"Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş."
- Niyazî-i MısrîDerdim bana dermân imiş."
Modern zamana dair yapılan değerlendirmelerin biri ve sanırım en önemlisi; hız ve hazzı önceleyen, tüketim odaklı ve faydacı bir birey algısı oluşturmuş olmasıdır. Yüz yıl öncesine kadar her milletin; tarihî süreç içerisinde dinî inançları, siyasi yapısı ve kültürel birikimiyle oluşturduğu bir yaşam biçimi vardı. Bu ortak yaşam biçimi milletleri; kılık kıyafetleri, gündelik yaşamları, hayatı algılayışları ve gelecek tasavvurları gibi konularda birbirlerinden ayırırdı. Bir İngiliz’i bir Türk’ten ayırmak için uzaktan bir süre seyretmeniz yeterliydi. Aynı şekilde bir Müslüman’ı bir Hristiyan’dan ayırmak için dinlerini sormanıza gerek yoktu. İnternet ve özellikle sosyal medyayla beraber küresel şirketler bütün dünya insanlarını ortak bir yaşam ve düşünüş formunun içine doğru çekiyor. Dünyanın bir ucundaki giyim tarzı ertesi gün bütün dünyada ortak giyim zevkine dönüşebiliyor. Koreli bir müzik grubu Türk gençlerinin kulak zevkini belirleyebiliyor. Bu yaşam formunun en büyük problemi bir değer yoksunluğu oluşturmasıdır çünkü kapitalizm her şeyin, hatta değerlerin dahi maddi bir ölçüsünün olduğunu varsayıyor. Modern insanın anlam arayışını bu şekilde okuyabiliriz.
Hilmi Yavuz bu değer boşluğuyla ilgili şunları söylüyor: “Değer boşluğu, eğitim sisteminin ‘varlığın, dolayısıyla hayatın bütünüyle barışık değil, onunla kavgalı’ oluşundandır, oysa irfanî bakış, kahrı olduğu kadar lütfu da hayatın kendisi olarak görüyor. Bu bütünlük, bu irfanî bakış, ancak tasavvufla sağlanır.” Mahmud Erol Kılıç da aynı konuyla ilgili olarak; “Tasavvufun itirazı, inin hukuka/şekle indirgenmesinedir. Tasavvuf; ruhun, mananın, estetiğin gerekliliğine vurgu yapar.”
Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları adlı kitabında; “Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan, kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış. Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makine…” diyor. İnsan şüphesiz ki iki kanatlıdır; vücudu onun maddesi ise ruhu manasıdır. İki kanatlı bir varlık olan insanın uçabilmesi, yani varlığının anlamını bulabilmesi için her iki kanadının da kuvvetlenmesi gerekir. Tasavvuf, insanın ruh kanadını kuvvetlendirirken beden kanadını da zayıflatır (bedenin zayıflığı uçması için bir kuvvettir). Bu sayede her iki kanat da uçmaya hazır hale gelir.
Sanılanın aksine tasavvuf münzevi bir hayatı öngörmez. Halk içinde Hak ile olmak anlamına gelen “Halvet der encümen” prensibi tasavvufta önemli bir prensiptir. Bir dergâha intisap eden derviş, fıtratına uygun bir işle vazifelendirilir. Böylece hem hizmet ederek toplumsal hayatın devamına katkı sağlaması hem de nefsini yenerek manen yükselmesi amaçlanır. Bu açıdan dergâhlarla manastırları aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olur.
Mahmud Erol Kılıç, toplumsal düzenin sağlanması için belirlenen hukuk kurallarının, insan merkezli olmasının önemiyle ilgili şunları söylüyor: “Hukuki sözleşme elbette ki önemli ancak daha öncelikli olan manevi değerleri esas alan bir toplum ruhunun olmasıdır. Felsefi ve dinî referanslı bir toplumu öncelemek lazım. İnsanların suç işlememesi, kurallara saygılı olması ve kişisel tercihlere anlayış göstermesi kanunlarla mümkün kılınacak bir şey değildir. İçsel bir bilincin gelişmesi gerekir. Cuma namazına giderken dükkânın kapısını kilitlemeyen esnafın güvencesi devletin kanunları değil, insanların gönüllerindeki Allah korkusuydu. Günümüz insanının yaşadığı güvensizliğin sebebi de gönüllerdeki Allah sevgisinin yerini dünya sevgisinin, Allah korkusunun yerini ise yoksunluk ve yoksulluk korkusunun almış olmasıdır. “Değerler, insanın sırtını verdiği kabullerdir; bu kabuller, onun referansı olur.” diyor Mahmud hocamız. Günümüzde sırtımızı dayayabileceğimiz değerlerimizi kaybetmeye başladığımız için toplumsal bir güvensizlik ve memnuniyetsizlik hissi yaşıyoruz.
Fatih Türbedarı Ahmed Amiş Efendi; “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde eşit değilse nâkıssın evladım!” diyor. İrfani bakış, başımıza gelen kahra da lütfa da aynı değeri veriyor zira her ikisi de Allah’tan gelmiştir ve ondan gelen baş üstünedir. Ne güzel söylemiş arif; “Kaderden başkaca bir şey olmamakta!” Başımıza gelen musibetlere dövünmek, sahip olduklarımızla yetinmeyip daha fazlası için biteviye mücadele etmek, kendimizi tatmin etmek için sürekli tüketmek ve en nihayetinde kendimizi tüketmek… Bütün bunlar insanın varlığıyla arasının açılmasının bir sonucu. Oysa her an bir imtihanın içinde olduğumuz hakikatini idrak edebilsek ve gönlümüzdeki ışığın aydınlığıyla yürüyebilsek dünyada musibet diye bir şeyin olmadığını da görebiliriz.
Tasavvuf, sadece bireysel bir disiplin ya da sınırlı bir grubun faaliyetleri toplamı değildir. Özellikle Selçuklu-Osmanlı toplumunun oluşmasında, bu toplumun ekonomik faaliyetlerinin belirlenmesinde, askeri sisteminde ve şehirlerinin imarında dervişlerin ve tasavvufun önemli işlevleri olmuştur. Mahmud Erol Kılıç, tasavvufun bu anlamdaki önemiyle ilgili şunları söylüyor: “İslam, tasavvuf filtresinden geçerek demirciler çarşısına, ahi teşkilatına inmiştir. Şeyh efendi, mesleğin formu içinde tasavvufi terbiyeyi vermiş; okun neye işaret ve hedefin ne olduğunu, pehlivanlığın neyi yenmek olması gerektiğini anlatmış.” Günümüzde meslek erbabı olanların iş ahlakından yoksun olmaları nedeniyle en başta güven duygusu zarar görüyor. Güvensiz bir toplum korku ve kaygı üretiyor. Bu korku ve kaygılarımız üzerinden de tercihlerimiz yönlendiriliyor. Özellikle internet üzerinden yapılan alışverişlerde dolandırılmamak için kırk takla atsak da dolandırıcılar kırk birinci taklayı buluyor. “Bizde söz senettir!” anlayışından “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!” noktasına geldik.
Günümüz modern insanının gerçeklik algısı, düşünce yapısı, tercih ve yönelimleri medya yoluyla şekilleniyor. Doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-faydasız, gerekli-gereksiz vb. ikilemlerden medyanın yönlendirmesiyle çıkıyoruz. Neye, nasıl inanmamız gerektiğine büyük göz karar veriyor. Mahmud Erol Kılıç bu durumla ilgili; “En son Irak işgalinden önce ve sonrasında filmlerde gördük. Bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak’ta Iraklı (insan) görülmedi, oraya öldürmeye giden Amerikalı askerlerin durumlarına dikkat çekildi.” Bu filmler üzerinden Irak işgalini okuyan modern insan Amerika’yı özgürlük savaşçısı ve demokrasi koruyucusu olarak görmeye devam ediyor. Günümüzde uluslararası şirketler ve özellikle sosyal ağlar bu algı operasyonunu çok daha derin bir noktaya taşıdı. Artık ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, hangi siyasi tepkiyi vereceğimize, hangi müziği dinleyeceğimize kadar karar veriyor.
Özellikle son günlerde kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberleri gündemimizi fazlasıyla meşgul ediyor. Kılıç, kadına yönelik şiddetin ardında cinsiyet rollerinin değişmesinin olduğunu belirtiyor. Kadın ve erkeğin cinsiyetleri itibariyle sahip oldukları birtakım hassasiyetleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Bu hassasiyetleri ve özellikleri itibariyle gelenek içinde her ikisine de ayrı ayrı roller verilmiştir. Kadın ve erkek birbirine eşit iki varlık değil, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Dolayısıyla her ikisi de birbirlerindeki eksikliği tamamlayarak bir bütünlük oluşturur. Kadın erkek eşitliği üzerinden oluşturulan bir düşünce sistemi bir araya gelen kadın ve erkeğin birbirini tamamlamasını imkânsız hale getirmiştir. Modern zamanda kadının özellikle iş hayatının içine girmesiyle birlikte bir rol değişmesi yaşanmış ve kadınlar içine girdikleri bu yeni ortamda kendilerini kabullendirmek için erkekler gibi davranmaya başlamışlardır. Öbür taraftan bir erkek olarak kendi cinsiyet rollerini yerine getiremeyen erkek de kadını kendini tamamlayacak diğer yarısı olarak görmek yerine, kendi varlığı için bir tehdit unsuru olarak görmeyi seçmiştir. Mahmud Erol Kılıç bu durumu; “Erkeğin erkek, kadının da kadın olmasında problem yok, problem erkeğin kadına imkân vermemesi veya kadının erkeğe dönüşmesinde…” diyerek özetliyor.
Mahmut Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları kitabının üçüncü bölümünde “Anadolu’nun Ruhu” başlığıyla, Anadolu irfanını oluşturan üç mühim ismine işaret ediyor: Mevlâna, Yunus Emre ve Niyazî-i Mısrî. Mevlâna’nın bir vasiyet hükmündeki şu sözleri günümüz insanının gönül yangına merhem olacak olacak mahiyettedir: “Ben size gizli ve aleni Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yiyip uyumanızı, az konuşmanızı; günah konusunda dikkat kesilmenizi tavsiye ederim. Oruç ve namaza devam etmenizi; şehvetin tehlikelerinden kaçınmanızı ve eziyetlere sabretmenizi tavsiye ederim.” Tüketimin bir ifade biçimi olduğu günümüzde az yiyip içmek düsturu ne kadar büyük bir önem kazanmış durumdadır.
“Yaradılanı hoş gördük / Yaradandan ötürü” diyen Koca Yunus, halkın anlayacağı bir dille İlahî hakikatleri dile getirmiş ve bir ömrün aşk ile nasıl yaşanacağının resmini çizmiştir. “Derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” diyen Niyazî-i Mısrî ise bizi kendi içimize yönelmeye davet ediyor. Derdi veren, dermanı işaret eder; dermanı işaret edense dertliyi arzulamıştır. Derdine şükreden şifayı Allahtan bulur. Modern zamanlarda da kadim zamanlarda da kendini bulmanın yolu içindeki derdi sevmekten geçer.
Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc