“Savunmasız varlıklara iyi davranırsanız düşlerinizin gerçekleşmesi için Dilek Ağacı’na gerek yoktur.”
William Faulkner’ın tek çocuk kitabı olan Dilek Ağacı’ndan bir cümle ile başlamak istedim. Faulkner’ın çocuk kitabı aracılığı ile bizlere ilettiği cümle, onun hayat felsefesini özetliyor kanımca.
Faulkner Missisipi eyaletine göç etmiş İskoçya kökenli bir aileye mensuptur. Ailesi, yaşadığı bölgenin en köklü ailelerindendir. Eserlerinin konusunu Amerika birleşik devletlerinin en özgün bölgesi olan güney bölgesi oluşturur.
Kırmızı Yapraklar kitabı ile ABD de yaşanan ırkçı hadisenin hemen sonrasında karşılaştım ve okumak istedim. Kitabın çevirmeni Ülkü Tamer ve kitaptaki öyküler Tamer’in seçimlerinden oluşuyor.
Kırmızı Yapraklar beyaz adamın “kara derililer” üzerinde kurduğu baskıyı anlatan öykülerden oluşuyor.
"Beyazlar zencilere neden para verirler bilir misin? Çünkü başka beyazlar bando mızıkayla o parayı zenciden alacaktır ve zenci daha çok çalışmak zorunda kalacaktır."
Kırmızı Yapraklar’daki öyküler Ses ve Öfke kitabından izler taşıyor. Yazar yaşadığı yer olan Güney’de gördüklerini, şahit olduklarını, yaşananları kahramanları aracılığı ile ölümsüzleştiriyor.
Kitap ile aynı adı taşıyan Kırmızı Yapraklar öyküsünde, beyazların kara derililer hakkında yaptıkları diyalogların içinde kalıyorsunuz. Yaşandığını bildiğiniz ama yaşanmamasını istediğiniz olayların içinde buluyorsunuz kendinizi. En kötüsü de değiştiremeyeceğiniz olaylar olması. Dün de bu gün de…
“Zenciye ne yaptılar?” Diyor beyaz adam. Diğeri –o iş tamam, küçük bir yolculuğa çıktı.
Ve devam ediyor beyaz adamların, ölen(öldürülen) zenci hakkında yaptıkları yorumlar.
“Ölmek hoşlarına gitmiyor, sarılıyorlar (ölmemek için, öldürmeye kastedenlerin ellerine, ayaklarına), zorluk çıkartıyorlar, onursuzlar ve yabaniler. Güneşte çalışmayı, toprağa girmekten üstün görüyorlar.”
Kocası Jesus tarafından öldürülmekten korkan Nancy Quentin'in ailesinden yardım istiyor, 7-8 yaşında olan çocuklara sığınmaya çalışıyor. Bu yorgun zenci kadının akıbetini tahmin edebiliyoruz ancak çünkü Faulkner ustaca manevralarla sonlandırıyor öyküyü.
“Bizi görebiliyor musun? Nancy?” diye fısıldadı Caddy. Gözlerimizi de görebiliyor musun?”
“Bir zenciden başka bir şey değilim ben.” dedi Nancy. “Tanrı biliyor. Tanrı biliyor.”
Hendekten çıktık. Nancy’nin evini, açık kapıyı hala görebiliyorduk; ama kapısı açık, Nancy görünmüyordu, yorulmuştu çünkü.
“Bittim yorgunluktan” demişti. “Bir zenciyim ben. Benim suçum değil bu.”
Beyaz bir kadını taciz ettiği düşünüldüğü için yakalanan zenci Will Mayes hakkında beyazların ve beyazlarla işbirliği yapan Kızılderili’lerin aralarında geçen diyaloglardan anlıyoruz kara derili adamın başına neler geldiğini.
“Kanlı eylül alacakaranlığıyla yağmursuz altmış iki günün biçilmiş çayırlarında, kuru otlardan bir ateş gibi geçmişti o-söylenti mi hikâye mi neyse- Miss Minnie Cooper’la bir zenciye dair.”
“Beyaz bir kadına mı, yoksa bir zencinin sözüne mi inanacaksın? Seni Allah’ın belası zenci dostu…”
Yazarın vahşiliği ve vahşeti anlatırken, irite edici, korku ögelerinden uzak anlatım tarzı, Faulkner’ın ustalığını bize bir kez daha gösteriyor.
“Ateşi yanar tutması için kara insanlardan birini seninle birlikte yollarım.”
“Kara insanlardan hangisini?”
“Gemide kazandığım kadının kocasını.”
“Acılı bir hayatla hayatsızlık arasında bir seçim yapmamı söyleseler, hiç duraksamadan acılı hayatı seçerim.”
Faulkner, her ne kadar acılı bir hayatı seçmiş, yapıtlarındaki olgularla kendisini acı çeken insanlarla içselleştirmiş de olsa, soğukkanlı duruşunu yazın diline de aksettiriyor. Faulkner “her şeyin farkındayım ama gereksiz duygu sağaltımlarına hiç gerek yok” dercesine, yaşanan ve yaşanmakta olan olaylardan duyduğu rahatsızlıklarına rağmen bize akseden anlatı rahatlığını Kırmızı Yapraklar kitabında da gösteriyor.
Derisinin rengi siyahi olduğu için farklı ve sınıfsal ayrıma tabi tutulan insanların köleleştirildiği yıllardan bu güne geldiğimizde, genetik kodlamaların hala aktif olduğunu görüyoruz.
Geçtiğimiz günlerde ABD, Minneapolis'te yaşanan polis şiddetiyle çalkalandı. Gözaltına alındığı sırada yüzüstü yerde yatarken bir polisin diziyle boğazına baskı yaptığı Afro-Amerikalı George Floyd'un ölümü sonrasında çok şey yazıldı çok şey konuşuldu. Belki de ilk defa çığ gibi büyüyen protestolara şahit olduk.
İsrail’de bir sokak röportajı izlemiştim. Mikrofon uzatılan Yahudi halkından büyük çoğunluğu hala bu fikre inanılıyor. Yöneticilerin hırslarından kaynaklanan dünyaya hükmetme arzusu kadar, Hitler’in yaşattığı soykırıma rağmen, halkın genelinin de içinde bulunduğumuz yüzyılda böyle düşünmesi akıl almaz geliyor.
İzlediğimiz birçok ırkçı karşıtı filmde insanın ne kadar zalimleşebileceğini görmüştüm. Çocukluğumda sadece filmlerde yaşandığını zannettiğim zulümlerin birçoğunun yaşanmış ve yaşanmakta olduğunu öğrenmek çok acı...
“Ben ağlamıyordum, ama tutamıyordum kendimi de. Ben ağlamıyordum, ama yer durmuyordu ve ben ağlıyordum sonra.”
Yazarın Döşeğimde Ölürken ve Ses ve Öfke romanlarındaki anlatım tarzı, gergin ama meraklı bir okuru türetiyor. Karmaşıklığın içinde saklı öz meseleleri bulmak, onları her biri derinlikli kahramanların yaşamları ve karakterleri arasından çıkarmak dikkatli okura düşüyor. William Faulkner uygulanması zor olan bilinç akışı tekniğini başarıyla uygulayan isimlerden. Her ne kadar Faulkner’ın bipolar hastası olduğu ve hastalığının bilinç akışı tekniğini uygulamasında kendisine kolaylık sağladığı söylentiler arasında yer alsa da, yazmanın sorunsuz insan eylemi olmadığı da bir gerçektir belki.
Faulkner yazın dünyası kadar iç dünyası da karmaşık ve kendine özgü bir yazar. Bir söyleşide “Söyleşilerden hoşlanmama sebebim bazen kişisel sorulara karşı öfkeli tepkiler veriyor gibi görünmemdir. Sorular kitaplarım hakkındaysa, onları yanıtlamaya çalışırım. Ama sorular benim hakkımdaysa, belki yanıtlarım ya da belki yanıtlamam, ama yanıtlasam bile, aynı soru ileride başka bir gün sorulduğunda yanıtım farklı olabilir” sözleriyle yazdıklarının önüne geçmeyi istemeyen bir yazar olduğunu ve şahsi hayatının özel kalması gerektiğini her zamanki gibi derinlikli olarak-anlatmıştır.
İyi bir romancı olmanın bir formülü olmadığı ve mümkün olsaydı bütün yazdıklarını tekrar tekrar baştan sona yazmak istediğini söyleyen yazarın yazarlık yolunda ilerleyenlere öğüt niteliğinde sözleri ise şöyle:
“Yüzde doksan dokuz yetenek… Yüzde doksan dokuz disiplin… Yüzde doksan dokuz çalışma. İyi bir romancı yaptığı şeyden asla tatmin olmamalıdır.”
"İyi bir yazar merhametsizdir."
Faulkner’ın yazarlığa bakış açısı bu. Merhametsiz olmak. Kırmızı Yaprakları okuduğunuzda, okurken gördüğünüz haksızlıkları dile getirmek için merhameti bir kenara bırakmak gerektiğini düşünüyorsunuz gerçekten. Ama sadece aktarıcı olduğunuz sürece. Faulkner’ın bir çok eserinde aynı anlatım tarzı var. Olaylar vahim. Hiç şüphesiz anlatıldığından, çok daha vahim. Fakat Faulkner anlatısıyla kült film izliyormuş hissini yakalıyorsunuz. Acı var ama acıklı değil.
Aynı hissi Güray Süngü öyküleri okurken de duyumsamak mümkün. Olay acıdır, ama gözyaşı yoktur. Yahut vardır ama onun adı gözyaşı değildir…
Salt gerçekliğin hayalidir yazılan. Salt gerçekliğin hayale dönüşmesiyle hayallemenin evrilmesidir belki de.
Güray Süngü öykülerinde de aynı dil hâkim. Görüyorum görmekte olduğumu fazladan acındırıcı kelimelerle örtmeden olay yerinden bildiriyorum, dercesine realist yaklaşım ile bizi kahramanın yanına taşıyor, tam da olayın yaşandığı yere.
Soğukkanlı görünen insanların yüzlerinde acıya dair çizgiler sözlerinde acıklı ifadeler olmadığında inandırıcı gelmez bazen. Yazınsal alanda ise doğru ifadeler seçilmediğinde, okuyucuyu etkilemek kolay olmaz. Ancak Faulkner ve Güray Süngü cümlelerle acılarını yansıtmayı başarmış.
Faulkner romanlarındaki bilinçakışı tekniği kadar olmasa da öykülerinde de ilk okunuşta anlaşılamayan imgeleriyle okuru düşünmeye zorluyor. Yalın bir anlatım gibi görünen anlatısı asla görünenden ibaret değil. Diyalogların arasına sakladığı cümleleri ayrıştırmaya ve çözümlemeye kalkıştığınızda, uzun metinlerle ancak ifade edebileceğiniz açıklamalara dönüşür.
Gerçekte yaşanmış ve yaşanmakta olan haksızlık ve zulümleri hayali kahramanları aracılığı ile kalıcı kılan bütün yazarlara minnet borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Hayatın zorluklarına rağmen yaşamakta olduğumuzun resmiyse öyküler, belki de görmekte olmalarına rağmen kalemle yaşamaya meyledenlerdir yazarlar.
Mississippi’de doğan William Faulkner, buradaki Güney (ABD) geleneğinden oldukça etkilendiği bir çocukluk geçirir. 1930’larda Avrupa’daki deneysel geleneği izleyen ilk Amerikan yazardır. ABD’li modernist yazarların atası kabul edilen Faulkner 1949 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. 10 Aralık 1950 yılında Stockholm, İsveç’te gerçekleştirilen ödül töreninde Nobel Edebiyat Ödülü özgün kabul konuşmasını yapar.
“Hanımefendiler ve beyefendiler,
Bu ödülün kişisel olarak bana değil, çalışmama, insan ruhunun çektiği acı ve döktüğü terden oluşan ve gururlanmak için değil, ama daha önce var olmayan ve malzemesi insan ruhu olan bir şeylerden oluşan bir hayatın çalışmasına verildiğini, yani bu ödülün bana sadece emanet edildiğini düşünüyorum.
Ödülün parasal kısmının, asıl nedenin amacı ve önemiyle eşit anlamda ithaf edilecek bir hedefe ulaşması zor olmayacak, ama bu özel anı bir doruk noktası olarak kullanarak, beni dinliyor olabilecek ve kendisini zaten aynı acı ve emeğe adamış olan ve içlerinden birinin bir gün, bu öğleden sonra benim durduğum yerde durması mümkün o genç kadın ve genç erkekler için de aynısını -överek de aynısını yapmayı- yapmayı isterim.
Günümüzün trajedisi genel ve evrensel bir fiziksel korku, bugüne dek öyle uzun bir süre canlı kalmış ki artık buna katlanabiliyoruz. Artık ruhsal sorunlar yok. Sadece bir soru var: Ne zaman bombalanacağım? Bu nedenden dolayı, bugün yazan genç erkek, genç kadın, kendisiyle çelişen insan yüreğinin sorunlarını unutmuş bulunmakta. Halbuki, bu çelişki tek başına iyi bir yazı yazdırabilir insana, çünkü acı çekerek ve ter dökerek üzerine yazmaya değer tek şey sadece budur.
Bunları yeniden öğrenmesi gerek. Kendisine her şeyin temelinde korkmak olduğunu öğretmesi gerek ve çalışırken; eski değerler ve yüreğindeki doğrular, kendisine, içinde sevgi ve onur ve acıma duygusu ve sabır ve merhamet dışında hiçbir şey barındırmayan eski evrensel doğrular olmaksızın, her hikayenin kısa ömürlü ve ölmeye mahkum olduğunu öğrettikten sonra, bunları sonsuza dek unutması gerek. Bunu yapana kadar lanetli bir hayatı yaşar. Sevgiye dair yazmaz, arzuya dair, kimsenin değerinden bir şey kaybetmediği yenilgilere, umut içermeyen zaferlere dair yazar ve en kötüsü de bunları acıma veya merhamet duymadan yazar. Acılarını, evrensel kemiklerin dışında, geride bir iz bırakmadan çeker. Yürekten değil, salgı bezlerinden yazar.
Bu şeyleri özgürlüğüne kavuşturana, yeniden öğrenene dek, insanlığın içinde yer alıyormuş ve insanlığın sonunu yazıyormuş gibi yazmayı sürdürecek. İnsanlığın sonunu kabul etmeyi reddediyorum.
İnsanlığın, basitçe, hala dayanacağı için, ölümsüz olduğunu söylemek yeterince kolay, kıyametin son çan sesi çaldığında ve batan son kızıl günde, hareketsiz duran o son önemsiz kayanın ardında o ses gücünü kaybettiğinde, işte o zaman bile, bir ses daha duyuluyor olacak: İnsanlığın cılız ve yorulmak bilmeyen sesi hâlâ konuşuyor.”
(Çeviri: Billur C. Yılmazyiğit)
William Faulkner söyleşisi (Kaynak: Sinem Kent)
https://www.edebiyathaber.net/william-faulkner-iyi-romanci-ahlak-disi-biridir/
Irkçılık hakkında: Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın başında ırk ayırımını öngören ilk yasalar (Jim Crow Laws) çıkarılmaya başlandı. Bu yasalara yaygın bir şiddet dalgası da eşlik ediyordu. Irk ayırımına karşı yürütülen mücadelelerde siyahlar farklı kamplara ayrıldılar; siyah örgütlerin üç farklı görüş etrafında oluştuğu söylenebilir. Bunlardan siyah burjuvazinin çıkarlarını temsil eden grup (National Association for the Advancement of Coloured People [NAACP]) sadece yasal bir devrim istiyor ve son derece ılımlı bir tavır sergiliyordu. Liderliğini Martin Luther King’in yaptığı, “hemen özgürlük” (freedom now) sloganıyla ortaya çıkan ikinci siyah hareketi beyazlarla entegrasyonu savunuyordu. Gandi’nin sadık bir izleyicisi olan Protestan rahibi King mücadelede şiddet kullanılmasına karşı çıkmış, barışçıl eylemlerle ırkçı uygulamaları yenmeye çalışmıştır. Üçüncü hareketi, uzlaşmaz ve sert bir çizgi takip eden Siyah Müslümanlar Hareketi (Black Muslims) temsil ediyordu. 1930 yılında Wallace D. Fard (Wallace Fard Muhammed) tarafından kurulan bu hareketin başına daha sonra Elijah Muhammed geçmiş ve hareketi II. Dünya Savaşı’ndan sonra faal bir konuma getirmiştir. Aşırı tepkici davranan ve aslî kaynaklarla tarihî uygulamalardan çok farklı bir İslâm anlayışına sahip olan Elijah Muhammed, beyazların doğuştan birer şeytan olduğuna ve kendisinin Allah tarafından bu ırkı yok etmek üzere görevlendirildiğine inanıyordu. Buna göre boş bir eşitlik ve entegrasyon için mücadele etmektense sadece siyahlardan oluşan ayrı bir dünya kurmak ve bağımsız olmak daha gerçekçiydi (Fontette, s. 109-110). Samimiyetsizliği ve bozuk inancı bizzat kendi oğlu Wallace (Warith) Muhammed tarafından teşhir edilinceye kadar İslâm Milleti (The Nation of Islam) örgütüne mensup müslümanlar onun gayet disiplinli ve inanmış birer izleyicisi olarak kaldılar. Siyah Müslümanlar Hareketi’ne hapiste iken katılan Malcolm X (Mâlik eş-Şahbâz) 1952 yılında hapisten çıktıktan sonra kendisini bu harekete adamış, kısa zamanda ırkçılık mücadelesinin Amerika’daki en önemli liderlerinden biri olmuştur. Malcolm X, hareketten ayrıldığı 1964 yılına kadar Elijah Muhammed’in sadık bir izleyicisi idi. Mekke’ye yaptığı bir hac ziyaretinden sonra fikirlerini kökten gözden geçirmeye başladı. Hareketten ayrıldıktan sonra da bu siyah müslümanların meselelerini giderek yumuşayan bir üslûpla işlemeye devam etti. Siyah Müslümanlar Hareketi’nden ayrıldıktan sonra Harlem’de (New York) Müslüman Camii (Muslim Mosque) ve Afrikalı-Amerikalılar Birliği Derneği’ni (Afro-American Unity Organization) kuran Malcolm X, çalışmalarını 21 Şubat 1965’te öldürülünceye kadar bu kuruluşlar vasıtasıyla sürdürdü. Günümüz Amerika’sında ayırımcı yasalar ortadan kaldırılmış ve hukukî eşitlik sağlanmıştır. Ancak uygulamada hâlâ beyazlar arasında yer yer ırkçı ön yargılara rastlanmaktadır. Her ne kadar başlangıçta faşizm ile ırkçılık arasında birebir ilişki söz konusu değilse de bugün çeşitli Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan “yeni faşizm” hareketlerinin hepsi ırkçılığı vazgeçilmez bir ilke olarak ideolojilerine katmıştır.
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_