - Halil İnalcık Kitabı, Zaman Kaybolmaz - İlber Ortaylı Kitabı ve Bir Koltukta Kaç Karpuz - Halit Kıvanç Kitabı.

Anadolu Yakası, yalpaladığını düşünenlere -ki bunu düşünmek bile önemlidir- kendilerini daha iyi görebilmelerini sağlayacaktır. Bir "ben nerede yanlış yaptım?" kitabı da olabilir, "kimseye etmem şikâyet" kitabı da. Karar, okuyucu vicdanının...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

13 Ocak 2013 Pazar

Görülen geçmiş zamanın aşırı uçları

"Ben sadece iyi bir insan olmak istedim Muhittin.
Sadece iyi bir insan."

- Takva, 2005

Dava nedir, dava arkadaşlığı nedir? Medrese nedir, ocak nedir? Tedavülden kalkan değerlere dair sorulara cevap vermeyi de tedavülden kaldırabilir miyiz peki? Kaldıramayız. Hepimizin bir davası mutlaka vardır. Kimimiz bir kalem açmayı dava edinebilir, kimimizse masa başında bir ülkeyi kurtarmayı. Gayet mütevazı ve sade bir yaşam, şaşaalı bir hayata dönüştüğünde sürüklenme de beraberinde gelebilir. Manevi bir sürüklenmedir bu. Vicdan buna ya tahammül eder, ya da sefere çıkar.

"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."

Mustafa Kutlu'nun Dergâh Yayınevi'nden ilk baskısını Ekim 1983'te yapan bu önemli eseri Ağustos 2012 itibariyle 14. baskısına ulaşmış, Boşnakçaya çevrilmiş. Yazarın yabancı dile çevrilen ilk eseri. Her ne kadar "Mustafa Kutlu üslubu" olan sadelik yazarın her kitabında ortada olsa da, bu eserde "mesele"yi anlamak için tecrübeli bir okur gerekiyor. Zira uzak olduğumuz yahut yaşa(ya)madığımız bir mesele bu. Anlamak için çırpınmak da gerekebilir, yeniden ve yeniden okumak da.

"Bir kere taviz verildi mi, asla çiğnenmemesi gereken unsurlar bir kere gözden çıkarıldı mı, kalbin aynası bir yerinden çizildi mi, kefareti büyük oluyor."

Asım Bey, Kerim, İlhan, Murat, Fetanet Hanım, Nalan, Cevat, Yunus Bey ve diğerleri... Derinlikli hikâyelerin derdi, okuyucu her zaman çarpıyor. Burada mühim olan ciddi bir okuyucu gözü. Çünkü sade bir dilin arkasında her zaman şatafatlı bir dert yatabiliyor. Mustafa Kutlu eserleri, konusu ne olursa olsun süratle okunabiliyor.

Kitabı "yaşam tecrübesi"ne göre önermek daha doğru olabilir. Derin bir of çekenler, parasız yatılı günlerini hatırlayanlar, gençliğinde "dava" peşinde koşanlar, tüm bunların içinde ve dışında olanlar. "Ya Tahammül Ya Sefer" aslında birçok davanın acı neticesini içeriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Ocak 2013 Perşembe

Yoksuluz çok şükür

Eskiden çok "moda"ydı. Bir şeyleri sürekli 3 kelimeyle özetlerdik. Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden Mustafa Kutlu'nun "Yoksulluk İçimizde" adlı hikâyesini 3 kelimeyle özetleyeyim: Heves, huzur, hidayet. Yazarın genel özellikleri arasında da bu üçlüyü sayabiliriz aslında. Okuyanlar, gayet iyi bilirler.

Dergâh Yayınları
'ndan 1. baskısını 1981'de yapan kitap, 13. baskısına Ağustos 2012'de ulaşmış. Hak eden her zaman hak ettiği değeri görüyor.

"Bir elinin ucu ile alnına düşen terli perçemleri geriye atıyor. Bir kediyi okşar gibi kalem uçlarını itinayla açıyor. Koridorlardan geçerken içinde mütemadi şakıyan bir kuş."

Bir insandan uzaklaştıkça, nereye gidersiniz? Ne kadar gidebilirsiniz? Bu gidişinizde geride bıraktıklarınız neler olur? İstanbul'daki karbondioksit miktarı ruh sağlığımızı bozmak için yeterli seviyede midir? Bu son soru hariç güzel cevaplar barındırıyor "Yoksulluk İçimizde" ve ağır bir sorumluluğu göğsünde yumuşatarak bize sunuyor.

"İçimizin mikropları içimize bir aykırı çöp uzanmayagörsün, hep birden o çılgın danslarına başlıyorlar. Şerha şerha yararak kalbimizi, yeniden ve bir daha bedi uykusuna, sevgili gafletine terk ediyorlar. Hakikata yeniden ve bir ilâhî vesile, bir lütuf ile tutununcaya kadar."

2011'de Eğitim-İş Trabzon Şubesi tarafından "zararlıdır" raporu tutulmuştu kitap için. Biz "Mustafa Kutlu, daima" diyenler ise gülüp geçmiştik. İyi okunamamış her şey zararlıdır çünkü. Bu lüzumsuz ve içi boş konunun üzerine eğilmektense, kitaptan 3 güzel cümleyi peş peşe paylaşmak isterim.

"İnsanoğlu putunu kendi yapar."

"Hayatım üzerine kiminle konuşabilirim?.."

"Yüzler neler neler anlatır."


Maddî telkinler ve tedbirlerle mutlu olmayı ister bedenler. Nefsin ihtirasları gözlerimizi kör eder. Sadece gözlerimiz değil kalplerimiz de kör olur. Kör olası "vahşi ve moderen dünya" alıkoyar vicdanımızı. Bunlara izin vermemek lazım. Bunun için de bol miktarda okumak ve "iyi görebilmek" lazım. Olanı biteni değil, kaçanı gideni. Hayatın gerçeklerini görmek o kadar da zor olmamalı bizler için... Kazanma hırsı ile vazgeçme arasında; Engin ile Süheylâ'nın "birbirlerinin gözlerine bakma dansı" bu kitapta. İster alkışlayarak, ister ağlayarak tempo tutabilirsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Şubat 2012 Pazartesi

Ferah hissettiren kitap

"Edebiyatın sükûnete, tefekküre, hasbî ilişkilere, ruh iklimine ihtiyacı var."
-Mustafa Kutlu

Özellikle bahar aylarında ruhumuza bir bezginlik, boşvermişlik ve umursamazlık çöker. Yoğun olmasa da tüm bunları yaşayabiliriz aynı anda. Mustafa Kutlu'nun tüm eserlerinde baş aktör olan "huzur", bu eserinde de tepe noktasına ulaşıyor ve kitabın her sayfası okuyucuyu "ferah" hissettiriyor. Bambaşka evler, bambaşka hayatlar ama her zaman ferahlık.

Bir okuyucudaki tutkuyu derinden etkileyen bir şey varsa o da okuduğu kitaptan ciddi anlamda feyz almak isteğidir. Kitapta yer alan öykülerden, hayatımızın çeşitli noktalarına güzellemeler yapma isteği doğabiliyor. Yani yaşadığımız zamanın bazı anlarına, bu hikayelerden bir şey katmak isteyebiliyor okuyucu.

Kitabı özellikle bahar aylarında, "Hayat güzel midir?" sorusuna cevap aradığınız bir zamanda okumanızı öneriyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler