"Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir. (...) Kim olduğumuz her daim ziyadesiyle gözümüzü korkutur."
- Adam Phillips, Kaçırdıklarımız
Birikim dergisindeki yazılarını okumadan edemediğim Erdoğan Özmen, uzun soluklu "Oedipus Karmaşası" serisinden sonra "Depresyon ve Melankoli" serisine başladı ve oldukça önemli konular üzerine yazıyor. 19 Şubat 2020 tarihli "Depresyon ve Melankoli (V): Depresyon ve Kapitalizm" başlıklı yazısında şöyle diyor: "Kendimi tüm diğerlerinin karşısında konumlandırmamı gerektiren bireysel mutluluk ve başarı 'eşyanın tabiatına' aykırı olduğu için, işe yaramazlık / başarısızlık / suçluluk hislerinin bütün varlığımızı kat ettiği bir sorumluluk ve mecburiyet hastalığıdır depresyon. Sınırsız olasılıklar ve seçimler çağında bütün yolları deneyerek kendi bedensel ve ruhsal kapasitelerimizi mütemadiyen zorlamanın sonu, kendimize ve geleceğimize beslediğimiz ümidi ve inancı daha da kaybetmek ve tam bir çökkünlük ve tükeniştir. Öldürücü olabilen, intiharları tetikleyen şey biraz da budur. Kahredici yoksulluk ve çaresizliğimiz için sadece kendimizi suçlu ve sorumlu ilan etmenin koşullarının çoktan orada, hazır halde olmasıdır."
Uzun bir giriş olduğunun farkındayım ama mesele de gayet uzun. Varoluş, kendin olmak, hafiflik gibi üç upuzun -üstelik kıldan ince kılıçtan keskin- mesele var karşımızda. Özmen'in yukarıda söylediği, her yanımızdan fışkırıveren "başarılı ol, kendin ol, hem başarılı hem kendin ol!" tehditleri -evet ben de Özmen gibi bunların tehdit olduğunu düşünüyorum- bizi daha büyük duygu boşluklarına sürüklüyor. İnsan en çok ne zaman sürüklenir? Ne yapacağını bilemediğinde. Bu bilememe hâlinin varoluş üzerine düşünmekle, okumakla ve hatta yazmakla bir nebze olsun giderilebileceğini düşünüyorum. Anlatmak, dinlemek, okumak ve yazmak, tüm sıkışmışlıklar içinde insana nefes oluyor. Tıpkı bahse konu kitabın yazarı Ferhat Jak İçöz gibi varoluşçu psikoterapistlerin, varoluşçu yazarların her daim buluşmaya hazır şahsiyetler olduklarını düşünüyorum. Onlar bunun farkında olmayabilirler, bir çoğu zaten göçtü, ama düşününce; konuşmaları ve yazmaları öyle varlık-yokluk dengesinde ki insan kendi dengesizliğinde de onlara başvurmadan edemiyor. Bu kimi zaman eziyete dönüşen çabadan da lezzet alıyor üstelik. Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği; Sartre, Heidegger, Nietzsche, Viktor Frankl, Camus, Kierkegaard, Tillich ve daha birçok ismi misafir ediyor. İçöz, bir varoluşçu psikoterapist olarak bu isimlerin gölgesinde dinlenmek yerine sık sık güneşe çıkıyor bizim yerimize. Çünkü biz varlık meselesinde gölgeleri seviyoruz. Maalesef bu konuda biraz 'laissez-faire'ciyiz elhamdülillah. Ama sorsalar hep gayretteyiz. Bu çarpışma da şüphesiz varoluşsal...
Yazar bizi Sokrates'çi bir yaklaşımla "incelenmeyen hayat yaşanmaya değmez" diyerek karşılıyor. Kendini tanımaya hevesli, gerekirse yaralanmayı göze alabilen varsa bu işe kalkışsın diyor tabiri caizse. Zira felsefeyle yakınlaşmak binanın temeline inmekten farksız. Kaç katlı olursa olsun, bir binanın temelinde, toprağın altına girip yukarıya dair gözlemler yapmaya çalışmak her zaman sarsıcıdır. İşte bazı sarsıntılar da ya binayı yerine daha iyi oturtur ya da çoktan terk edilmesi gereken binayı harabeye çevirir. Felsefe insanı uyarır. İçöz şöyle diyor yolun başında: "Felsefe en temelde kendimize ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefî bir yerden bakan kişi kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam tarzı seçimidir."
Ferhat Jak İçöz, insanın varoluşuna dört farklı pencereden bakıyor. Fiziksel olarak insanın varoluşuna dair neler söylenebileceği konusunda beden, vücut, cinsellik, yemek, bağımlılık, evler, mekânlar, ölüm ve canlılık gibi belki de bu çağın en önemli, en çok konuşulması gereken meselelerine eğiliyor. İnsanın sayılı ömrü olduğunu hatırlatırken bu sayının bilinmezliğinin hem ürpertici hem de insanı daima ayakta tutan bir tarafı olduğunu vurguluyor. Kitaplarla ilgili bir örnek veriyor. Hepimizi ilgilendirdiği için özetlemeye çalışayım: Diyelim ki şu anda 40 yaşındayız ve -bereketli bir yaşam dileğiyle- 90 yaşına kadar sağlıklı olduğunu düşünecek olursak ve haftada bir kitap bitirdiğinizi düşünürsek, yılda 52 kitaba ulaşırız. Bu da demek oluyor ki gelecek 50 yılda 2600 kitap daha okuyabileceğiz. Okumak isteyip de okumaya zaman bulamadığımız ya da biz okurken daha nice güzel kitabın yayınlandığını düşünürsek, çok ciddi bir sorumlulukla karşılaşıyoruz: seçme sorumluluğu. Bu sorumluluğumuzu memnun ve doymuş olacağımız kitaplardan yana kullanmamız gerekiyor. Sezgilerimiz, kalbimiz, duygularımız ve düşüncelerimiz bizi seçme konusunda etkileyecek, tüm bunları önemseyip öyle karar vereceğiz. Gelişigüzel değil, sahiden güzel yaşamak için bize uygun -doğru demedim- seçimler yapmaya çalışacağız. Kitap burada bir örnek diyor İçöz. Hayatımızdaki her şey için bu seçimleri yapma sorumluluğumuz var.
Sosyal bir şekilde var olmak denince, ucu bucağı olmayan bir dünya açılıyor önümüze. Duygular, bağlılıklar, aşklar, ilişkiler, ilişkilerle birlikte gelen aldatılma, kıskançlık, ikiyüzlülük, manipüle etmek ya da edilmek, kötüler ve kötülük, yalnızlık, kalabalık, aile, birine -kendinden farklı biri için sorumlu olarak- bakmak, laga luga etmek, sosyal medya, kayıp, yas... Her biri üzerine tarih boyunca yorum getirilse de gayet bariz ve doğal nedenlerle tek bir gerçek, tek bir doğru bulmak mümkün değil. Zaten mesele de bulmak değil, daima bir arayışın içinde olmak. Bunun için de, kitabın en sevdiğim bölümlerinden biri olan laga luga etmek bahsinden bir paragraf aktarmak istiyorum: "Ağzınızdan çıkan kelimelere, ifadelere bir bakın. Laga luga mı ediyorsunuz, yoksa ortaya gerçek bir söz, söylem mi koyuyorsunuz? İlişkilerinizde kendinize sahip çıkarak kendinizi mi ifşa ediyorsunuz, yoksa ortam ne gerektirirse onu mu sayıklıyorsunuz? Laga luga etmekle ortaya net bir söylem koymak arasındaki fark hangi konulardan konuştuğumuzda yatmaz. Y model bir araba almaktan bahsederken de ortaya bir söylem koyabilirsiniz; "Üç köpeğimi de alıp yola çıkabileceğim bir arabam olsun çok isterim" dediğimde arabanın benim hayatımdaki asıl değerini ortaya koymuş olurum. Laga luga etmek ile söz söylemek arasındaki fark, söylemek istediğimle kendime dair ne anlattığıma sahip çıkmamdır. Belki bir özlemimi, belki bir arzumu, belki bir beklentimi, belki de sadece hislerimi ifade etmek istiyorumdur."
Bireysel bir şekilde var olmak denince hangi konularla karşılaşırız? Kendilik, travma, hayaller, hayal kırıklıkları, yabancılaşma, otantiklik, mükemmelliyetçilik, kaygı, korku, cesaret, statü, başarısızlık, hayatın üzerimize fırlattıkları, kararsızlık, sorumluluklar, nefret, depresif hissetmek, umutsuzluk... Okurken insanı en çok kendiyle baş başa bırakan meseleler bunlar. Çalışan-çalışmayan, erkek-kadın, zengin-fakir, şehirli-köylü fark etmeksizin herkesin başında olan dertler her biri. Kimimiz bu dertlerle yüzleşmemek için sabahın altısında uyanıp spora koşuyoruz, kimimiz bir sigara daha yakıyoruz. Kimse kusura bakmasın, insanın kendiyle meşgul olması maç izlemek, kanaviçe yapmak, kitap okumak gibi meselelerden çok bağımsız, çok yara verici işlere uzanıyor. Yaralarla yüzleşmek hem yeniden kanamaya hem de şifa bulmaya kapılar açıyor. İnsan için her kapıyı zorlamak güçtür. İçöz'ün şu sözleri böylesine meseleler arasında bir oksijen tüpü oluyor: "Yaşadığımız sürece aslında hiçbir zaman 'yolumuzdan çıkmayız', tam aksine kendimize sadık ve dürüst kaldığımız sürece 'yeni yollar keşfederiz'. Unutmayın ki insan olmak demek hep biraz eksik, biraz huzursuz, biraz arayışta olmak demektir. Sadece öldüğümüzde tamamlanacağız."
Kitabın son bölümünde tinsel bir şekilde var olma penceresini aralıyor Ferhat Jak İçöz. Burada da bizi esasında okuması ve üzerine düşünülmesi 'lezzetli' konular karşılıyor. Dolu dolu yaşamakla tıka basa doldurmak arasındaki farklar, fazla tutunmak yahut tutunamamak, anda kalmak, ikilemler ve çelişkiler, gündelik hayatta hapsolmak ve dayanılmaz bir hafiflikte yaşamak, potansiyelimizi gerçekleştirmek, değerler ve kendimizle ters düşmek, politik duruş, bilinçdışı, rüyalar, sonsuzluk, sonluluk, anlam, canlılık... Bu geniş bölümden, hem kitabın özeti gibi olan hem de günümüzün en sık 'duyulan' hastalığına da atıfla son derece canlı birkaç cümle aktarmak isterim: "Kendi arzumuza kulak verdiğimizde, kendimize ait ne varsa; nefretimiz, mükemmel olma isteğimiz, korkularımız, kaygılarımız, statü arzumuz veya başarısızlık korkumuz, hepsine sahip çıktığımızda hafifleriz. Depresif hissetmek, umutsuzluk gibi hallerimize kulak verdikçe canlılığımızı tekrar yakalarız. Zihnimizle değil, bütün varoluşumuzla seçtiğimizde sonrasında gelecek sorumluluk bir yük olmaktan çıkar. Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp "bu da benim hayatım" deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe ulaşırız. Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybederiz. Önemli olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz."
Ferhat Jak İçöz'ün Doğan Novus etiketiyle çıkan kitabı Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, ismiyle cismiyle insanı kendi gündemine taşıyan bir kitap. Tüm bu olup bitenlerden sağ salim çıkabilmek adına değerli meseleler barındırıyor, sonundaki okuma listesiyle yeni keşiflere ışık tutuyor. Sonuçlarla meşgul olmak yerine her daim elimizdekine bakmaktan yana bir tavır koyuyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf