"Mumun ışığını görebilmek için, onu karanlık bir yere götürmek gerekir."
- Ursula K. Le Guin, En Uzak Sahil
"Başka yer, negatif bir aynadır. Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olamayacağı kalabalığı keşfederek..."
- Italo Calvino, Görünmez Kentler
Büyük şehirlerde yaşayan insanlar çoğu zaman yaşadıklarının farkında olmayan bir acelecilikle günü geçirirler. Acelecilik, hayatlardan çaldığı aylaklık ve tembellik gibi şaşırmaya, düşünmeye, hayal kurmaya imkân sağlayan zaman aralıklarını modern toplumlarda yok etmiştir. İnsanın bireyleşmesiyle birlikte eşya da önemsiz, gelip-geçici bir mal olmuştur. Tüm eşyalar aynıdır modern bireyin gözünde: bir tüketim malzemesi.
Eşya ile insan arasında dengeli bir ilişki kurulmasına mani olan acelecilik, kalabalığın getirdikleriyle beraber insan ruhuna geri dönüşü olmayan bir darbe vurmuştur. Bu darbe, anlamsızlıktır. Yaşamın bir anlamının kalmadığını düşünen insan; birey olmanın getirdikleriyle ilgilenmeye başlar. Üretime katılmamayı planlar, bol miktarda tüketir, düşünmez, sorgulamaz, keşfetmez, dalıp başka diyarlara gitmez. Sanki elinde bir şifre, her sabah oturumunu açar ve her akşam kapatır. Çoğu zaman kapatmaz, uyku moduna alır. Dolayısıyla dinlenmek ve sahici bir uyku çekmek gibi eylemler de çekip gider insanın hayatından. O artık bireydir ve kalabalıkta yaşamaya karşı bir strateji geliştiremediğinden yapayalnızdır. Yalnızlığın bonus'u da mutsuzluktur.
Burak Tamdoğan, on dört hikâyesini bir araya getirerek Kalabalık Olmanın Esasları'nı ortaya çıkarmış. Bu hikâyelerin her biri, bir eşyanın, bir bakışın, bir düşünüşün sesi. Hepsi birbirinden farklı açılardan yaşamı anlamlandırmaya çalışsa da hikâyelerin ortak bir nağmesi var. O nağme, okuyucuyu çevresine bakarken daha derinlikli, daha nitelikli düşüncelere sevk edebilir. Bu sevk ediş hemen ardından okuyucuya 'yaşamak umrumdadır' dedirtebilir. Dolayısıyla Kalabalık Olmanın Esasları, yani bu 104 sayfalık hikâyeler kitabı, gittikçe nihilist bir topluma dönüşen kapitalist ve seküler sistemin meydana getirdiği yeni insan'ı (modern bireyi) canlandırıcı bir gıda, bir vitamin gibi. Çünkü insanî değerlerden ses ediyor. Burada durup, Hasan Abdu'l-Hakîm'in (Gai Eaton) Tanrı'yı Hatırlamak adlı leziz kitabından bir paragraf okuyalım: "İnsanlar aslında inançları doğrultusunda binalar inşa ederler ve diktikleri bu binaların biçimi onların dünya görüşünü ve insanın bu dünya görüşündeki yerinin ne olduğunu açıkça ortaya koyar. Modern mimari de sekülerleşme ideolojisini ve bazen de nihilist ideolojiyi ifade eder. Tıpkı karınca kulelerinin, kendilerini inşa eden karıncaları cüceleştirdiği gibi, içinde yaşayan insanları cüceleştiren seküler şehir, sadece geleneksel öncelikleri tersine çevirmekle kalmamış, aynı zamanda bütün insani değerleri de yerle bir etmiştir. Bu şehirde hiçbir bina insan ölçülerine göre yapılmamıştır. Tıpkı, insanın üzerine on numara büyük gelen bir takım elbiseye benzeyen bu şehir, ne insan yerleşimine uygundur nede arasına sıkıştırıldığı fiziki manzaraya aittir."
Kim bilir belki de Martin Heidegger bunun için kendine bir kulübe inşa etmiş ve yaşamla, eşyayla 'yakalaması gereken' dengenin peşinden gitmişti. "Bütün çalışmalarım, dağların ve köylülerin dünyası tarafından yönlendirilmiştir" sözü de bir şeyleri yakaladığının işareti olsa gerek. Yine Henry David Thoreau'nun Walden'e kaçıp gitmesi ve orada modern dünyaya başkaldırıp kendine ait bir yaşam inşa etme gayreti de belki 'ulaşması gereken' boyuta dair bir hasretti. Şöyle yazar Doğal Yaşam ve Başkaldırı kitabında: "Onlar arabalara ve evlere kaçarken sen bulutların altına sığın. Hayatını kazanmak işin değil, eğlencen olsun. Toprağın tadını çıkar, fakat ona sahiplenme."
Yazarın ilk kitabı olduğundan, üslubuyla ve tekniğiyle de ilk defa tanışıyoruz. Evvela şunu söyleyebilirim ki Burak Tamdoğan; öyle altı çizilecek bol aforizmalı bir edebiyat yapmamış. Edebiyat anlayışında yaşamın gizini keşfetmenin, sessizliği seslendirmenin ve nesnelere anlamlı roller biçmenin örnekleri mevcut. Oldukça yalın ve akıcı bir dili var. Bazen bir sineğin, bir martının, bazen bir masanın, duvarın, bazen de kim olduğu belli olmayan bir insanın, belki de gölgenin.
"Üç kişiydik. Biri devrime ve büyük insanlığa inanıyordu. Diğeri el etek çekecekti bu maddi dünyadan ve onun düzeninden. Hiçbir şeye inanmadığından değil, inanacak bir şey seçemediğinden. Üçüncüsü artık ezilmek, aç kalmak, kalabalıkta kaybolmak istemiyordu. Oyunu kuralına göre oynamak, güç ve zenginliğe sahip olmak istiyordu." (sf. 45)
Anlatın hikâyelerin arasında nesnelerden 'insan sesi' çıkıveriyor bazen. Burada yazarın kimi duygularını öğrenebilmek mümkün. Bazen ayakları yere sağlam basan, bazen de tıpkı hayat gibi karmakarışık yahut rengârenk.
"Her varlık bir şeylere mecbur kalır ve yaptığı seçimlerle başka varlıkları bir şeylere mecbur bırakır. Zaten özgürlük, mecburiyetlerimiz arasından yaptığımız seçimler değil mi? Aslında mecburiyetlerimizin bir kısmına dahi itiraz etme hakkımız olmalı ki özgür hissedebilelim. Sonuç olarak itiraz etmediğimizi seçmiş sayılıyoruz, istediğimiz o olmasa bile." (sf. 50)
Zaman zaman okuyucuyla selamlaşan, vedalaşan, akıl veren, akıl alan, soru soran paragraflarla karşılaşmak mümkün. Tamdoğan bu taktiği genellikle hikâyelerinin sonunda uyguluyor.
"Bu satırları bir ılgın ağacının altında yazıyorum. Her yerde yetişmiyor ve o koca gövdesiyle eğilip, yere paralel büyüyor. Bu görkemli ağacın efendisinin karşısında eğilmiş bir mürit gibi yüzü toprağa dönük uzaması insanı büyülüyor. Kökleri topraktan baş verip başka bir gövdeye dönüyor. Ne dünyayla, ne kendisiyle derdi var gibi. Oysa ben... İyi de size ne bunlardan değil mi?" (sf. 97)
İki İtalyan çizerin 1970'lerin ortalarında oluşturduğu Mister No karakterinin hayatımıza kattığı bir sözdü: Puxa Vida! Yani: Vay be! Altıkırkbeş Yayınları bünyesinde yayın hayatına başlayan Puksavida Yayınları'nın ilk kitabı, Kalabalık Olmanın Esasları. Yayınevine güzel kapak (kim lan bu Erol Egemen?) ve temiz baskı için, yazarına da kafamda uzun yıllardır hayal olan bir fikri kâğıtlara geçirdiği için teşekkür ederek bitiriyorum yazımı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf