Ben kalem kullanmadan kitap okuyamayanlardanım. Bazı cümlelerinin altını çizerim, bazılarının altını çizdikten sonra kenarına tik ya da yıldız atarım, bazılarını çerçeve içine alırım; bazen sayfaların üst ve alt boşluklarına notlar yazarım; bazı yarım sayfalık boşluklara karalama yaparım... Kitap okurken yaptıklarım tamamen doğaçlama olsa da ilk aklıma gelenler bunlar.
Peki bunları neden yazıyorum? Şu yüzden: Hayatımda bir daha başıma geleceğine ihtimal vermediğim bir şey başıma geldi ve ikinci kez bir romanın ilk cümlesinin altını çizdim. Yanına tik de atmışım. Bahsi geçen olaylı cümleyi aynen aktarıyorum:
"Gençliğimde, genç insanların çoğu gibi ben de genç ölmem gerektiğine inanmıştım."
Çat! Monika Maron’un buz gibi kuzeyli ve kaba eliyle suratıma çaktığı tokat beni 17. yaşıma “neden ölmüyorum ki” diye sayıkladığım günlere şutladı. Hayat boştu, hatıra biriktirmek gereksizdi, başarılı olmak çaresizlikti; yapılacak işler bitmek bilmez bir ıstırap ezgisiydi. Bunları düşündüğümden beri aradan on koca yıl geçmişti, neyse ki.
"Uğruna dünyadan el çektiğim son sevgilim beni terk ettiğinde gözlüğünü bende unutmuştu. Yıllar boyunca bu gözlüğü kullandım ve ona yakın olmak için son bir fırsat olarak, sağlıklı gözlerimi onun göz kusuruyla sembiyotik bir bozukluk halinde kaynaştırdım. Günün birinde gözlük tam da tavuklu şehriye çorbası pişirdiğim sırada, mutfağımın taş zeminine düşüp camları kırıldığında, gözlerim doğuştan gelen keskinliklerini zaten unutmuş bulunuyorlardı; dolayısıyla artık gözlüğün eksikliğini hissetmiyordum. Gözlük, o günden beri yatağımın yanındaki küçük masada duruyor; kimi zaman, giderek daha nadir olsa da, sevgilimin onu taktığında hissettiklerini hissetmek için takıyorum onu."
Olaylar olaylar... Neden hâlâ yaşadığına anlam veremeyen kadın kahramanımızı yaratırken Monika Maron kendisini ne kadar dahil etti bilmiyorum; ancak gerek inanılmaz yaşlı baş karakterimizin duygularını gerekse de bu yaşlı kadıncağızın bölük pörçük hatırladıklarını aktarırken cinselliğini de apaçık vurguluyor yazarımız.
Ne kadar yaşarsak yaşayalım hayatla ilgili tespitlerimizin ve iç hesaplaşmalarımızın da hiç bitmeyeceğini biteviye söyletiveriyor Maron:
"Hayatta, en az yapabildiğimiz şeyin kendimizi tanımak olduğunu kabullendim."
"Kendimle tesadüfen karşılaşsaydım, kendime sempatik gelir miydim, bilmiyordum."
Animal Triste’de çokça hüzün var. Saplantılı bir şekilde terk eden sevgilinin arkasından kendince ağıtlar yakan bir kadın var. Unutmadan söyleyelim, roman adını Latince bir deyişten alıyor: "Omne animal triste post coitum...". Her hayvan cinsel birleşme sonrası hüzünlüdür, anlamına gelmekteymiş. Kitabın çevirmeni Mustafa Tüzel’e şükranlarımızı sunarken, Alef Yayınevi’ne de titiz işçiliği dolayısıyla teşekkürlerimizi iletelim.
Yazıyı bilerek kısır tuttum, gerisini merak edenler ve hatıralarında yaşayanlar kitabı mutlaka edinmeli. Bu yüzden yazıyı bitirirken birden aklıma "Bu kitap neden okunmalı?" sorusu geldi. Cevaplıyorum; okuduğumuz hiçbir şeye benzemediği için.
(Not: Daha ilk cümleden altını çizdiğim ilk roman: Tolstoy – Anna Karenina)
Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar