Harun Candan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Harun Candan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Eylül 2021 Pazar

Milat öncesinden uzay kolonilerine uzanan bir roman

Harun Candan’ın son romanı üzerine bir yazı yazmayı düşündüğümde bu kitabı henüz okumamıştım. Genelde sevdiğim kitaplar üzerine yazıyorum, Candan’dan da sevmeyeceğim bir kitap gelmeyeceği düşüncesindeydim. Çünkü bundan önceki dört romanı, yazar hakkında belli başlı fikirlerimin oluşmasına neden olmuştu. Yazarın son kitabını okurken ise duygudan duyguya atladım diyebilirim. Sevmekle sevmemek arasında gittim geldim. Sert eleştirilecek yerlerin zayıflığıyla övülecek yerlerin hayranlığı arasında savruldum. En sonunda bu kitap hakkında eleştirel bir yazı yazamayacağıma karar verdim. Şimdiki yazım biraz kitabı tanıtmak ve sevip sevmediğim yerlerin belirtilmesi şeklinde olacak.

Sonsuzluğun İlk Günü’nün ilk bölümünü okurken içimden işte Candan’ın en muhteşem romanı diye düşündüm. Bu düşüncem kitabın sonunda yazarın en iyi kitabı hâlâ, ilk kitabı olan Hayalname’dire dönüştü. Peki, neydi fikirsel savruluşumun nedeni?

Bunun için önce kitabı biraz tanıtmakla başlamalıyım. Milattan önce 536 yılında Lidya ülkesinde, Lidya kralı Kroisos’un, yani bizim bildiğimiz Karun’un hükümdarlığında başlıyor roman. 2099 yılında, dünya felakete uğramış, uzayda koloniler kurulmuş ve yeni bir yaratılış, yeni baştan bir başlangıç hikâyesiyle bitiyor. Tabiî hikâye, ilk güne evriliyor, Eve ve Adam’la. Yani Havva ve Adem’le. Aradaki bu 2563 yıldaki olaylar, birbiriyle bir şekilde bağlantılı hâle getirilmeye çalışılmış. Bunu da Kral Kroisos’un madalyonu sayesinde yapmaya çalışmış yazar. Veziri krala zamanında bir madalyon hediye ediyor ve bu madalyon elden ele bir şekilde 2099 yılında, uzayda ve sadece seçkin kişilerin yaşaması için oluşturulmuş kolonilere kadar çıkıyor. Yeri geliyor Akdeniz’de Korsika adasında yeri geliyor Hindistan’da Kalküta’da görüyoruz bu madalyonu. Bu tür romanları severim. Yani bir obje üzerinden yılların izini sürmek bana her zaman gizemli ve efsunlu gelmiştir. Candan da romanını bu gizem üzerine kurmuş ilk üç bölümde. Yani madalyon değişik şekillerde değişik olaylarla dünyanın orasından orasına savruluyor. Her seferinde yeni bir isimle ve yeni bir hikâyeyle. Ve bu ilk üç bölümün dili ve anlatımı da bu gizemden nasibini alıyor. Yeri geliyor bir masal diline çeviriyor yazar üslûbunu. Okuru hikâyenin içine çekiyor ve orada hapis tutuyor neredeyse. Fakat son iki bölümde, yani 2003 ve 2099 tarihlerinin anlatıldığı bölümlerde ne bu efsunlu anlatımdan eser kalıyor ne masal dilinden. Burada şöyle bir ikilimde kaldım. Dünya değişti. Şimdinin diliyle bundan beş yüz yıl öncesinin dili bir değil. Doğal olarak da yazar üslûbunu buna göre uydurmuş. Amerika kıtasında altın peşindeki haydutların diliyle Korsika’da bir şifacının dili aynı olmamalı zaten. Fakat biz dille birlikte madalyonun izini de kaybediyoruz. Yani ilk iki -hadi üç diyelim- bölümün esas kahramanı madalyon, sonraki bölümlerde alelade bir nesne hâline geliyor. Neredeyse bazı bölümlere koymayacakmış da, hadi başladık artık madalyonu bir yerde göstermeliyiz, der gibi bölüm aralarına sıkıştırmış madalyonun hikâyesini ve kimlerin eline geçişini. Hâlbuki başlardaki gizem devam etseydi, okuyucu sırf “bakalım madalyon nereden çıkacak ve bu bölümdeki kişinin eline nasıl geçmiş” diye merak ederek okuyacaktı. İlk iki veya üç bölümün mükemmel, son iki bölümün ise sıradan distopik roman örneğinin verildiği bir roman hâlini almış Sonsuzluğun İlk Günü.

Candan romanını biraz dağıtmış. Yani Lidya’nın Sfard kentinden başlayan hikâye Korsika, Gelibolu, Kalküta, Yeni Zelanda, Yukon, Florida, Kuzey Karolina, Dubai ve Patagonya’ya kadar genişliyor. Beş kıtada geçen bir roman yani bu. Tabiî her olay ana olaya bağlı değil. Bazen yan olaylarla da tutturulmuş birbirine bu hikâye. Zaman zaman gerçek tarihî olaylar kendine yer bulmuş zaman zaman kurgu hikâyeler. Ama inandırıcılık bakımından hiçbir problem oluşturmuyor bu durum. Sık olmamak kaydıyla hikâyenin geçtiği yerlerin dönem özelliklerinden de bahsetmiş Candan. Biraz toplumsal eleştiriler de yok değil. Fakat buna rağmen kitapta açıkta kalan bazı hikâyeler ve olaylar da var (bilinçli de yapılmış olabilir, çünkü ana olayları oluşturmuyor).

Farklı bir roman yazmaya çalışmış yazar. Konusunu zamansal olarak M.Ö.’den alıp uzay çağına çıkarmaya çalışmış ancak bence bu 406 sayfalık bir kitaba uygun değil. Aradaki zamanı birbirine mantıklı bir şekilde bağlayamazsanız bu durum sorun çıkarabilir ki bu kitapta da bu olmuş. İlk iki veya üç bölümün harika son iki bölümün sıradan olduğunu söylememin sebebi de bu: Bölümlerin birbiriyle alakası bir yerde kopuyor. İpin ucu kaçmış yani. Yoksa son bölüm yani Ouroboros (kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şeklidir. Yanar döner gökkuşağı mitleri ile benzerlik gösteren sembol doğanın ebedi döngüsünü ifade etmektedir) adını taşıyan ve 2085 yılında Dubai’de başlayan bölüm ayrı bir distopya romanı olarak geliştirilseydi çok daha farklı şeyler konuşabilirdik. Belki biraz abartarak söylüyorum ama kitap üçüncü bölümün sonunda bitirilseydi çok daha başarılı bir roman olarak kalabilirdi.

Tabiî her şeye rağmen Harun Candan en iyi özelliğini yine göstermiş ve katmanlı bir yapı kurarak hikâyesini anlatmaya çalışmış. Bölümleri kendi içlerinde ayrı ayrı değerlendirdiğimizde olumlu pek çok şey daha söylenebilir de. Yeri geldiğinde Binbir Gece Masalları anlatısına yeri geldiğinde Amerika kıtasının ıssız çöllerinde altın arayan haydutları anlatan bir Jack London anlatısına dönüşebilmiş kitap. Hep bir merak da var kitapta aslında ama gizem kaybolunca merak kuru bir şekilde elimizde kalmış oluyor.

Şunu da söylemek lâzım: Candan, romanlarının ortasına bir cinayet unsurunu mutlaka ekleyen bir yazar. Bu cinayet ana konu olmasa da ana konuyu, başkarakteri ve romanın gidişatını etkileyen bir unsur oluyordu hep diğer kitaplarında. Bu romanın kurgulanışı daha farklı olmuş. Zamansal olarak da tek bir cinayetin etrafında döndürülemezdi zaten hikâye.

Yazarın bundan önceki kitabı Yarınsız’ı önceki diğer kitaplarına göre biraz daha yavan bulmuştum. Bu son kitabı ise Yarınsız’ı nitelik olarak geçse de yazarın en iyi iki kitabı bana göre hâlâ Hayalname ve Yarım Ay. Türk Edebiyatı’nın özgün yazarlarından biri Harun Candan. Her kitabını imkân oldukça okumaya devam edeceğim, bu romanında bazı hayal kırıklıkları yaşasam da.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

2 Ocak 2020 Perşembe

Yolda olmanın büyüsü ya da yolun ne söylediği

“Yola çıkmak, haklı çıkmaktır diyorum
Halis muhlis Bursa çakısı gibi zihnim
Keskin sirke, ekşitiyor kalbimi
İyi olacak, biliyorum.”
- Yağız Gönüler, Yola Çıkmak

Edebiyatımızda birçok isimle beraber özellikle iki yazarın hak ettikleri değeri görmediğine inanıyorum. Bunlardan biri öykücü Arzu Alkan Ateş, diğeri ise bu yazının konusu olan romancı Harun Candan.

Harun Candan genç bir isim. Henüz 30’lu yaşlarının başında olmasına rağmen dört tane iyi romana sahip: Hayalname, Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek, Yarım Ay ve ekim ayında yayımladığı ve bir önceki romanı gibi yine Doğan Kitap etiketi taşıyan Yarınsız.

Harun Candan’ı bazı kesimler polisiye roman yazarı olarak tanımlasa da ben bu görüşe katılmıyorum. Evet, Harun Candan’ın bütün romanlarında iki tema önümüze çıkar: Aşk ve suç. Ve cinayet de kitabın (kitapların) başat unsurlarından biridir. Ancak Harun Candan’ın romanını sadece polisiye olarak açıklarsak onu dar bir kategoriye hapsetmiş oluruz. Örneğin ilk iki kitabında cinayet unsuru daha arka plandayken Yarım Ay’da bu unsur çok daha fazla ön plandaydı. Ancak yeni kitabı Yarınsız’da da yazar, suçu öne çıkarırken cinayet unsurunu arka plana saklamış. Fakat her halükarda bu romana polisiye roman demeyi tercih etmiyorum ben.

‘Yolda olma’ temasıyla beraber, ‘gitme’ konusu, yollarda olup maceraya, olaylara atılma-karışma konusu edebiyatımızda sıkça işlendi şimdiye kadar. Bu türün son zamanlardaki örneklerine baktığımda aklıma ilk etapta Kemal Varol’un Ucunda Ölüm Var’ı, biraz daha eskiye gittiğimde ise Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra’sı geliyor. Yarınsız romanını özellikle bu iki örnekle birlikte değerlendirdiğimizde, işleniş açısından elbette diğer romanlardan ayrılıyor. Fakat ‘dairesel bir yolculuk’ açısından ele aldığımızda bu tür romanların ortak yönlerini yakalayabiliriz.

Yarınsız hem bir kaçış hem de bir arayış romanı. Yollarda olma ve arayış teması Candan’ın bütün romanlarında kendini gösterir. Geniş bir mekân örneği verir yazar romanlarında. Yeni kitabında da bu açıdan bir farklılığa gitmemiş. Kaçış kelimesini ise mecazi anlamda değil, bildiğimiz somut, gerçek anlamında, baş kahraman Deniz Yelkencioğlu’nun polisten, devletten, mafyadan, gizli örgütten kaçışı olarak kullanıyorum. Kitap Deniz Yelkencioğlu’nun kaçışını konu eder. Aynı zamanda da onun aşka, kendi gibi olan Deniz’e kavuşabilme hikâyesini işler.

Deniz Yelkencioğlu, Özgür Çiçek, Şahin Yılmaz, İskender Kutlu, Özgür Uzak… Birçok isim fakat tek kişi. Peki bu hangisinin hikâyesi?

Deniz Yelkencioğlu, küçük bir kasabada babasıyla birlikte yaşayan, 17 yaşında bir gençtir. Okuldan arta kalan zamanda felçli babasına yardım etmek için ilçe kütüphanesine çalışmaya gider. Orada tanıştığı, yine bir lise öğrencisi olan Sıla’yla birbirlerine âşık olurlar. Fakat Sıla üniversiteye gittiğinde Deniz’i aldatır. Deniz de intikam almak için Sıla’nın yeni sevgilisini fena halde hırpalar. Hatta öldüğünü düşünerek korkuya kapılır ve on yıl sürecek kaçış serüveni böylece başlar. On bölümden oluşur roman. İlk bölümde yazar, Deniz’in ve ailesinin hayatına değinir. Deniz’in Sıla ile nasıl tanıştığına, babasının kazasına, annesinin kardeşini de alarak Deniz’i ve babasını terk etmesine, Deniz’in ruh hallerine, yaşayışına, hayallerine ayna tutar. Yani yazar en iyi yaptığı şekilde, okuru avucuna alır ve romana bağlar.

Bu romana bir yol romanı da diyebiliriz demiştim. Zaten yazar romanın başında bunun sinyallerini okura verir. Bunun gerçekleşme şekli tahmin edilenlerin çok ötesine geçse de yazar, Deniz Yelkencioğlu’nun gitme tutkusunu boş geçmez ve onu hikâyesine bağlayacak düşüncelerine değinir:

Sanıyordu ki, çok çalışıp seneye üniversiteyi kazanacağım, okulumuzun son yılında nişan yapacağız, mezun olup ilçeye döneceğiz, askerliğimi yaptıktan sonra da evleneceğiz. Peki ya ışıltılı limanlar ne olacaktı? Unutulmuş kasabalar? Başka hayatlar? Uzak yerler beklemeyecek miydi bizi? Kaybolmayacak mıydık kentlerin telaşlı kalabalığında, şehir ışıklarında? O büyülü ormana da mı düşmeyecekti yolumuz? Gökyüzü her yerde aynı şarkıyı söylese de başka yağmurlarda ıslanmayacak mıydık hiç? Böyle mi geçecekti koca bir ömür?

Harun Candan en iyi yaptığı şeyi bu romanda da gerçekleştirmiş: Okuru sürekli kitabın içinde tutacak merak duygusunun dozunu çok iyi ayarlamış. Her bölümü, yeni bölüme başlamak için okurda iştah duygusunu körükleyici şekilde oluşturmuş. Hatta bunu bu sefer bölüm başlarına da yaymış. Yani okur, önce Deniz Yelkencioğlu’nun son halini okur, daha sonra onun nerelerden geçip, hangi olayları yaşayıp bulunduğu konuma geldiğini bölümün ilerleyen sayfalarından öğrenir. Yazar, diğer kitaplarından farklı olarak bir de bu tarzı benimseyince okurun merak duygusu hayli artıyor.

Her bulunduğu yerden, akla gelmeyecek şeyler yaşayıp ayrılan karakterin kişiliğini de yavaş yavaş değiştirmiş yazar. Bu konuda oldukça başarılı. Yani 17 yaşındaki bir ergen ile kitabın sonlarında 27 yaşındaki genç Deniz arasında, psikolojik olarak da çok fark var. Yaşanılan akla hayale gelmeyecek olayların insanı nasıl etkilediğini, inişli ve çıkışlı, karamsar ve iyimser, dipte ve zirvedeki ruh hallerini başarılı bir şekilde işlemiş yazar. Başlardaki deli dolu ergenden sonlardaki kararlı gence geçişi iyi yansıtmış kitaba. Yol, karakteri değiştirmiş. Zıtlıklar içinde bir konum bulmuş kendine Deniz Yelkencioğlu:

Hayat bir otobüs camından, bir anlığına gördüğüm şeydi. Uçsuz bucaksız ayçiçeği tarlalarına bakıp gülümsemek de vardı, yol kenarındaki bir viranenin haline üzülmek de. Artık yol nereye götürürse…

Harun Candan’ın romanlarında tesadüfün yeri oldukça fazladır. Bu romanda bu durumu daha da artırmış yazar. Ben tesadüf ögesinin en fazla kullanıldığı roman Hakan Günday’ın Az romanıdır diyordum ancak Yarınsız da ondan aşağı kalmaz bu konuda. Ben okur olarak bu durumu çok sevmiyorum. Sahiciliği azalttığını düşünüyorum ancak romanın geneline baktığımızda bu, kitabın kalitesini aşağı çekecek bir detay değil. Yazarın tercihi. Ya da kader diyebiliriz bu duruma. Ki yazar da muhtemelen böyle diyor. Tesadüf yok, kader var. Böyle olması gerekiyordu ve böyle oldu. Hayatta tamam ama romanda olunca insan yine de direkt tesadüflerden ziyade olayların gelişiminin o noktaya getirilmesini ve okura “evet, bu karşılaşmadan başka bir yol olamazdı” dedirtmesini tercih edebilir.

Aşk-suç-arayış. Candan romanlarını bu üç kelimeyi temel alarak oluşturuyor her seferinde. Yine öyle bir roman var karşımızda. Ancak bu sefer üslûp olarak daha farklı bir kitap var karşımızda. Şu açıdan: İlk iki romanından sonra yazar üslûbunu biraz değiştirip Yarım Ay’ı yazmıştı. Daha çetrefilli bir üslûp değil ancak daha katmanlı bir üslûp tercih etmişti. Bu romanda ise yazarın ilk iki romanındaki üslûbuna yaklaştığını düşünüyorum. Daha sade bir dille beraber, daha basit bir anlatım ve tek yönlü olaylar silsilesi. Başarısız mı? Tabii ki hayır. Sadece yazarın romanlarını iki kategoriye ayırsak Yarım Ay romanını diğer üçünden farklı bir yere koyarım demek istiyorum.

Harun Candan boş roman yazmıyor. Yarınsız da edebiyatımız için gayet başarılı bir roman olarak yerini ayırtacak. Ancak bu sefer hak ettiği ilgiyi artık görmesini istiyorum, bir okur olarak.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10