Lütfi Bergen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lütfi Bergen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2014 Çarşamba

AnadoluSol Bakış nedir, ne değildir?

"Geçmişin bilgisi şuurumuzu oluşturmaktadır. Bir Anadolu çocuğu uzviyetiyle otuz veya kırk yaşında olsa bile kafasiyle dokuz yüz yaşındadır. Biyolojik bakımdan otuz, kırk, doksan yaşlarında olabilir. Fakat ruhi bakımdan o, bin yaşındadır. Yani milletin yaşı kadar."
- Nureddin Topçu, Fikir Dünyamızın Yıldızlarından (M. Sılay, Düşün Yayınları, 2010)

Devlet ve Allah – AnadoluSol Bakış” kitabı İslamcı camiada uzun zamandan sonra ilk kez dile getirilmiş bir yaklaşımı ifade etmektedir. Daha önce Nurettin Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını kullanmasına benzer şekilde yazar da bu kitapla iki kavramı gündemine alıyor: “Anadoluculuk” ve “AnadoluSol.” Bununla beraber Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” terimi ile Nurettin Topçu’nun “toprak reformu” düşüncesinden farklı bir yönelişi ifade ettiği de söylenmelidir. Tımar-Ahi altyapısına bağlı olan yazar Anadolu’da çift hukuk sisteminin şerî temelinin ekonomik olduğuna vurgu yapmaktadır. Lütfi Bergen’e göre yönetici tabakanın muhatap olduğu hukuk sistemi örfîdir ve halkın hukuku ile bağları bulunmamaktadır. Yazarın Nurettin Topçu’dan farklı olarak içeriğini doldurduğu kavram olan “Anadoluculuk” da Üsküdar-Ardahan-Hakkari hattı değil Batı-dışı tüm dünyadır. Yazara göre Anadolu aslında “Anatolia” kavramı olup “Doğu” demektir.

Sosyalist kesimlerde de “Anadolu Sol” kavramı kullanılmıştır. Enis Tütüncü’nün “CHP’nin Mayası-Anadolu Sol” başlıklı çalışması, kavramı “Anadolu hümanizması” perspektifinde ele almakta, Kemalist CHP’nin 6 ilkesi ile Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren’i yetiştirmiş olan “Anadolu kültürü”nü terkibine ulaşmaya çalışmaktaydı. CHP’nin Anadolu Sol’u “fıkıh-nizâm İslâm’ı” dışında kalan bir Anadolu tasavvurunu öne çıkarmakta, İslâm’ı “hümanist, paylaşmacı, irfanca bilgi” değerleriyle yüklü boyutuyla ele almakta ve bu değerlerin halk kültürü olarak günümüzde de yaşadığına vurgu yapmaktaydı. Enis Tütüncü’ye göre; “Anadolu Ulusal Devriminin yaratıcısı, Anadolu ve Rumeli’nin göçmen ve yerli halklarıdır. Mustafa Kemal, bunlara önderlik etmiştir. Bunların tümü için üst kimlik “Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı”dır. Bu kimliğin özü, Anadolu ve Rumeli’nin binlerce yıllık tarihinde yaşamış olan tüm kavim ve uygarlıklardan süzülmüş, Anadolu Hümanizmasının önce insan diyen dünya görüşünde yoğrulmuş, “1923 Aydınlanma Devrimi“ ile birlikte, yeniden çağdaşlık yoluna çıkarılmış olan bireydir” (Tütüncü Enis, Anadolu Sol, 2006). Enis Tütüncü’nün aksine Lütfi Bergen’in “AnadoluSol” kavramına yaklaşımı iktisadî üretim ve nizâm yapısında meşrebî ve mezhebî farklılıkların hatta dinî ayrılıkların flulaşacağı fikrine dayanmaktadır. Yazar, Medine Vesikası’nı imzalayan Yahudi ve müşriklerin de vesikada “ümmet” adı altında birbirine saldırmazlık anlaşması imzalandığına vurgu yapmaktadır. Buna göre Batı kapitalizminin Katolik-Protestan özünün Batı-dışı Hristiyan (Ortodoks vd.), Yahudi mezheplerle kavgasına değinmekte ve bütün Doğu’nun capitalist Batı’nın sömürgesi altına alındığına işaret etmektedir. Bu yaklaşım, “Anadoluculuk” fikrini ve “AnadoluSol” kavramını bugünkü Türkiye’nin dışına çıkarmaktadır.

Lütfi Bergen, “Devlet ve Allah” kitabındaki iddiasını, “Anadoluculuk düşüncesini yeniden güncellemeye ilişkin bir çaba” şeklinde değerlendirmekte ancak “AnadoluSol” kavramını başlığa taşımaktadır. Yazarın sık sık Nurettin Topçu’ya referans vermesi nedeniyle “Anadoluculuk” kavramını kullanarak Topçu geleneğine bağlılığını yinelediği anlaşılmaktadır. Topçu’nun “Anadolu Sosyalizmi” kavramını da Lütfi Bergen, bu kitabında “AnadoluSol” kavramı ile öne çıkarmakta, Anadoluculuğun görmezden gelinen bu yönüne vurgu yapmaktadır. Yazar, kitabın önsözünde, “Anadoluculuk hakkında çok araştırma yapılsa da, bugün bir entelektüel çevre tarafından temsil edilmiyor. Biz gerek İslamcılık eleştirilerimizde ve gerek ise sosyalizan İslâmî hareketlerin düşünsel yaklaşımlarına ihtirazî kayıtlarımızda Anadoluculuk düşüncesinin birikiminden hareket ederek sorular soruyor ve cevap üretmeye çalışıyoruz. Bu kapsamda kimi zaman Nurettin Topçu’nun kavramlarına, “isyan ahlâkı”na da eleştirel baktığımız görülecektir” diyerek Anadolusol’u, “Anadolucu Sosyalizm-Ruhçu Sosyalizm” kavramını kullanan Nurettin Topçu’nun işlediği mecra üzerinde yürüme kaygısı taşıyan bir terim olarak ifade etmektedir.

Kitabın üzerinde önemle durduğu konu İslamcılık düşüncesinin değişik versiyonlarının “positivist” olduğu iddiasıdır. Yazar kitapta sıklıkla İslamcılık eleştirisi yapmakta ancak Topçu mistisizmini örnek almamaktadır. Yazara göre İslamcı yazarlar Müslüman toplumun terakki etmesi konusunda bir sakınca görmediler. Batı’da geliştirilen “Medeniyet’in tekliği” hususuna itiraz etmedikleri gibi Müslüman toplumun “medeniyet içinde” yer alması gerektiğini düşündüler. Yazar, İslamcıları bu yaklaşımları nedeniyle terakkici/positivist görmektedir. İslamcılık düşüncesi, Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel kent” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibinin de adıdır. İslamcılığın bu terkibi kurarken (Batı’nın “teknik-bilim- endüstriyel toplum” pratiği ile İslâm’ın ahlâkının terkibi) geleneksel Müslümanlığın bütün kurumsal yapılarına (tekke-vakıf-mahalle-şehir-hane-tımar-dirlik-tımar-pazar-fıkıh toplumu, vs) radikal bir yıkım hareketi geliştirdiğini bilmekteyiz. İslamcı hareketler halkın dinsel meşruiyet olarak gördüğü inanç ve pratikleriyle (tasavvuf, mevlid, türbe ziyareti, ehl-i tarik olma, misvak kullanma, sakal bırakma, vs.) çatışmaktaydılar. İslam devleti fikrini de eleştiren yazar Anadolu’nun İslâmî/şerî sosyal düzeninin tımar, ahilik, adalet/hukuk yapısı, vakıf gibi kurumsallıklarla inşa edildiğini düşünür. Yazar aynı eleştirileri antikapitalist Müslüman öbeklere de yöneltmektedir. Yazara göre kentleşme sürecine karşı koyamayan antikapitalizm de son tahlilde kapitalizmi tahkim etmektedir. İşçi/emekçi kesimlerin asıl müttefiğinin burjuvazi olduğunu düşünen yazara göre sosyalizm Anadolu’nun bin yıllık düzenindeki esnaf/zanaatkâr/çiftçilerin yaşadığı iktisadî nizama mündemiçtir.

Kaynak: heyula.net

8 Ekim 2014 Çarşamba

Edebî metnin ideolojisi

Kitabın önsözünde bir edebiyat sosyolojisi hedeflemediğini yazan Lütfi Bergen, Edebî Metinde Din-İktisat adlı çalışmasında, ele aldığı yazarların yaşadığı dinî ve iktisadî ortamdan hareketle metne yansıyan ideolojik tutumlarına değinir. Bunu yaparken daha önce Sabri Ülgener’in Osmanlı şiiri üzerinden çalışırken kullandığı metodu esas alır. Öykü üzerine çalışan Bergen, metinden yola çıkarak eserin içindeki iktisat zihniyeti ile dine yönelik yaklaşımları adeta kazı çalışması yaparak metnin gerisine ve arkaplanına ulaşılmasına çalışır. Bir bakıma Ülgener’in yaklaşımını sürdüren ve onun sorduğu soruları başka türden soran Bergen’in, burada ideolojiden kastının farklı bir özellik barındırdığı söylenmelidir. Yazarların metni oluştururken etkilendikleri ya da yöneldikleri ideolojilerinden ziyade yazarın kullandığı dilin ve içinde yaşadığı toplumsal, dinî ve iktisadî şartların edebî metnin oluşumuna yön verdiğini ileri sürer. Dolayısıyla bir eleştirmenin yazarın "anlattığı" toplumsal ve ekonomik yapıyı kavramayı amaçlaması, yazarın ideolojisini ortaya çıkartmak anlamına gelmektedir. Yazarı anlamak, ideolojisini ortaya çıkartmak için, yazarın anlattığı tabiatı, dine karşı çaresizliği veya aidiyeti, iktisadî yapıları ortaya çıkartmak lüzumu vardır. Bergen'e göre her yazar bir dil, din ve iktisat evreninde yaşamaktadır. Onun ideolojik kaygılarla ürettiği metinler bu dil, din, iktisat evrenini bozamaz. Yazar da aslında o evrende yazmaktadır. Bergen’in amacının da bu evrene dair izleri sürmek olduğu söylenebilir.

Kitap içerisindeki Edebî Metnin İdeolojisi yazısında Mannheim’e ait ideolojinin iki tanımını aktaran Bergen bunların; iktidarın statik duruma bağlılığı ve belirli bir gelecek öngörüsüne dayalı ütopist ideoloji olarak ikiye ayrıldığına değinir. Türk edebiyatında bu iki ideoloji algısına yabancılık söz konusudur, ideoloji denildiğinde idealleştirilmiş toplum tasavvurları anlaşılmaktadır. Bu da onun doğası gereği gerçeği çarpıtmaktan hareket etmesi sonucunu doğurur. Fakat Bergen, sanata yüklediği anlam çerçevesinde bu ikili anlayıştan uzaklaşılarak metnin ideolojisinde farklı iki tutuma yaslanır: İlki, “büyük ideoloji” olan yaşanan toplumsal zamanın ideolojisi ve diğeri de metnin ideolojisidir. Büyük ideoloji, sanata ait olmayan bir söylemdir ve iktidar/güç ilişkileri içerisinde bir anlam taşımaktadır.

Malum olduğu üzere ideoloji olgusu, ilk olarak Destutt de Tracy tarafından bilimsel düşünme (idea-logos) yöntemi olarak geliştirilirken yöneldiği maksat, eleştiri sayesinde hakim pozisyondaki geleneksel kurumların yerine tefekkür erbâbına, söz hakkını vermektir. Ne ki Fransız Devrimi’nin ürünü olan burjuva devleti ve yönelinen endüstriyalizm vasıtasıyla ideolojinin “düşünce-bilim” anlamında zamanla bir farklılaşma gerçekleşti. Tracy tarafından bilimsel bir nitelik kazandırılmak üzere pozitivist yöntemlerle kurulmaya çalışılsa da ideoloji yine onun tarafından özel mülkiyet, özgürlük, bireycilik, serbest piyasa gibi liberal bir toplumsal ve ekonomik felsefe olarak nitelenmiştir. Kavram bir süre sonra bilimsellikten, dayanaklardan uzaklaşmış ve bir sınıf, zümre ya da kitlenin dünya görüşüyle sınırlı siyasal bir içerik haline gelmiştir. Bu anlamıyla ideoloji, toplumsal hayatı biçimlendiren söylemler vasıtasıyla meşruiyet kazanmış bir kabul tarzına evrilmiştir. Marx tarafından yanlış bilinç olarak nitelenen ideoloji, bir tür düşünme hatasıdır. Nihayetinde baskın olan güce ait hegemonik bir söylem olarak ideoloji; üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfın gerçeği çarpıtması ve böylece ürettikleri maddî koşullara ait yanlış bilgidir. Ki Marx’a göre üretim araçlarının maddî karşılığı olan sermâye, toprak ve makinalara sahip olan burjuvazi; zihinsel üretim araçlarını da elinde tutmak suretiyle toplumun entelektüel gücünü de denetimi altına alabilmektedir. Bilinci yapılandıran ve oluşturanın dış şartlar olduğunu düşünen Marx için bu durum, toplumsal düzenin de nasıl inşa edildiğinin işaretlerini barındırmaktadır: Gerçekliğin maddî boyutu, zihinsel gerçekliğin de temelidir. Estetiğin politikleşmesini Platon’un Devlet’te yazdıklarından hareketle ele alan Bergen, Antik Çağ’dan beri sanatın ölçümlenmesinde bu kesişime dayanıldığını, eserin ihtiva ettiği tezin olumlu ya da olumsuz karşılanmasıyla kıymetlendirildiğini yazar. Bu sebeple büyük ya da dışsal ideolojiye değil metnin ideolojisine yönelir.

“Metnin ideolojisi derken estetiğin içine gizlenmiş manadan ya da sırdan bahsetmiş oluyoruz.” diyen Lütfi Bergen için bu sebeple hem sanatçı hem de eleştirmen muhakkak olarak dinin çalışma sahasına girmesi ve içinde yaşadığı toplumun dindarlığını anlaması gerekmektedir. Edebiyatın kökünü teşkil eden edebin ve estetiğin hikmetle ilişkisi buna icbar etmektedir. “Bize göre her metin estetik değerle üretildiği ve hakikate (hikmete) yöneldiği oranda san’at vasfına yükselir.” diyen yazar, insanın gölgesi konumunda olan sanatın amacının da aşkın değerlere ve görünmeyen idelere yaklaşmak için formlar üretmek olduğunu dile getiriyor. Bugün hem Doğu’da hem de Batı’da estetik, bir güzellik formuna dönüşmüşse de esasen hakikatin izdüşümü olması hasebiyle ilâhî olana dönüktür. “Güzellik ilahi bir tecellidir. Esma’nın mahlûkata sıçramasıdır.” Bu sebeple sanatın dokunduğu hakikate ilişemeyecek olan ideolojinin, metinde bir söylem olarak kurulmasının fazla bir anlamı yoktur. Ne var ki bu metin sayesinde aradan geçen zamana rağmen okuyucuların bazı çıkarımlara ulaşmaları ve tarihsel dönemleri gerçeğe daha yakın olarak kavramaları mümkün hale gelmektedir. Gonçarov’un her daim hatırlanan romanı Oblomov’u yazarken dayandığı ideolojik tutum gereği Ştoltz’un Oblomov karşısında doğru ve hatta üstün olduğuna ilişkin “söylem”i, geçen zaman içinde çökecektir. Romanın yazıldığı dönemde kapitalist aktivitenin yüceltilmesi, feodal toplumun 1917 devrimiyle yıkılıp Bolşevik iktidarının kurulmasıyla karşılıksız kalmıştır. Ne var ki Gonçarov’un maksadı Ştoltzvari bir aktiviteyi öncelemekse de Oblomov karakteri üzerinden verdiği metne ait ideoloji, daha gerçek ve kalıcı olmuştur. Ştoltzluk ölmüştür ama oblomovluk, neomarksist geleneğin de etkisiyle kapitalist dayatmaların karşısında direnmeye devam eden çeşitli aktörlerde hala daha görünmekte, yaşamaktadır. Bu durumda Gonçarov’un dayandığı dış ideoloji çökmüşken, roman içinde Oblomov karakteri ile dile gelen metnin ideolojisi hala geçerliliğini sürdürmektedir.

Bu çerçevede muhtelif metinleri kendi ideolojileri doğrultusunda ele alan Bergen, özellikle Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş dönemine ait eserleri incelemekle birlikte Mustafa Kutlu, Sezai Karakoç, Nazlı Eray gibi daha geç dönem edebiyatçıların eserlerini de ele alıyor. Ömer Seyfettin hikâyelerinde öne çıkan İslamcılığı, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’ta Anadolu’ya Kemalist-sol algılamanın dışından bakışı, Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ının aylak sınıftan ya da yabancılaşma kuramı haricinde farklı bir kategoriden değerlendirilmesi, Memduh Şevket Esendal’ın öykülerinde ev, meslek, aile gibi değerleri işleyişi gibi özgün konulara eğiliyor.

Metinleri belirli bir ideolojinin gölgesi altında tahlil etmeden, metnin kendi ideolojisini açığa çıkarmayı amaçlayan bir perspektifle hareket eden Lütfi Bergen’in çoğunlukla erken cumhuriyet dönemine ait öykülerdeki iktisadî ve dinî saikleri araştırdığı Edebî Metinde Din-İktisat, her ne kadar yazarı tarafından bir edebiyat sosyolojisi dışında değerlendirilse de edebiyat sosyologları için bir yöntem barındırması yanı sıra bazı temas noktalarını da haiz bir eser. Yazarın İsyandan Dirliğe: Anadolu’da Yerli Olmak, Ahlak Ayaklanması ve Azgelişmişlik Üstünlüktür isimli kitaplarında ortaya koyduğu paradigmal temayülü doğrultusunda toplumsal meseleleri; aile, meslek, dindarlık, geçim, ev ve dirlik konularını hikâye, roman, şiir ve diğer edebî türlerin içinde aradığı bu kitap, edebî metinlerin toplumsal yapı içindeki yerine dair vurgusuyla da önem arz ediyor.

Alper Gürkan
alpergurkan.blogspot.com.tr

18 Ocak 2014 Cumartesi

Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz

Ankara’da ikamet etmekte olanlar bilir. Kış başladığından bu yana Kızılay ve civarında Suriye’den geldiğini söyleyerek dilenen insan sayısında muazzam bir artış var. Suriye’de yaşanan zulüm ve Türkiye’ye iltica etmiş olan insan sayısı mâlumunuzdur. Bu insanların kentin pis caddelerinde dilencilik yapması ise ayrı bir vicdan yaralayıcı mesele. İnsanların bu kişileri, farz edelim öyle olsun, Suriyeliyiz diyerek bizleri aldatıyorlar diye yaftalaması ise kentteki insanların vicdanlarının sızlamasının yaşanan trajedinin popülerliği ile orantılı olduğunu gösteriyor. İnsan vicdanının sızlaması ile “popüler, orantı” gibi ayıp ifadelerin yan yana gelmesi ne kadar üzücü.

Modernleşme aynı zamanda bir ahlâk problemidir. Örnek vermek gerekirse, kuşlar konar da oraları pisletir diye saçaklara ve tabela üstlerine yapılan demirden iğneler modernleşmenin insanlığımıza yönelttiği büyük bir hakarettir. Oysaki biz en muazzam binalarının duvarlarına kuşlara barınak yapan, kuş evleri yapan bir ecdadımız olduğunu biliyoruz. Tabi geçmişe özlem duyarken nostalji fetişizmi yapıp bunu bir ticarî meta haline getirmemek gerekir. Yahut edebiyat parçalamak olarak addettiğimiz, geçmiş üzerinden romantizm devşirme modasına kapılmamalıyız.

Az veya çok hepimizde geçmişe duyulan bir özlem vardır. Siz de takdir edersiniz ki geçmişe duyulan özlem toplumun daha çok muhafazakâr/mütedeyyin dediğimiz kitlesinde görülür. Ancak gel görelim ki geçmişten (gelenekten) en çabuk uzaklaşan ve modern olanı (bid’atı) en çabuk içselleştiren de bu kitle olmuştur. Modernizm bu kitleleri daha çabuk dönüştürmüştür. Ali Bulaç’ın şu ifadeleri bu durumu özetler niteliktedir: ”Türkiye’yi asıl modernleştirecek olan toplumsal kesimler Müslümanlardan başkası değil. Hangi Müslüman, toplumun tarım toplumuna dönmesini istiyor, fabrika kullanımını, modern üretim tekniklerini reddediyor? Anadolu sermayesi ve küçük işletmelerde yavaş varlık gösteren bütün İslâmî gruplar istisnasız en modern üretim tekniklerini kullanmaktadır. Kim şehirlerinin arabalardan ve modern ulaşımdan arındırılıp yerine merkep, at veya deveyle taşımacılığı öneriyor? Araştırma yapılacak olursa, hiç kimsenin kuşkusu olmasın; araba, uçak, vb. ulaşım araçları bir yana; bilgisayar, cep telefonu, televizyon vb. alet kullanımının en çok dindar kesimler arasında yaygın olduğu görülür. Herkesten çok Müslümanlar ‘modern kültür’ü tüketmek istiyor. Onlar… şeylerin içini modernleştirirken dışının geleneksel yapısını muhafaza etme stratejisine dayanıyor.” (Sözleşme Dergisi, Mayıs 1998). Müslümanların düştüğü bu can yakıcı ikilem modernleşmeden kaçarken modernist bir zihin yapısına tutulmakta kendini gösterir.

Muhafazakârların her şeye muadil oluşturma çabası onları ister istemez modernin içine çekiyor. Yani bikiniye alternatif olarak haşema üreterek Müslüman kadını daha çok laik/seküler kişilerin rağbet gösterdiği Akdeniz plajlarına sürmek elbette modern bir tavırdır. Örneklerini çoğaltmak mümkün. Tesettürü kadının sosyal hayatta var olması için bir araç olarak gören modern zihniyet, onu normal hâliyle girmekte zorlanacağı birçok yere muadil kisveler/sıfatlar oluşturarak sokmayı başarmıştır. Bu zihniyet bunalımına en önce Müslümanların dûçâr olmasını azınlıkta kalma korkusuna bağlıyorum. Nureddin Yıldız’ın dediği gibi, “iki korkuyu atmadıktan sonra sabretmek mümkün değil: Ecel korkusu ve azınlık olma korkusu.” Kamusal alanı oluşturan laik/seküler yapı Müslümanları ister istemez o alanın dışına itiyor. Müslümanlar ise bu alana dâhil olabilmek için, ben de buradayım diyebilmek için, istemeyerek de olsa modern bir hâle bürünmek zorunda kalıyorlar. İmamlarımızın müftünün huzuruna çıkarken kravat takıp takım elbise giymesi sanırım bunun en ironik örneklerinden birisini oluşturuyor. Ya da ülkenin gündemini şaşılacak derecede belirleyen meclise başörtüsünün girmesi meselesi. Kanımca meclise başörtülü milletvekillerinin girebilmesi Müslümanların değil sistem içinde dönüşmüş bir zihniyetin zaferiydi.

Sözünü ettiğimiz kitabın ana eksen konusu Müslüman toplumu bir arada tutacak olan ahlâkın lokal olmadığı, bütün insanlığın en temel yaşama/ilişkide bulunma vasıtası olduğudur. Yazarın, “Ahlâkla gel, çünkü insan yalnız ekmekle yaşamaz” sözü ahlâkın kıymetini açıklamaya yetecektir.

Etik ile ahlâkı birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü kavramlarımız nasıl düşüneceğimizi de gösteren metodolojik birer donedir aslında. “Etik”i kabaca pozitif hukuka (o an yürürlükte olan hukuk) aykırı olan eylemler olarak tanımlayabiliriz. Ahlâk ise insana yüklü gelen bir haslettir. Fıtrîdir. Mezkûr kitaptan bir örnekle konuyu daha iyi anlatabiliriz: Yüklü bir bağışı hiçbir kayıt olmadan (fatura, makbuz vs.) yaparsak bu devlet nezdinde vergi kaçırmak anlamına gelecek ve etik bir davranış olmayacaktır. Ancak biz ahlâken “sağ elin verdiğini sol el görmesin” düsturuna bağlıyız ve yaptığımız bağışın da ahlâkî bir değer kazanabilmesi için böyle olması gerekir. Bir başka örnek de biz verelim: Müslüman bir patronun sayesinde servetine servet kattığı işçisini asgari ücret ile çalıştırması evet etiktir çünkü kanunen işçi en az asgari ücret almalıdır. Ancak bu durum ahlâkî değildir. Hele bir de Müslüman patron, işçilerinin maaşlarını düzenli ve zamanında ödediği için mâlum hadis gereği iyi olanı yaptığını düşünüyorsa bu ahlâk istismarıdır. Bu hazin durumu o patrona izah etseniz size piyasa ekonomisinden yakınacaktır. İşte moderne ittibâ etmek tam da bu oluyor. Yaptığın işlerin ahlâk çerçevesine dâhil olamayacağını bildiğin hâlde sanki öyleymiş gibi yapmak ve bu durum yüzüne vurulduğu zaman çağın şartlarından yakınmak. Çağın şartları dediğimiz mefhum spontane gelişmiyor. O şartları katılaştıran da bizleriz. Bunun arkasına saklanmak kendi yalanına inanmak demektir.

Eser Lütfi Bergen’in "Azgelişmişlik Üstünlüktür” kitabından sonra gelen ikinci kitabını oluşturuyor. Bu serinin üçüncü ve son kitabı ise “Kozmosta Yerlilik – Evlerimizi Kaybediyoruz”. Bu üç eser de moderne karşı zihnî bir uyanışa vesile olmaya muktedir. Nitekim kişi içinde bulunduğu durumu eleştiremez. Hele zihnen içinde olduğumuz durumu eleştirebilmek ve tanımak için o zihnî hengâmeden çıkmak gerekir. Tahmin ediyorum ki bu eserler bizi kıskacı altına alan ve zihnimizi işgal için hazır hâle getiren modernizmi daha iyi tanımamıza vesile olacaktır.

Muhammed Faruk Özcan

3 Haziran 2013 Pazartesi

Amerikalı olmak istemeyenlere

"Bugün insanların önünde iki seçenek var: Türk olmak ya da Amerikalı olmak. Modern dünya denilen şey, anti-Türk dünyadan başka bir şey değildir. Türk için Batılılaşma bâtıllaşmadır."
- İsmet Özel

Lütfi Bergen'in kitaplarının isimlerini yan yana koyalım: Azgelişmişlik Üstünlüktür, Ahlak Ayaklanması, İsyandan Dirliğe. Yani ortada çok ciddi bir dert var. Bu derde başkaldırıyor yazar. Önümüze adeta zorla konan "gelişme ideolojisi"ni reddediyor, masumiyetimize sahip çıkmamız gerektiğini belirtiyor. bu masumiyetin Anadolu'da yattığını söylüyor. Tüm bunları söylerken de çok ciddi örnekler ve verilerle kafamızdaki "batılılaşma"yı yerin dibine batırıyor. Batılılaşma safsatası düşüyor, bir tekme de okuyucu atmış oluyor.

"Modern teknoloji bize ahlâk bahşetmez. Dahası bize ahlâk ve erdem sahibi insanlar olarak yaşama imkânı vermez. Teknik çalışmalar, ahlâki yönelişimizi kısırlaştırmaktadır... Bize yeni bir çevre sunan teknik; makinaların, işleyişin, tiktakların, telaşın yapay ritmini icra eder."

Yeni dünya ve onun daima sığındığı teknolojik gelişmeler, ülkemizde de son yıllarda iyice yaşadığımız parksız kalma, yeşili görememe ve hava alamama gibi çok ciddi sorunları da beraberinde getiriyor. Özellikle plazalar, ve alışveriş merkezleri, yürüyeceğimiz kaldırımlarla beraber içimizi de daraltıyor. Gün geliyor, kaldırımlarda yürüyemiyoruz. Bunda elbette otomobillere olan amansız merakımız da rol oynuyor.

"Yeni teknik dünya kır yeri olarak bana iki saat süren motorlu taşıt yolculuğundan sonra bulabileceğim sahalar gösterir."

İşte Lütfi Bergen, elimizden alınan tüm doğal haklarımızdan sorumlu tuttuğu "doyumsuz gelişme" anlayışına modernizm penceresinden bakarak hem çare üretiyor hem de "hayır" dedikten sonra "neden"ini de öğrenmemiz için çırpınıyor. Aydınlar ve teknik, ilkel adamın yaşamı, kapitalizme müstehak olmayışımız gibi meseleler, "Azgelişmişlik Üstünlüktür"de otopsi yapılarak irdeleniyor. Kitabın sonunda Alper Gürkan ve Suavi Kemal Yazgıç'ın Lütfi Bergen ile yaptığı söyleşiler, hem yazarı hem de yazarın modernizm karşıtlığındaki gerçekçiliğini öğrenmek için oldukça faydalı. Bu tip kitaplarda nadir görülen bir fikir olmuş söyleşilerin eklenmesi.

"Günümüzde üniversite eğitimi hem ara eleman denilen meslek yapılarına sekte vuruyor hem de genç bir nüfusu üretim dışı bırakıp tüketici kılıyor... Mesleki uzmanlaşma, üretimin yoğunlaşması, lüks tüketimin engellenmesi modern dünyaya cevabımızdır."

Bir kitabın kaynakçasından faydalanmak da son derece önemlidir. "Azgelişmişlik Üstünlüktür"ün kaynakçası son derece ciddi eserlerden oluşuyor. Çok özel isimlerin en ciddi eserlerinden istifade edilmiş, bunu görünce kitabın değeri de okuyucu da artıyor. Kitap daha da kıymetleniyor. Zaten bir kitap, yeni kitaplara kapı açıyorsa, doğru bir okuma yaptığınızın göstergesi oluyor. Kaynakçada sıklıkla dikkatimi çeken isimler: İsmet Özel, İlber Ortaylı, Ali Şeriati, Arnold Toynbee, İsmail Kara, Niyazi Berkes, Jean Baudrillard, Fernand Braudel, Ali Bulaç, Jürgen Habermas, Dostoyevski, Turgut Cansever, Halil İnalcık, Şerif Mardin, Nurettin Topçu, J.J. Rousseau, Mete Tunçay, Mümtaz'er Türköne, Hilmi Ziya Ülken, Max Weber, Paul Wittek ve niceleri.

"Önceleri tren yolunun Anadolu'yu kalkındıracağını ummuştuk. Ne kadar aldanmışız. Tren Anadolu'nun mahsullerini şehirlere getirecek bir millî istihsal muvazenesi yaratacaktı. Öyle olmadı. Tren mahsulü getirecek yerde, Anadolu'nun insanını İstanbul'a ve birkaç büyük şehre akın ettirmektedir."

Herkesin iyi dediği iyi olmadığı gibi, her gelişme de üstünlük değildir. İyi gibi görünen çok gelişme, her şeyi çökertebilir. Çökmemek ve güncel anlamda da olan bitenin farkında olmak için ciddi bir denemeye zihninizi hazırlayın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler