“Başınızı dik tutun, yumruklarınızı da indirin. Kim size ne derse desin, sinirleriniz hâkim olun. Değişiklik olsun diye, kafanızla mücadele edin, öğrenmeye dirense de kafa denen şey iyi bir şeydir."
"Atticus, davayı kazanacak mıyız?"
"Hayır, tatlım."
"O zaman neden..."
"Daha başlamadan yüz yıl önce davayı kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez."
"İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın."
Irkçılığı anlatan filmler (kuşkusuz öncelikle kitaplar) arasında konunun işlenişi açısından William Faulkner’ın Kırmızı Yapraklar kitabını okumadan önce, konuyu ele alışıyla en etkilendiğim eser Bülbülü Öldürmek olmuştur.
Bülbülü Öldürmek özgün adı İngilizce: To Kill a Mockingbird adlı roman, Harper Lee’nin 1960 da yayınlanan Pulitzer ödüllü ilk ve tek romanıdır. Eser yayınlandıktan sonra büyük bir yankı yapmış, büyük bir başarı kazanarak, Amerikan Edebiyatı’nın klasikleri arasına girmiştir.
"Bülbüller yalnızca müzik üretirler, bizi eğlendirmek için. Bahçeleri yağmalamazlar, tarlalarda yuva yapmazlar. Yalnızca şarkı söylerler. Hem de yürekleri paralanana dek. İşte o nedenle günahtır bülbülü öldürmek."
Yalnızca yaşamakta olanlar, yalnızca kendi dünyalarında var olma çabasıyla, hatta belki çaba bile harcamak gerekmez var olmak yeterlidir var olduğunun anlaşılması ve varlığına saygı duyulması için. Ancak birileriyle aynı renklerde olmamak, aynı aile düzenlerinde yetişmiş, aynı geçim şartlarıyla büyümüş, aynı çevrelerde bulunmuş, aynı okullara gitmiş, aynı işlerde çalışmış olmamak sınıfsal olarak ayrılmanın “öteki” olmanın gerekçeleriyse, bu ne kadar adil olabilir?
Aynı dili konuşuyor olmamak, aynı bütünün parçası olmamak adalet terazisini etkilerse, bu durumda adaletten söz edilebilir mi?
Görünen o ki eşitlik olgusu dün de anlaşılamadı bu gün de algılanabilmiş değil.
“Bunun kullanma kılavuzu var mı? Vicdan denen şey her insanda var ama sanırım bir yerde bir hata var kullanmasını bilmiyoruz.”
Sadece “kara derili”, “kızıl derili”, “sarı benizli”, “soluk yüzlü”, zengin, fakir, varoş, aşağı mahalle, okumuş, dindar vs. bütün sınıfsal ayrımların sadece geçmişte kalmadığını görmek, insanın, olan bitene Atticus gibi durağan bir çehreyle bakarken içten içe kahrolmasına, Faulkner gibi gözyaşı akıtmadan ağlamasına, kanamaksızın parçalanmasına, yok olurken son sözünü söyleyecek gücü bulamamasına neden oluyor.
Sonra beyaz camdan, beyaz adamın güç gösterisindeki atalarından kalma huyların, düşüncelerin, ellerinden kötülük olarak aktığını, dingin görünen, hummalı bir ruh ile izliyoruz.
Sonra belki, yine dingin görünen o hummalı ruh ile görmeye çalışıyor insan geleceği. Gözlüksüz ileri derece astigmatlı gözlerle, ne kadar ileriyi görebilirsek işte.
“Gerçek cesaretin ne olduğunu görmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. Daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. Nadiren de olsa bazen kazanırsın.”
Scout ve Jem Dill ile çok yakın arkadaştır. Dill’in babası olan avukat Atticus Finch’in asılsız bir iddiayla yargılanan bir zenciyi savunmakla görevlendirilir. Fakat tüm kasaba Dill’in babası avukat, Atticus Finch’e cephe almıştır. Olaylar kasabalılarla ters düşen Atticus Finch’in etrafında şekillenecek Scout, Jem ve Dill’in dostlukları ve komşulukları da olaydan çok etkilenecektir.
“Ama bu davayı almasaydım çocuklarımın yüzüne bakabilir miydim sanıyorsun? … Tek umudum, tek duam Jem’le Scout’un öfkeye kapılmadan bunu atlatması, en önemlisi de bunu Maycombluların alışılagelmiş hastalığına kapılmadan yapmaları. Bir siyahiyle ilgili bir şey olduğunda aklı başında insanların neden akıllarını kaçırdıklarını anladığımı söylesem yalan olur… Umarım Jem ile Scout bir cevap aradıklarında kasabada konuşulanları dinlemek yerine bana gelirler.”
Alabama eyaletinde yaşıyor olup da bu cümleleri sarfetmek büyük cesaret kuşkusuz.
Önyargılı ve riyakâr Güneylilerin ırk ve sınıf ayrımlarını Scout ve Jem Finch adlarındaki iki çocuğun bakış açısından aktaran roman, kent halkının bu yaklaşımlarına ve vicdanlarına karşı tek başına karşı koyan insancıl bir avukatın mücadelesini ırkçılık, vicdansızlık ve riyakârlık fonları içinde anlatmaktadır.
Roman zenci ve beyaz çatışmasını ele alan; ırkçılık konusunda insana ve sevgiye değer vermek gerektiğini öneren bir eser.
“- ...pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor.
+ Tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istemekte de haklılar. Ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.''
Bülbülü Öldürmek eserinde ve filminde de avukat Atticus Finch’in soğukkanlı duruşu dikkatimi çekmişti. Merhamet görmeyi beklemediğimiz birinden gördüğümüz merhamet şaşırtıyor. Üstelik kendisine yöneltilen baskılara rağmen merhametli olabiliyorsa insan, bu hem şaşırtıcı hem de hayranlık uyandırıcı oluyor.
Siyah beyaz çatışması kadar, Bülbülü Öldürmek kitabının “baba olmak” kavramıyla da incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Atticus’u iyi bir insan ve iyi bir avukat olması kadar, iyi bir baba örneği olarak öncelikle. Olaylar gelişirken, çocuklarını olaylardan habersiz, bir fanus içinde büyütmekten ziyade, onları geleceğe hazırlayan, onlara anlayabilecekleri ölçüde hayat dersleri öğütleyen bir baba.
“Büyüdükçe böyle daha nice olaylar göreceksin. Renk ne olursa olsun yansız davranılması gereken mahkemede kişilerin saplantılarını, kinlerini oraya taşıdıklarını göreceksin. Yaşadığın her gün beyazların siyahları ezdiğini göreceksin. Şunu unutma: Kim ki siyahlara bunu yapar, kim olursa olsun -ne kadar zengin olursa olsun, ne iyi aileden gelirse gelsin- yine de pisliktir.”
Atticus’un küçük yavrusuna söylediği bu sözlerle, hayatta her zaman iyilerin ve kötülerin olacağını ve nerede durması gerektiğini anlatıyor.
Doğru anlaşılmış ve uygulanmış babalık misyonunun önemi, çocuğun yaşamımın bütün süreçlerinde ve özellikle büyüklük evresinde bireyin kişiliğini oluşurken daha çok anlaşılır.
Çocuklar anneleriyle daha çok vakit geçirseler ve onları örnek alsalar da, çocuğun yetişkinlik evresindeki içsel gelişimin asıl mimarları babalarıdır.
“Sadece çocuklardan oluşan bir polis gücü olsaydı keşke…”
Atticus dışında romanın anlatıcısı olan Scout da sizi okurken etkileyen karakterlerden. Olayları ve hayatı onun bakış açısından görmek, “büyük”lerin algısındaki kusurları daha net fark etmemize yarıyor. Çünkü herhangi bir içten pazarlık ya da hesap olmadan, masum ve düz bir çocuk bakışı ile olaylara bakıldığında aslında her şey olduğundan çok daha basit ve çözülebilir görünüyor. Romandaki en etkileyici sahnelerden biri de bahsettiğim çocuk masumluğu üzerine.
Kitap, To Kill a Mockingbird adıyla beyaz perdeye aktarıldı. Senaryosunu Horton Foote'un uyarlayıp yazdığı Robert Mulligan’ın yönettiği, avukat Atticus Finch’i Gregory Peck canlandırmıştı. Film sekiz dalda birden aday gösterildiği 1963 Nobel Akademi Ödülleri'nden "en iyi erkek oyuncu", "en iyi sanat yönetimi" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında olmak üzere üçünü kazanmıştı. Ayrıca Cannes Film Festivali'nde Robert Mulligan'a "Gary Cooper Ödülü" verilmişti. Film özgün müziği de Altın Küre ödülünü kazanmıştı.
“Bizim mahkemelerimizde, beyaz adamın dünyasıyla siyah adamın dünyası karşı karşıya geldiğinde, her zaman beyaz adam kazanır. Bu ne kadar çirkin olursa olsun hayatın bir gerçeği.”
Irkçılığın anlatıldığı yapıtlarda ilk şüphelinin zenci, Kızılderi’li, Asya’lı, Ortadoğu’lu olması şaşırtıcı değil.
Bu gün, bir suç işlense ve iki fail olsa, bir şüpheli eli yüzü temiz -hani öyle denir ya- hatta sarışın, renkli gözlü olsa, diğer şüpheli de esmer olsa ilk şüphelendiğimiz hangisi olurdu?
“Söylenecek çok şey vardı ama söylememeye karar verdim…”
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_