Ulus devlet sınırlarına çekildikten ve Batılılaşma gayretlerini arttırdıktan sonra bizimle temasta olan diyarların sesleri ve kokuları unutulmaya yüz tuttu. Tarihin akışı içinde ortaya çıkan ilişkiler hiç var olmamış gibi bir tutum takınıldı. 18. yüzyılın başlarında İsveç Kralı’nın Ruslar’dan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınması ve beş yıl kadar Bender’de ikamet etmesi, yahut 16. yüzyılın sonlarında Lehistan'ın kral seçiminde Osmanlı’ya başvurması gibi hususlar unutuldu. Yakın bir tarihten örnek de verebiliriz: 1910 yılında Meksika’da gerçekleşen ihtilalden sonra bir dostluk nişanesi olarak Meksiko Şehri'ne (Mexico City) üstü İznik çinileriyle bezenmiş bir meydan saati hediye edilmiştir. Üzerinde bulunan plakette “La Coluna Otomona a Mexico Septembre de 1910” (Osmanlı’dan Meksika’ya Eylül 1910) yazılıdır. Saat, Meksiko şehir merkezinde varlığını devam ettirmekte fakat, onu hediye eden bizlerin dünyasında yazık ki bir yer işgal etmemektedir.
Bugün İsveç, Polonya ve Meksika ile ilişkilerimiz ne düzeyde diye sorduğumuzda, bu satırlarının yazarı da dahil olmak üzere susacağız. Çünkü, artık bu diyarlara ait bir fikre sahip değiliz; var olanlar ise bize ait değil. Yüzlerce yıldır dilimizde kullanılan Lehistan isminin İngilizce’den devşirilen Polonya ile ikame edilmesi aslında bakış açımızı göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın diğer bölgeleri de unutulmamalıdır. Asya ve Afrika kıtasında da Osmanlı İmparatorluğu'nun ilişki içinde olduğu ve bunu yıllarca sürdürdüğü devletler, sultanlıklar mevcuttur. Hindistan'a 16. yüzyılın başında Portekizlilerin gelmesiyle Osmanlı Sultanından yardım istenmiş, bunun sonucunda ise Seydi Ali Reis Hint seferine gönderilmiştir. Seydi Ali Reis, bu seferde başarılı olamamış, fakat burada askeri danışmalık yapıp daha sonra da kara yoluyla İstanbul'a geri dönmüştür. Mirat'ül Memalik adlı eserinde bu yolculuğunu anlatmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünyaya gösterdiği ilgi 19. yüzyılda da sürmüştür. Hatice Uğur’un Başbakanlık Osmanlı Arşivi vesikalarına dayanarak hazırladığı “Osmanlı Afrikası'nda Bir Sultanlık: Zengibar” adlı kitabı hafızamızda artık bir yer tutmayan bir diyara ışık tutmaktadır. Kitapta 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı-Zengibar ilişkilerine, Osmanlı'nın bu diyara dair tasavvuruna yer vermektedir.
Zengibar, Hint Okyanusu’ndaki ticari ağın içinde olmasından dolayı önemini çok eski çağlardan beri sürdüre gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, I. Selim devrinde Mısır'ın fethinden sonra Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'na açılmış ve bu gelişmenin ardından bir ticaret merkezi olan Zengibar‘a ilgi göstermiştir. Zamanla farklı istikametteki meseleler buraya olan ilgiyi azaltmış ve hatta unutturmuştur. Ama, 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun sömürgeci hareketlere karşı uyguladığı siyaset sonucunda Zengibar ile yakınlaşma tekrar hasıl olmuş, buraya değişik zamanlarda elçiler gönderilmiştir. Elçiler verdikleri raporlarda Zengibar sultanlarının İbadiye mezhebine bağlı olmalarına rağmen Osmanlı sultanı adına hutbe okuttukları ve her daim müttefik olmak istediklerini bildirmişlerdir. Bu bağlamda Kuzey Afrika dışında Osmanlı hakimiyet sahasına dahil olan bir “Osmanlı Afrika'sından” bahsedilebileceği gibi buranın Osmanlı zihniyet dünyasında da önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır.
16. yüzyıldan itibaren Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinde veya daha sonraki dönemlerde Şeyh Gâlib’in mısralarında Zengibar’a dair bir tasavvur mevcuttur. Bunun dışında 19. ve 20. yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gazetelerde Zengibar'la ilgili makaleler de neşrolunmuştur. 20. yüzyılın başlarında İstanbul’a ticaret için gelmiş olan Hafız Mahmud Efendi, Afrika’daki Mehdi Hareketinin bir müntesibi olarak değerlendirilmiş ve tevkif edilmiştir. Zikredilen bu misal, aslında Osmanlı bürokrasisinin ne kadar uzak olsa da Zengibar'a dair bir mefhuma ve istihbarata sahip olduğuna işaret etmektedir.
Kitabın bu bağlamda zihnimizde uyandırdığı bir diğer mesele de, Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılda “hasta adam” olup olmadığıdır. Bu tanımlama, Avrupalı güçlerin Osmanlı'yı nasıl görmek istediklerinin ipuçlarının vermektedir. “Hasta adam” tanımlaması, Türkiyeli tarihçiler tarafından da kabul görmüştür. Bu durumun tekrar irdelenmesi gerekmektedir. Çünkü, bizim için başkalarının bizi nasıl gördüğü değil, kendimizi nasıl gördüğümüz daha önemlidir. Tarih gibi öznelliğin hakim olduğu bir bilimde, kavramları kullanırken daha dikkatli olmamız gerektiği gerçeği unutulmamalıdır. Kitabın yazarı da “hasta adam” gibi objektiflikten uzak kavramlaştırmalara dikkat çekmekte ve bunları sorgulamaktadır.
Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar isimli kitap, Osmanlı kültür coğrafyasının unutulmuş diyarlarından birine dikkat çekerek Osmanlı'nın sahip olduğu medeniyet tasavvuru zenginliğine dair ülke insanının bilinçlenmesine küçük bir katkı niteliği taşıyor.
Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae