İnsanı, insanî özelliklerinden koparmadan realist bir biçimde anlatan kitaplar her zaman kalıcı olmuşlardır. Dünya ve Türk Edebiyatı’nda bu tür yazar ve romanlardan bolca vardır. Dostoyevski, Peyami Safa veya Kemal Tahir… İnsanın farklı yönlerine vurgu yapsalar da realizmden sapmadan, abartıya kaçmadan karakterlerini oluşturmaları hâlâ okunmalarının önemli sebeplerindendir. Macar Edebiyatı’nın önemli kadın yazarlarından Magda Szabo da Kapı romanında oluşturduğu Emerenc karakteriyle -bence- bu büyük ve kült karakter oluşturan yazarlar arasında yer almayı hak ediyor. Emerenc tıpkı Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u, Kemal Tahir’in Kelleci Memet’i, Balzac’ın Madam Bovary’si veya onlarca örneğini sayabileceğimiz karakterler gibi gerçektir, kanlı canlıdır ve ‘ünlü roman karakterleri’ arasında anılmayı hak eder.
Szabo’nun Kapı’sı otobiyografik roman özellikleri de taşıyor. Zaten başkahraman ve anlatıcı da yazarın kendisi Magda’dır. Aslında bu romanın bir tane başkahramanı yok. Anlatıcı olarak yazar, yazarın ve ailesinin yardımcısı olarak Emerenc ve hatta birçok olayda başrol oynayan evin köpeği Viola… Bu üçlünün merkezde yer aldığı roman bize gerçek bir hayattan ortalama yirmi yıllık bir kesit sunuyor, hiç abartısız, realist anlatımdan hiç sapmadan.
Magda bir yazardır ve ünlü olma yolunda ilerlemektedir. Yeni taşındığı ve eskisinden daha büyük olan evine, ev işlerine ve kendisine yardımcı olmak üzere arkadaşlarının da önerisiyle Emerenc’i hizmetçi olarak almak ister. Fakat bu noktada Emerenc’in o çok ilginç ve baskın karakteri devreye girer. Emerenc, eğer kendisi isterse bir evde görev yapmaya başlayan biridir. Yani seçilmez, seçer diyebiliriz. Değişik, farklı, aykırı bir karakterdir Emerenc. Çok konuşmaz, asla hediye kabul etmez, çalışacağı ücreti kendi belirler ve oturduğu eve hiç kimseyi sokmaz. Misafirlerini bile odasının önündeki antrede ağırlar. Yazar böylece Emerenc üzerinden bir gizem ve merak duygusunu da tetikler: Acaba Emerenc’in köpek Viola’dan başkasının giremediği evinde ne vardır? Emerenc bütün mahalleliden ve Magda’dan ne saklamaktadır:
“…Marifetli tahsildar kuşkularında haklıydı, sonsuza dek kapalı o kapının ardında değerli eşyalar olabilirdi, toplama kamplarına sürülen mahkûmların hazineleri gibi…”
Magda ve Emerenc arasındaki ilişkinin bir yönünü bu gizemli ev bir yönünü de Emerenc’in karakteri oluşturur. Çünkü Magda yaklaşmaya çalıştıkça Emerenc’i kızdırır ve onu kendisine daha soğuk davranmaya hatta kendisini azarlamaya iter. Emerenc isterse biriyle konuşur çünkü. Bu kişinin işveren olmasının hiçbir önemi yoktur:
“Emerenc, ne yazık ki her bakımdan eksiksiz biriydi, öyle ki bazen çekingence telaffuz ettiğim övgü sözcükleri karşısında kendisine sürekli minnettarlık duyulmasından hoşnut olmadığını, ona övgüler yağdırmamıza gerek olmadığını söyler, çalışma veriminin değerini kendisinin de çok iyi bildiğini açıkça belirtmekten kaçınmayarak bezginlik verirdi.”
Kitap aslında rutin bir seyirde akıyor. Hatta zaman zaman okuru yorabilecek düzeyde günlük hayatın akışının anlatımına da dönebiliyor; ancak böyle zamanlarda yazar, bu durumu daha çok sürdürüp okuru sıkmak yerine, kitaba hareket getirecek bir olayla okuru tekrar kitabın içine çekmeyi başarıyor. Bunlara ben kitabın kırılma noktaları diyorum. Bu kitapta da birkaç yerde bu tür kırılmalardan bahsetmek mümkün. Emerenc’in evini ilk defa Magda’ya açması, Emerenc’in hastalığı ve sonrasındaki gelişmeler veya Magda ve eşinin Viola’yı sokakta bulup eve getirmesi ve köpek üzerinden gelişen Emerenc-Magda ilişkisi. Bunların hepsi ya kendi başına ya da olan olaydan sonraki gelişmeler açısından okuru kitaptan kopmaktan kurtarmış. Yani yazar kırılma noktalarını iyi kotarmış diyebilirim.
Yazarın Emerenc’le son derece gelgitli bir ilişkisi var. Genelde alttan alan ama zaman zaman da olsa sosyal statüsünün verdiği bir güvenle Emerenc’i ‘alt etmeye’ çalışan bir portre çiziyor bu ilişkide Magda:
“…Teşekkür bile etmeden boş tabağı önüne bıraktım ve yatak odasına döndüm. Bakışını arkamda hissetmiştim, şimdi de o benim derdimin ne olduğunu merak ediyordu ve ben bu durumdan memnundum. Zafer kazanmıştım, kibirle ve biraz da küçümseyerek Emerenc’in uyguladığı eve girme yasağının sırrını çözdüğümü düşünüyordum.”
Ama her zaman baskın olan Emerenc oluyor ve ayağına giden de anlatıcı Magda. Szabo çünkü kitabın adında olduğu gibi, ‘kapı’ imgesiyle bir duvar örüyor bu ilişkide. Kapı, Emerenc’i temsil ediyor, Emerenc’i Magda’dan ve dış dünyadan soyutluyor ve bu kapının açılması da son derece trajik olayların başlamasına sebep oluyor.
Kapı bir bakıma Emerenc karakterinin gizli geçmişinin yönlendirdiği bir romandır. Bu gizli geçmiş gün yüzüne çıktıkça, yani kapılar birer birer açıldıkça romanın katmanları da gün yüzüne çıkar. Başlardaki kapalılık romanın sonuna doğru açılır. Emerenc’in karakterini şekillendiren olaylar ve durumlar; onun sert, mesafeli ve kimseye minnet etmemesinin sebepleri de ortaya dökülür. Tabii bu biraz da bir ülkenin ya da Avrupa’nın siyasi gelişmeleriyle de alakalıdır. Yazarın arka planda ve kıta Avrupa’sının geçmişi üzerinden verdiği ipuçları da bazen Emerenc karakterini anlamamızı kolaylaştırır. Çünkü Emerenc birçok kötü şey görmüş ve yaşamıştır:
“…Ama yine de asılmaktan iyisi yoktu, temiz işti, zamanında Peşte’de yeterince idama tanık olmuştu, beyazlar iktidardayken beyazlar, kızıllar iktidara gelince de kızıllar asmıştı. Mahkûmların, uğruna asıldıkları renk ne olursa olsun, infazlardan önce yüzlerine okunan aşağılayıcı metinler de ipte sallanırken boşluğa tekme sallamaları da birbirinin aynıydı. Asılmak o kadar da kötü bir şey değildi, örneğin mermiyle ölmekten daha iyiydi çünkü kurşuna dizme eylemi her zaman başarılı olmayabilirdi, o zaman da henüz ölmeyen mahkûmun üzerine ateş açmak, sonunda yine de ölmediyse özel olarak yanına kadar gidip kafasına veya ensesine kurşun sıkmak gerekebiliyordu. Bu tür idamları da biliyordu, bunlardan da yeteri kadar görmüştü.”
Yazar kitabını siyasi göndermelere çok bulamamış aslında. İkinci Dünya Savaşı zamanlarında Avrupa’nın durumunu bu şekilde oluşturduğu birkaç pasajla anlatmaya çalışmış.
Magda Szabo, kitabın çevirmeni Hilmi Ortaç’ın deyimiyle, önemsiz gibi görünen gündelik olaylardan ve kişilerden yola çıkarak okuruna büyüleyen ortamlar yaratabiliyor. Fakat daha önce de değindiğim gibi bu gündelik olaylara bir merak ve heyecan duygusu da katabiliyor. Özellikle kitabın sonu, bu kitaba yakışacak bir vuruculukta. Sondaki duygusal gerilimin ve diyalogların örneğini pek az yazarda görebiliyoruz. Dostoyevski’de mesela.
2003 yılında yabancı roman dalında Fransa’nın saygın ödüllerinden olan Femina’yı Kapı eseriyle kazanan Magda Szabo yirminci yüzyılın en iyi yazarlardan biri bana göre. Saf edebiyat okumak isteyen birçok kişi yolunu Szabo’ya da çevirmeli.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Magda Szabó etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Magda Szabó etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
17 Haziran 2020 Çarşamba
19 Nisan 2017 Çarşamba
Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla gelenek-modernizm çatışması
“Her şey yok olmuştu, eski yoksulluklarından büyük bir sabırla, bitmez tükenmez bir maharet ve ustalıkla kurtarmış olduğu her şey; tahripkâr zamanı kandırma becerilerinin hiçbir tanığı kalmamıştı geriye.”
İçinde bulunduğumuz modern zamanlara hakim olan hırs ve kazanma tutkusu hepimizi öylesine hızlı ve baş döndürücü bir çarka kaptırıyor ki insanın çocukluğunun uçsuz bucaksız maviliğini yaşayabildiği, kendisine dair sorular sormak suretiyle hayatına anlam katıp zindelik elde edebildiği, yalnızlığını ve yaşlılığını temaşa edebildiği sahici zamanlar çok gerilerde kaldı.
Iza’nın Şarkısı’nda, Macar yazar Magda Szabó durulmamızı salık veriyor. Üzerimize eğilerek bir şeyler fısıldıyor. Kulak kesilmemiz gereken bir ses, bir burukluk, bir sitem var ortada. Kırık bir kalp var.
Iza’nın Şarkısı, bizim pek öyle yabancısı olmadığımız bir meseleyi konu ediniyor, pek öyle yabancısı olmadığımız insanlarla. Kocasının ölümünden sonra Etelka Szöcs, kasabasından ayrılarak gayet başarılı bir doktor olan kızı Iza’nın yanına taşınıp Budapeşte’ye yerleşiyor. Bayan Szöcs’ün yanında taşıdığı bavulda aslında sadece hatıralar vardır. Yepyeni bir hayata adım atarken tutunabildiği tek şey buğulu gözlerle hatırlayabildiği işte bu yaşanmışlıklardır. Fakat Bayan Szöcs yerini yadırgamıştır. Buralar kök salınabilecek yerler değildir. Zaman ilerledikçe uyumsuzluğu artar. Özlemini çektiği şey sadece ölen kocası değildir artık. Kendi hikayesini anlatabileceği komşularıdır, yağmur sonrası yükselen toprağın kokusunu duyabileceği küçümen kasabasıdır, birer hazine olan geçmişidir. Nihayet belki de hafızasızlığa mahkum olacağı bu yaşam tarzına sırt çevirmeye karar verir.
Türk okuyucusu nezdinde yitip gitmesine gönlümün razı olmayacağı bu kitap için "gelenek ile modernizmin çatışmasının ele alınması" desem kabaca, biliyorum çok kaba kaçacak. Ama Szabó ince ince dokuyarak müthiş bir zarafet örneği ile ele alıyor meseleyi. Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla olabildiğince görkemli bir eser vücuda getiriyor.
Bu çok önemli, unutmadan eklemeliyim ey okuyucular! Etelka Szöcs, içinde gerçek bir buz kalıbı yok diye buzdolabına güvenmiyordu.
İyi okumalar.
Fatih Siren
twitter.com/CevfLeyl
İçinde bulunduğumuz modern zamanlara hakim olan hırs ve kazanma tutkusu hepimizi öylesine hızlı ve baş döndürücü bir çarka kaptırıyor ki insanın çocukluğunun uçsuz bucaksız maviliğini yaşayabildiği, kendisine dair sorular sormak suretiyle hayatına anlam katıp zindelik elde edebildiği, yalnızlığını ve yaşlılığını temaşa edebildiği sahici zamanlar çok gerilerde kaldı.
Iza’nın Şarkısı’nda, Macar yazar Magda Szabó durulmamızı salık veriyor. Üzerimize eğilerek bir şeyler fısıldıyor. Kulak kesilmemiz gereken bir ses, bir burukluk, bir sitem var ortada. Kırık bir kalp var.
Iza’nın Şarkısı, bizim pek öyle yabancısı olmadığımız bir meseleyi konu ediniyor, pek öyle yabancısı olmadığımız insanlarla. Kocasının ölümünden sonra Etelka Szöcs, kasabasından ayrılarak gayet başarılı bir doktor olan kızı Iza’nın yanına taşınıp Budapeşte’ye yerleşiyor. Bayan Szöcs’ün yanında taşıdığı bavulda aslında sadece hatıralar vardır. Yepyeni bir hayata adım atarken tutunabildiği tek şey buğulu gözlerle hatırlayabildiği işte bu yaşanmışlıklardır. Fakat Bayan Szöcs yerini yadırgamıştır. Buralar kök salınabilecek yerler değildir. Zaman ilerledikçe uyumsuzluğu artar. Özlemini çektiği şey sadece ölen kocası değildir artık. Kendi hikayesini anlatabileceği komşularıdır, yağmur sonrası yükselen toprağın kokusunu duyabileceği küçümen kasabasıdır, birer hazine olan geçmişidir. Nihayet belki de hafızasızlığa mahkum olacağı bu yaşam tarzına sırt çevirmeye karar verir.
Türk okuyucusu nezdinde yitip gitmesine gönlümün razı olmayacağı bu kitap için "gelenek ile modernizmin çatışmasının ele alınması" desem kabaca, biliyorum çok kaba kaçacak. Ama Szabó ince ince dokuyarak müthiş bir zarafet örneği ile ele alıyor meseleyi. Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla olabildiğince görkemli bir eser vücuda getiriyor.
Bu çok önemli, unutmadan eklemeliyim ey okuyucular! Etelka Szöcs, içinde gerçek bir buz kalıbı yok diye buzdolabına güvenmiyordu.
İyi okumalar.
Fatih Siren
twitter.com/CevfLeyl
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)