"İnsan, doğduğu evi düşlediğinde, düş kurmanın bunca derinliği içinde o ilk sıcaklığa döner, madde dünyasının oluşturduğu cennetin o ılık maddesinin bir parçası hâline gelir."
- Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası
Yaşadığımız şehirlerin ne kadar değiştiğinden söz eden birçok çalışma neşredildi son yıllarda. Ayfer Tunç'un Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek adlı çalışması şahsi tarihin kılavuzluğunda 70'li yıllardaki hayatımızı anlattı bizlere. Orhan Pamuk'un İstanbul: Hatıralar ve Şehir'i bir çocukluk, gençlik ve aile güncesi gibiydi İstanbul'un yollarında gezinen. Sibel Bozdoğan'ın Modernizm ve Ulusun İnşası adlı çalışması, modernleşme programının en önemli ayağının mimaride olduğunu göstermişti. Carel Bertram, merceği doğrudan eve çeviren çalışması Türk Evini Hayal Etmek'te önemli bir şeyi gösterdi: bir hayatı olan evin sokağa ve şehre hayat verişinden, yani her şeyin çıkış-oluş noktası oluşundan. Doğan Kuban'ın 2017'de meraklısına sunulan Türk Ahşap Konut Mimarisi: 17. - 19. yüzyıllar adlı çalışması, daha evvel neşredilen Türk Hayat'lı Evi eserini derinleştirircesine, Türk ev geleneğinin temel düzenini ve öğelerin yerleşimindeki özgünlüğünü ele alır. Sinan Logie ve Yoann Morvan, İstanbul'u bizzat çeperlerinde gözlemleyerek ortaya İstanbul 2023 adlı çalışmalarını sunarak kontrolsüz büyümenin ne olduğunu sarsıcı biçimde aktarmışlardı. Son olarak Uğur Tanyeli'nin Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel'inden bahsetmek elzem. Türkiye’deki popüler Mimar Sinan algısı üzerinden farklı, belki de herkesin taşıması gereken 'mimari göz'ü daha evvel benzeri olmayan bir çabayla sundu Tanyeli. Tüm bu ve buna benzer çalışmalar içinde 'ev'e dair olanları azdır. Halbuki değişim, bilhassa zihniyet değişimi evin içinde başlamıştır. Şehir, kent, ev üzerine çalışanlardan ziyade edebiyatçılar bu 'evren'e daha çok eğilmişlerdir. Nurdan Gürbilek hemen her eserinde evin insanı şekillendirişine işaret eder. Hem dönmeyi en çok istediğimiz yerdir ev hem de kaçmak istediğimiz. Bunu edebiyatın tüm malzemeleriyle ve hakkıyla irdelemiştir kendisi. Vitrinde Yaşamak: 1980'lerin Kültürel İklimi (1992), Ev Ödevi (1999), İkinci Hayat: Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler (2020) zevkle okunan, zenginlik katan eserlerdir.
Sinema, mimari, modern sanat, göç ve göçmenlik, mekân ve kent antropolojisi üzerine çalışan Seyhan Kurt'un Haneden Ev Haline: “Türk Evi"nde Mimari, Düzenleme, Pratik adlı çalışmasını görünce gerek ismi gerek kapağı sebebiyle büyük heyecan duydum. Evlerimizle ilişkimize dair yazılmış kitaplara özel ilgi duymak, pek çalışılan bir alan olmadığı için hasret çekmeyi de beraberinde getiriyor. Bu sebeple çalışmanın tanıtım metnindeki "evle ilişkimizin edebiyattaki yansımaları eşliğinde, kendisi de edebi zevkle ve 'ev sevgisiyle' yazılmış bir kitap" cümlesini cezbedici bulup hemen kitabı aldım, birkaç gün içinde zevkle okuyup bitirdim.
Seyhan Kurt, Türk evinin dönüşümünü anlatmaya nesnelerden başlıyor. Duvar saatleri, vitrin, perdeler, danteller, mikrodalga fırınlar, Amerikan mutfaklar, mobilyalar bir yanda; sedir, avlu, tandır, ocak, taşlık, yüklük, gusülhane, kapılar, tokmaklar, kim geldi pencereleri diğer yanda. Hepsi, Emmanuel Levinas'ın "Ev insanın dünyayı yarattığı ve dünyayla ilişki kurduğu yerdir" cümlesine şerh düşercesine zihniyet dönüşümüyle birlikte okunmaya çalışılıyor. Böylece sedirden L koltuğa, avludan balkona doğru sıkışmamızın öyküsü de ortaya çıkmış oluyor. Geleneksel yaşamımızın seyrini daha net biçimde görebilmek için gündelik pratikleri araştırmamız gerekir. Hangi nesneyle nasıl bir ilişki kurulmuş, o nesne hayatta nasıl bir karşılık buluyor... Mesela biz çoğu zaman nostaljik duygularla kapı tokmağına fotoğraflık bir gözle bakıyoruz. Seyhan Kurt, 'ilk karşılaşma'yı hatırlatıyor. Tokmak, ses ve kapı. Misafirle, ötekiyle buluşma anı. Önce ses duyuyoruz, sonra sesi duyuranın kendisini. Duymaktan, görmeye geçiyoruz sonra ama duyarken, bir şeyler hissetmeye de çalışıyoruz. Yazarın edebiyatımızdan çekip çıkardığı misaller pek lezzetli. Abdülhak Şinasi Hisar, Türk Müzeciliği kitabında şöyle derinleştiriyor kapı tokmağı meselesini: "Bize gelenlerin kim olduklarını, çaldıkları tokmağın çıkardığı seslerden duyar ve anlarız. Kimi sert, kimi munis, kimi ümitli, kimi meyus çalar... Herkes, çıkardığı seste; biz dinlersek, kendi sesini duyurur; biz duyarsak, kendini söyler."
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'inde, Bursalı annelerin çocuklarının yaşını mekanlarla ilişki kurarak bulduklarını görürüz. "Oğlum Orhaniye'nin yapıldığı sene doğdu" ya da "Bizim kız Muradiye'nin yapıldığı sene doğdu" gibi cümleler, insanların mekanlarla olan bağlantısını ortaya serer. Yönetmenliğini Orhon Murat Arıburnu'nun yaptığı Tütün Zamanı (1959) filminde de tütüncülük yapan iki köylü arasındaki diyalogda buna benzer bir diyalogla karşılaşırız. Bekir Efendi, Kavalalı Recep Ağa'ya "Yaşı kaç Zeliş'in?" diye sorar. Ağa, Hocazadelerin yanında yarıcı olduğu seneden başlar, karısının kardeşinin askere gittiği seneden tütünün altmış beşe çıktığı seneyi kestirir, harp yılına uğrar, afın hangi sene olduğunu sorar. İşin içinden çıkamaz ve nihayet "karıştırdım, en iyisi nüfusuma bakayım ben" der. Bunlar yalnız geçmişte yaşanan hadiseler ve sorgulamalar değildir. 1985 ve 1986 senesinde özellikle de kış mevsiminde İstanbul'da doğanların ailelerinden "Senin doğduğun sene öyle bir kar yağdı ki İstanbul günlerce kendine gelemedi." sözü sıkça duyulur. Neden bu tip çağrışımlara ihtiyaç duyarız? Buna verilecek en güzel cevap Gaston Bachelard'ın nefis kitabı Mekânın Poetikası'nda mevcut: "Anılar hareketsizdir; mekânsallaştırıldıkları ölçüde sağlamlaşırlar."
Hüseyin Cahit Yalçın'ın 1938'de yayınlanan Ev ve Apartman adlı makalesini hatırlatıyor Seyhan Kurt. Bizim, evlerimizle olan derin, hassas, mütevazi ve samimi ilişkinin bütün kökleri bu makalenin bir paragrafına sığmış gibi. "Bir odanın kapısını açtığım zaman, burada babam doğmuştu, bir sofaya çıktığım zaman, burada halam gelin olmuştu, bahçeye çıktığım zaman, bu kayısı ağacını dayım dikmişti, geniş ocaklı, Malta taşı döşeli mutfağa girdiğim vakit, teyzem mektebe başladığım gün burada lokma dökmüştü diyemezsem ben aile hayatının esrarlı ve füsunlu bağlarını ruhumda duyamam" demiş Yalçın. Çünkü o yıllarda gittikçe kendini gösteren modern apartmanların ve modern ev içlerinin kimilerini rahatsız edişi, kimilerine de batılılaşma ümidi verişi net biçimde okunuyor edebi eserlerimizde. Peyami Safa da hikâyesini evlerle ve ev içleriyle kuranlardan hiç şüphesiz. "Birbirine cerahatli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederim." diyor Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda. Mimarların ve şehir planlamacılarının gelenekçi ya da modern gibi hizipleşmeleri doğal karşılanabilir o yıllar düşünülünce. Ama edebiyatçılarımız biraz daha hassas. Hatta, en modern görüneni bile daha hassas. Öte yandan, batıdan yorumlar da geliyor bu değişimimize. Seyhan Kurt yine ince görerek, İngiliz gazeteci-yazar Grace Ellison'ın Daily Telegraph gazetesinde yayınlanan yazılarını topyalıp derlediği An English Woman in a Turkish Harem kitabından bir paragrafa fenerini tutuyor. Ellison, İstanbul'da misafir kaldığı bir konak üzerinden, Türk ev içlerinin nasıl değiştiğini şöyle yorumluyor: "Uzun zamandır Türk evlerinde Avrupa mobilyalarını kullanmak moda haline geldi. Bu her şeyimiz alafranga olsun çılgınlığı ilk önce devlet memurlarının evlerinde başladı. Zamanla, kademeli olarak en küçük evlere kadar herkese yayıldı. Doğu'nun o güzelim nakışlarının ve eşyalarının yerini ucuz ve şatafatlı mobilyaların en kötü örnekleri almış durumda. Hâlâ bazı sabahlar uyandığımda nerede olduğumu hakikaten anlayamıyorum." diyor Ellison. Belki bu cümleleri daha anlaşılır kılabilir diyerek, Seyhan Kurt'un kitabın sonundaki ahde vefa yazısından bir dantel yorumu çekip almalıyım: "Türk evinin en önemli alâmet-i fârikalarından biri olan dantel örtüler, geçmişi gelecekten, geleneği modernlikten ve bireysel emeği kapitalist üretimden ayıran en radikal ve sembolik nesnelerdir. Modern 'akıllı' ev düzenlemelerinde kullanılan nesnelerle estetik açıdan tam bir karşıtlık yarattığı düşünülen dantel örtüler, bir zamanların soyluluk, refah ve emek göstergesi iken günümüzde zengin bir geleneğin sanatsal bir ürünü olmaktan daha çok 'köylülüğün' bir emaresi olarak görülmüşlerdir. Evlere bir daha geri dönmeyen dantel işlemeler, butik otellerin, bazı kültür merkezleri ve kafelerin perdelerinde ortamında havasına nostalji ve sıcaklık katma amacıyla kullanılmıştır."
Sedirden L koltuğa, avludan balkona, tandırdan mikrodalga fırına değişen ev hayatımızı fotoğraflar eşliğinde okumak için edebiyatla zenginleştirilmiş bir çalışma, Haneden Ev Haline. Seyhan Kurt'un bu 'mesele'mizi tek kitapla bırakmamasını temenni ediyorum. Zira "Bir yuva olarak ev, ana rahmine dönmenin, her şeye yeniden başlayacak, her şeyi yeniden kuracak olma özgürlüğünün düşsel ve temsilî mekânıdır" diyen o. Ev düşlerimiz ve eve dönüşlerimiz sürecek, ev sevgimiz hiç bitmeyecek...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf