Elizabeth Farrelly etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Elizabeth Farrelly etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2024 Pazartesi

Mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmez

Elizabeth Farrelly’nin yakın zamanda YKY’den yeni baskısı çıkan kitabını okuyorum: Mutluluğun Sakıncaları. İlk olarak Şubat 2015’te yayımlanmış ve her nasılsa gözden kaçırmışım.

Ankara’nın Kızılay meydanında, Sıhhıye tarafındaki yaya geçidinde hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan kırmızı ışıklarda beklerken çoğu kez yaptığım gibi beklemektense yanı başındaki YKY kitap satış yerine girip yeni gelenlere göz atmalarım yeterli gelmemiş demek ki (Buradan Kızılay meydanındaki yayalar için zaten dünyanın en uzun kırmızı ışık bekleme sürelerinin uzatılması gibi bir anlam çıkmaz umarım, çok şey borçlu olsak da!)

Hele ki bu başlıkta ve kırmızı kapaklı bir kitabı nasıl atlamışım hiç bilemiyorum (Uzun süre kırmızı ışığa bakmaktan dolayı renge karşıt bir tutum oluşturmamın bir sonucudur belki de!) Oysa bu tür başlıklar her zaman ilgimi çeker çünkü bana, öylesine kabul edip düşünmeksizin yaşadığımız hayatlarımıza dair kuvvetli bir eleştiri getireceğini vadeder. Sık sık dışımıza çıkıp kendimize bakma ihtiyacı duyuyorum.

Başka hiçbir şey için değil, sadece yaşamak için yaşamanın kaçınılmaz olarak getirdiği yorgunluğu mutlu olmaya çalışarak atmak gibi bir açmazın içinde bocalayan sayısız insan tanıyorum ve bu gibi kitapları biraz da hep birlikte bu büyük boşluktan çıkış için okuyorum.

Ve çoğu kez yaptığım gibi kitabın başlığı söylemek istediklerimi yeterince anlatıyorsa ayrıca bir başlık koymuyorum ama eğer okurken kitabın başlığının önüne geçen ve üzerinde uzun uzun düşünmeme neden olan ifadelere rastlarsam onu başlığa taşımayı tercih ediyorum. Bu kitabı okumaya başladığımda başlığı değiştirmemeyi baştan kafama koymuştum ama okudukça kararımdan vazgeçmemek için epeyce çaba harcamak zorunda kaldım. Ne çok başlık var kitapta, ne çok düşünülmesi ve hayatlarımızı sigaya çekme fırsatı vermesi gereken konu…; “Hayata katılma korkusu” gibi, “zırvalamanın manası” gibi, “insan sanatını giydirme sanatı olarak mimari” gibi her biri ayrı bir yazı konusu başlıklar not ettim şimdilik.

Kitap, içine düştüğümüz konfor bataklığından, teknolojiye fazlaca abanmaktan ve hakikiliğini yitirdikçe paraya tahvil edilebilir hale gelen yaşamlardaki hakikat yokluğunun yerini anlan yapay anlamlardan söz ediyor. Böyle bakınca sayısız benzer kitaptan biri gibi gelebilir ama öyle değil çünkü ele aldığı konular aynı olsa da söyledikleri yeniden düşünülmüşlük hissini hiç kaybetmiyor. Akıcı dil fark etmeden derinleştiriyor.

Büyük amaçlardan uzaklaşmakla ağırlıklarından belli ölçüde kurtulan ve özgürleşen insanların bu kez amaçsızlıktan anlam çıkarmaya çalışmak gibi bir boşlukta özgürlükleriyle savrulmamaya çalışma çabalarından bahsediyor. Yoksunlukla değer arasındaki ilişkiyi kurmamızı sağlıyor. Varlığın yokluktan daha büyük bir yoksunluk yaratabileceğini anlamamızı sağlıyor; “Bir zamanlar, umarsızca ihtiyaç duyulan bir hasat ya da başarılı bir av, tam da az bulunur olması nedeniyle, derin bir anlam (aynı zamanda, minnet dolu bir tevazu) ifade ediyorken, bugün ifrata alışmış olmamız bizi çaresizce eksikliğini duyduğumuz anlamdan yoksun bırakıyor.” (s.13).

Kitap, hayatımızı daha basit ama daha anlamlı; daha ucuz ama daha hakiki yaşayabilecemizi düşündürüyor. Hakikiliğin içinde, zevkin ve tatmin olmanın çok az yer tuttuğuna işaret ediyor ki bu bana son derece önemli geliyor. “Çok keyifli bir hayat yaşamak” zannedildiği kadar keyifli olmayabiliri düşünüyorsunuz: “Arzu her zaman tatmin edilmeye gerek duymaz. Tatmin çoğu kez bize umduğumuzdan daha az ve daha kısa süreli bir haz verir. Haz ise, elde edildiğinde bile, mutluluk getirmez. Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz.” (s.19).

Günümüz insanı arzularını tatmin etmenin ötesini istiyor. Diğer bir deyişle, arzudan muaf olmak gibi bir tanrısallığın peşinde gibi gözüküyor ve tam da bu yüzden bu çağın belirleyici özelliği olarak narsisizm öne çıkıyor. Farrelly’nin atıf yaptığı (s.21), Christopher Lasch’nin, The Culture of Narcissism adlı kitabında, modern çağın belirleyici özelliğinin narsisizm ve onun da aslında bir tür “istekten muaf olma isteği” olduğunu belirtmesi boşuna değil. Çünkü, “Bu durumda, arzularımızı tatmin etmekle yetinmeyip, doyum noktasının ötesinde bile bu arzuları sürdürmekteki ısrarlı tutumumuz, arzudan muaf olma yönündeki narsisistik itkiyle açıklanabilir mi?” (s.21).

Elbette açıklanabilir. Bu imkânsız istek giderek daha doyumsuz bir insan doğuruyor. Amaca yaklaştıkça uzaklaşıyoruz; “Bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şeyler mutluluk vermiyor; buna rağmen, genç bir aşık gibi, sırf bu yüzden bu şeyleri daha da fazla istiyoruz.” (s.35). Çok gerilerde bıraktığımız bir zamanların geleneksel yaşamının her yerine gizlenmiş halde bizi saran nihai anlamı aramaktansa onu arama ihtiyacımızı ortadan kaldırmak gibi insan-üstü bir işe soyunmuş vaziyetteyiz. Tam da bu yüzden, arzu etmemek üzerine kurulu bir hayatı yaşarken en küçük hazlarımızdan bile taviz veremiyor, her şeyden zevk almaya çalışırken hiçbir şeyden keyif almıyoruz. Bir süre sonra bu imkânsız amaca varamayacağımızı badireli de olsa anladığımızda geriye acı bir çaresizlik ve boşuna yaşanmışlık hissi kalıyor. Aralardaki bütün boşlukları ise gündelik alışkanlıklarımız ve konfor kaynaklarımız dolduruyor.

Bu andan itibaren konfor için başvurduğumuz kaynaklar kolayca bir tarafa bırakabileceğimiz araçlar olmaktan çıkarak onsuz yapamayacağımız, bağımlı bir amaca dönüşüyor. Hayat bizim için değil biz hayat için varmışız hissiyle, yaşanmaya değer olup olmadığından çok yeterince yaşayıp yaşamadığımız sorusunu sorar hale geliyoruz.

İnsanlar bize imrensin, bizim yerimizde olmak istesinler istiyoruz. Çünkü aksi halde kendimizin ve hayatımızın değerinden emin olamıyoruz. Ve ne kadar çok insan bizim yerimizde olmak istiyorsa o kadar mutlu oluyoruz. Ancak bu sayede mutlu olduğumuzu hissedebiliyoruz. Mutluluğumuz diğer insanların sahip olamadıklarından beslenen bir maraz olarak iç dünyamızı yok ediyor ve bizi garip bir çelişkiyle bizim yerimizde olmak isteyen insanlara bağımlı kılıyor; onları görmek ve bir arada olmak istemiyoruz ama onlarsız da yapamıyoruz. Hep etrafta ve bizim yerimizde olmak istesinler ama asla bizimle olmasınlar istiyoruz. Kendimizi buna mecbur hissediyoruz, gözlerden uzak kalmak için duyduğumuz yakıcı arzunun derinlerde tam tersini içerdiğini biliyoruz. Haz kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor ve onu duymak kendiliğinden olmaktan çıkarak yorucu bir hayat uğraşına dönüşüyor.

Özel hayatımızla kamusal hayatımız keskin bir biçimde birbirinden ayrılsın istiyoruz. Her türlü kirli işi dışarıda bırakıp steril evlerimize dönebiliyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşanan ne varsa ayırmayı ve kopuk halde yaşamayı özlüyoruz. Ölümle yaşam, sanatla hayat, özelle kamusalı ayırıyoruz. Eskiden “hakikati dile getirmek amacıyla söylenen bir yalan olan” (s.94) sanat şimdilerde yalanı hakiki hale getirmek gibi bir işlev üstleniyor bu yüzden. Dürüstlük giderek görüntü tek geçerlilik haline geliyor. Dürüst görünmek dürüst olmaktan önemli addediliyor. İçsellik ile dışsallık arasında hiç olmadığı kadar geniş bir mesafe oluşuyor ve modern insan bu bölünmenin ortasında, arada kalmışlığın sancısıyla yaşamak zorunluluğundan hazlarına tutunarak çıkmaya çalışıyor. Pek tabii ki böylesi bir hayat hazlarla dolu bir acılık taşıyor.

Özetle, mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmediği gibi mutsuzluklarımızı açığa çıkardığından, eskisinden de kötü yapıyor. Nihai anlamı bulamama gündelik hayatın küçük amaçlarından devşirdiğimiz küçük anlamları da yok ederek her şeyi bize indirgiyor ve hayat bizden ibaret hale geldikçe elimizden kayıp gidiyor. Kırmızı ışıkta uzun beklemekten başlamak üzere mutlu olmanın sakıncaları saymakla bitmiyor!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

19 Ağustos 2016 Cuma

Mutluluk peşinde koşmak sakıncalıdır

"Yeryüzünü kirlettik. Kuşların ve hayvanların türlerini yeryüzünden sildik. Yavru fokları öldürüyoruz. Nasıl bir insan evladı böylesi bir şey yapabilir? Kadının biri kürk giyecek diye… Ve bu adam dönüp: 'Eşimi seviyorum' diyecek. İşte budur bizim medeniyetimiz."
- Jiddu Krishnamurti

"Sahip olmaya önem veren kişiler, yapmaya ya da olmaya önem verenlere kıyasla daha az özgürdürler."
- William James

Çağımız hem bir şeylerden şikâyet etme hem de o şikâyet ettiklerimizden vazgeç(e)meme, maruz kalma, icbar edilme çağı. Ses ve sözün önemini yitirdiği, gözün nice çirkinlikler arasından güzellikleri yakalamakta başarılı olmasının güçleştiği zamanlardayız. Tam bir mutluluk da, güçlü bir mutsuzluk da sonunda bize türlü etiketlerin ya da hastalıkların yapışmasına sebep olabiliyor. Sonsuz bir enerjiyle koşturan iş arkadaşımızın enerjisi bizi rahatsız edebiliyor, öte yandan gün boyunca suratı asık bir insana baktıkça da enerjimiz 'düş'ebiliyor. Neşeyle lakaytlığı birbirine karıştırıp, ciddiyeti hiç tebessüm ed(e)meyen bir mizaca sahip olmak sanıp ve bunlarla gurur duymak 'doğal' oluyor. Tüm bu zikzaklı iş, hayat, ev, yol, kariyer, evlilik güzergâhlarında bir türlü yakalayamadığımız fenalıkları keşfetmek için Yeni Zelanda doğumlu mimar, yazar ve eleştirmen Elizabeth Farrely; Yapı Kredi Yayınları'nın yeni serisi XXI. Yüzyıl Kitapları arasından sesleniyor: Mutluluğun Sakıncaları.

Sanat Dünyamız ve Cogito dergilerinde çevirileri yayımlanan ve aynı zamanda Fransız filozof Emmanuel Levinas'tan da çeviriler yapan Erdem Gökyaran'ın son derece başarılı çevirisine dilimize kazandırılan Mutluluğun Sakıncaları, Şubat 2015'te çıktıktan sonra bir yıl içinde ikinci baskısını yapmıştı. 248 sayfalık bu kitapta, yabancı dillerden de okumalar yapabilenler için çok kuvvetli bir kaynakça mevcut. 8 bölümden oluşuyor Mutluluğun Sakıncaları. Arzu: Her Şeyi, Hemen İstemek, Güzellik: Ölümü Alt Etme Çabası, Güzelliğe Karşı: Çirkinlik Yoluyla Dürüstlük Arayışı, Bir Maske Olarak Ev, Şişmanlık ve Yuva, Doğa ve Kültür, Feminizm ve Geleceği Tüketmek, Çirkinlik: Arkifobi ve Siyaset, Bir Hayalim Var...

Farrely kitabının önsözünde gayet samimi bir şekilde 'merak etmeyin, içeride okuyacağınız ve suç gibi görünen modern tuzaklara ben de kapılıyorum' diyor. Bu yüzden tüm yazdıklarının birer 'durum tespiti' olarak nitelendiriyor. Her şeye rağmen "Sizin gibi ben de değişemiyorum. Soyut bir bilgi uğruna konfordan, rahatlıktan ve hazdan vazgeçemiyorum. Elimden gelmiyor." içtenliğiyle hem kendimizi çok zeki zannedip hem de birey veya toplum olarak akılsızca davranışlarımızı masaya yatırıyor. Son olarak kitabı yazma maksadını şöyle açıklıyor: "İnsan denen şu tuhaf mahlûkatın ne haltlar karıştırdığına en azından bir göz atmak istedim."

Batının ruhtan uzak maddi düşünce biçimine şiddetle karşı Farrelly. Sık sık bu 'hakikati' fark eden batılı psikologların ve bilim insanlarının kitaplarına, sözlerine başvuruyor, bazı karşılaştırmalar yapıyor. Mesela Yale Üniversitesi'nden psikolog Paul Bloom'un "Ruh diye bir şey yok ve tüm insan edimleri sadece beyin süreçlerinden ibaret" sözüne Arkansas Üniversitesi'nden psikolog Jesse Bering şu yanıtı veriyor: "Bilim asla tanrıyı susturamayacak."

Seçme özgürlüğü ve seçenek bolluğunun insanları yanlış şeyi istemeye götüren bir yolculuk olduğunu vurgulayan Farrelly, ahlâkın bizi erdemli birer insan olmaya teşvik ettiğini ve bunun için de ruhsal açlıkların dinmesi gerektiğini söylüyor. Bunun için de manevi tatminsizliğin yeni yaratımları açığa çıkaracağını ve dolayısıyla insanın manevi yolculuğunun hem dikey hem de yatay anlamda gelişeceğini belirtiyor. Tıpkı Mick Jagger'in "Satisfaction" adlı şarkısında söylediği gibi: "Tatmin olamıyorum. İyi ki."

Sanatın güzellik'ten de hakikati işaret edebilme'den de fersah fersah uzaklaşmasının, yani sanatın kaybettiği tüm bu hasletlerinin hem sanatçıyı hem de insanı devasa bir boşluğa sürüklediğinden bahseden yazar, Nietzsche'nin "Sanat, hakikat karşısında helak olmayalım diye var" sözünü alıntılayarak gelinen noktayı Tom Stoppard'ın Travesties adlı oyununda Tristan Tzara karakterinin söyledikleriyle hatırlatıyor: "Sanatçının temel kaygısı, sanat yapmak değil artık. Hatta sanat yapan kişiye iyi gözle bakılmıyor. Günümüzde arka tarafını sergileyen biri de sanatçı olabilir pekala."

Kendi mesleği olan mimarlığın da tüm bu 'sanatsızlık'tan nasibi aldığını hiddetle vurgulayan Farrelly, The Hanging Man adlı absürt tiyatro oyununda mimar Edward Braff'in henüz tamamlanmamış son eseri (katedral) yeterince iyi olmayınca kendini astığını, oyundan çıkarılması gereken dersin de mimarların kendi işlerinin ne kadar umursadıkları üzerine olması gerektiğini söyler. İnsanın 'iyi biri' olması yolunda sanat, güzellik ve hakikat üzerine yapılacak sahici, yalın ve titiz çalışmaların gereklilikten çok şart olduğunu üstüne basa basa vurgulayan yazar günümüzün moda anlayışına da akılcı ve sert tepkiler gösterir:

"1910'da seksi gözükmek ahlaksızlık sayılırken, günümüzde seksi gözükmemek küçük düşürücü bir başarısızlık belirtisi olarak görülüyor. Kadınların çoğu ve erkeklerin bir kısmı için, boyanmadan dışarı çıkmak imkansız. Makyaj, toplumsal ve cinsel muharebede kişiye güç katan bir savaş boyasına dönüşmüş durumda. Ancak makyajın sihirli bir maske işlevi görebilmesi için, altta yatan yüzü geçersiz kılmak yerine pekiştirmesi ve yoğunlaştırması, yüzün yapısını, işlevini ve özelliklerini vurgulaması gerekir. Herhangi bir kadın dergisinin tavsiye edeceği gibi, gözlere ve ağıza özel bir önem verilmeli. Böylelikle, yüzün yerine sahte bir görünüş geçirmektense, bağlantı kurma gücü pekiştirilmiş olacaktır."

Asırlarca birlikte yaşadığımız atların kaybedilişinin hemen ardından arabaların yeryüzünü sarması ve neticede ortaya büyük bir kaosun çıkması da yazarın hassas noktasıdır. Yürümekten, hareketten uzak bir yaşamın insanın tüm ruhsal ihtiyaçlarının önünde dev bir duvar olacağını, sırf bu yüzden bile ölümünün acılı olacağını şu şaşırtıcı hatırlatmayla yapıyor: "Batı şiirinin en temel ritmi olan ve bir kısa bir uzun heceden oluşan iambos ölçüsünün, binlerce yıl birlikte yaşadığımız atların yürürken çıkardıkları dı-gıdık dı-gıdık sesinden kaynaklandığı söylenir. Bedenimiz hareket ettiğinde, zihnimiz de harekete geçerek yaratmaya başlamıştır. Bu da bize hareketin ve onun meydana getirdiği ivmenin önemli olduğunu gösteriyor; sadece fiziksel olarak değil, duygusal, entelektüel, manevi ve özellikle müziksel açıdan da."

Kitabını son bölümünde kendi hayalini anlatan Elizabeth Farrelly'e hemen hemen birçok konuda -yer yer şaşkınlıkla- katılmak mümkün. Önsözünde belirttiği gibi bir tespit kitabı Mutluluğun Sakıncaları. Keşke kitabın hayalden sonraki bölümü de bir sonuç, bir teklif üzerine olsaydı. Bu kitabın en azından geçen yılları, günleri, anları süzme daveti olduğunu belirtmek isterim. Mutluluk ve haz peşinde koşmak insanın ruhunu bitirecek kadar sakıncalı şeylerdir. Bunlar yerine sanat, ahlak, sevgi ve güzellik peşinde koşmak ise harikulade bir yaşam için yeterlidir. Fakat bunlara nasıl kavuşacağız? Bu gerçekleri ne zaman sahici bir biçimde konuşabileceğiz? Umutsuz bir kapanış olabilir:

"Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hal alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi –yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi– besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.”

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf