Edebiyat Terapi: Yoksunluktan Varoluşa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat Terapi: Yoksunluktan Varoluşa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ağustos 2019 Salı

Edebiyatın iyileştirici gücü adına

"Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir."
- Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

Kitap okumaya hangi yaşlarda başlamış olursak olalım, lise çağlarımızdan itibaren okuduğumuz kitaplar bizde bir şekilde etki bırakıyor. Özellikle de tutunduğumuz, sürekli yöneldiğimiz yazarlar oluşmaya başladığında kendi hikâyemiz de biçimlenmeye başlıyor. Önce bir yazarla başlıyoruz, o yazarın eserlerini okuyoruz, hayatını ve hakkında yazılanları okuyoruz. Derken yanına başka yazarlar ekleniyor ve kadro genişliyor. Bu kadro ne kadar genişlerse genişlesin, "benim yazarım" dediklerimiz hep bir yanda duruyor, onlar as kadro, esas ekip, çekirdek aile gibi. Yıllar geçtikçe "dur bir daha okuyayım şunu" dediğimiz yazarlar kimlerse, onlardır bizim yazarlarımız. Hayatımıza renk katanlar da onlar hayatımızı karartanlar da.

Mine Özgüzel, İstanbul Üniversitesi Umumi Psikoloji bölümünden mezun olduktan sonra mesleki yaşamına Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde Çocuk Nöroloji servisinde başlamış. Daha sonraki yıllarda, Şişli Etfal Hastanesi’nde Nöropsikiyatri Kliniği’nde çalışmalarına devam etmiş. Yani insanla, insanın iç dünyasıyla uğraşmış hep. O da lise yıllarında edebiyatla esas manada tanışmış ve her yazar ona farklı kapılar açmış. Varoluşçu terapiye olan merakı böyle başlamış. Peşinden diğer yazarlarını keşfetmiş ve ömür boyunca onlardan ayrılmamış. Bu birlikteliği, varoluşunu anlamlandıran ve insanlara dair meslekî çalışmalarına yön veren bu okuma-anlama-yazma deneyimlerini Edebiyat Terapi kitabında toplamış.

Bu kitabı ortaya çıkarana kadar uzunca bir süre, hep yaptığı gibi yazdığını, okuduğunu ve anlattığını söylüyor Özgüzel. "Çocuklara, çocukluğa ulaşmak istedim, belki de kendi çocukluğuma..." diyor. Çünkü çocukluğa giden yol, her seferinde farklı bir bilgiyi getiriyor. Gelen bir eksiklik olsa da tamamlanmak için kapı aralıyor, yeni keşiflere yön veriyor. Kendini okuyabilmenin en keskin, en zorlu ve en acımasız yoludur çocukluğa giden yola çıkmak. Öte yandan, okumanın ve edebiyatla hemhal olan bir insanın sıradan yaşamadığını, istese de sıradan yaşayamayacağını söylüyor yazar. Elbette bunca sene okuduğu kimseler de ona rehber oluyor: "Bu yazarlar beni içbenimle buluşturmanın yanı sıra beni konuşturdular da. Benim için en büyük değer, içsel varlığımı kendimin algılaması. Onu başka bir insanın algılayacağına dair bir beklentim yok çünkü bunun doğada zaten gerçek olmadığına inanıyorum. Gerçek olmayan bir şeyi yapmak yerine içbenimle ve kendi gerçeğimle buluşmayı çok daha doyurucu ve değerli buluyorum."

İnsanları daha derine inmeye ve iç konuşma yapmaktan kaçınmamaya yönelten bir yazar Mine Özgüzel. Edebiyat Terapi'yi okur ilk eline aldığında sadece 'yazarlara dair bir şeyler' okuyacağını zannedebilir. Ancak içerik son derece sarsıcı bir kurguya -belki de kurgudışılığa- sahip. Özgüzel, kendinde iz bırakan yazarı anlatmaya başlarken çocukluğundan başlıyor, kendi çocukluğundan. Muhakkak bizi bir hikaye bekliyor orada. Bu hikâyelerin birçoğu hepimiz tarafından yaşanılması son derece olası ve hatta yaşanılmış şeyler. Böylece ebeveynler için de ortaya küçük bir 'çocuğu doğru okuma' kılavuzu da çıkmış oluyor. Çocukluğunda yaşadığı şeyleri anlattıktan sonra, o şeyin nasıl değiştiğini ya da değişmeye doğru bir yol bulduğunu anlatırken de Özgüzel'in yazarını tanıyoruz. Onun çocukluğunu ve Özgüzel'in onunla ne zaman ve hangi koşullarda tanıştığını, kendisinde nasıl bir etki bıraktığını, yaşamının türlü zamanlarında nasıl yararlandığını, tekrar tekrar neden okuduğunu ve hatırladığını...

Kimler var kitapta? Liste kısa ve öz: Virginia Woolf, D. H. Lawrence, Jean-Paul Sartre, Franz Kafka, Stefan Zweig, Dostoyevski, Albert Camus, Andre Gide, Simone de Beauvoir...

Çocuklukta yaşanılan ruhsal algıların kişiliğin oluşumu üzerindeki etkisi, anne-baba-çocuk üçgeninde sağlıklı bir denge kurmanın önemi, bir başka insanın sorumluluğunu yok ederek hiçbir sorumluluğun var olamayacağını, ilişkilerin risk dolu cephelerini, siyasetin toplum ve dolayısıyla birey üzerindeki yıkıcı etkilerini, sahiden sevmenin değerini, ihtiyaç denen şeyin sinsi sinsi alışkanlığa dönüşmüş tuzaklar yumağı olduğunu, insanın mutlaka ama mutlaka yaşamını anlamlı kılacak şeylerle bir bağ kurması gerektiğini, yüzleşmenin ve kabullenmenin insanın bundan sonraki yaşamında nasıl bir ferahlık alanı açacağını, teknolojinin güvensizliğe ve kentleşmenin özgürlüğe olan müdahalesini, insanın yalnızlaşarak değil toplumla bağ kurarak sağlıklı yaşayabileceğini, yalnız kalmanın düşünme ve üretme sürecinde vazgeçilmez olduğunu, iyileştirici özellikteki şeylerle buluşabilmek için dünyaya öfkeyle ve nefretle bakmaktan vazgeçmek gerektiğini ve daha birçok 'hayati detay'ı sayfalar arasında okumak mümkün.

Bugün hâlâ Dostoyevski okunuyor çünkü o, insanı derinlemesine işledi. Hala Zweig okunuyor çünkü onun Freud'la yaptığı savaştan çıkan metinlerle biz insanın içinin dış dünyadan daha karmaşık olduğunu gördük. Woolf bizlere, kendimize ait zamanın ve mekanın ne olduğunu hatırlattı. Sartre, her geçen gün daha çok konuşulan 'kendini gerçekleştirme' meselesini Jung'tan alarak kişisel isyan ateşiyle genişletti. Camus, varoluşçu felsefenin kavramlarına takılı kalmayıp onların ruha dokunan taraflarını en yalın biçimiyle aktardı. Gide, bilhassa çocuk psikolojisini ve Oedipus kompleksini mitolojiden de yararlanarak en ayrıntılı hâliyle sundu. Simone, insanın kendi iç ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihtiyacı olan şeyleri düşünce, ruh ve duygusal iç bağlar olarak açıkladı. Lawrence, bağımlılıklardan kurtulmadıkça insanın canlı kalamayacağını hem yaşamıyla hem de yazdıklarıyla anlattı. Kafka, özellikle Babaya Mektup'la bize bütünüyle gerçek ve psikolojik bir eser sunarak "sen busun, ben de buyum!" demenin önemini bilinç düzeyinde gösterdi. Özgüzel'in Kafka'ya dair söylediği bir şey daha var ki çok önemli: O, her insanın ve hatta Freud'un bile kaçtığı bilinçaltının gerçekliğini kabul edip bize veren insandır.

"Bakmak, görmek, gözlerle değil içsel varlıkla, içbenle olur. İçbenle görebilmek için kendimizi sahip olma hırsından sıyırıp dıştan içe girmemiz lazım. İçselleşemediğiniz müddetçe yaşadığınız yaşam körlüktür ve o körlüğün içinde yaşanılan hiçbir şey gerçek değildir" diyor Özgüzel ve şu önemli pratiği sunuyor: "Her insanın içindeki giz kendi içselliğinde saklıdır, onu yakalayamadığımızda kendi varlığımızın sadece suretini yaşarız. Ve kendisini çelişkilerinin karmaşıklığından doğuran büyük deha hepimize seslenir: Geç kalınmışlık diye bir şey yoktur. Bedeli ne olursa olsun toplumsal ben denen sırtımıza giydirilmiş şu eğreti elbiselerden sıyrılalım ve kendi içsel benliğimizin saflığına, çıplak gerçeğimize geri dönelim."

Edebiyatla psikanalizi yan yana koyunca Adam Phillips'i anmamak olmaz. Oldukça güzel eserler ortaya koymuş bu deli adam, edebiyat ve psikanaliz üzerine denemelerinden oluşan -zaten hep deniyor, her şeyi deniyor!- kitabı Hep Vaat Hep Vaat'te "İyi bir şair olmak insanı iyi bir psikolog, derin iç görüye sahip biri yapar, ama görünüşe göre iyi bir psikolog olmak insanı iyi bir şair yapmaya yetmemektedir." der. İyi edebiyat okurları bu sözün gerçekliğini defaatle görmüşlerdir. Bazen bir şair iki dizesiyle ruhumuzu açar, bazen bir roman kaçtığımız her duyguyu hatırlatır, bazen bir öykü yitirdiğimizi sandığımız duygularımızı koca bir sandıkla yeniden getirir. Böyledir edebiyatın gücü. O, çoğu zaman oyun gibi görünürken gerçeği içimize işler. Gelişim psikolojisi tarihinin büyük ismi Donald Winnicott da Oyun ve Gerçeklik'de bu ayrıntıyı cımbızlar: "Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanmaz, hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir ve bu gerilimden kurtulma imkânını sağlayan, sorgulanmayan bir ara deneyim bölgesidir (sanat, din, vs.). Bu ara bölge, oynarken "kendini kaybeden" küçük çocuğun oyun alanıyla doğrudan bağlantılıdır."

Kitabı bitirmeme yakın bir zamanda Mine Özgüzel'in Yekta Kopan'la Yazar Söyleşileri'ne konuk olacağını öğrendim. Bir not kâğıdı aldım -tam burada çocukluğuma döndüm- ve "Her insanın yazmak istediği türden kitaplar vardır, size çok teşekkür ediyorum" yazarak arkadaşlarımdan kendisine iletmelerini ve mümkünse kitabımı imzalamasını rica ettim. "Edebiyatın iyileştirici gücü adına, sevgilerimle" diyerek imzalamış Mine Hanım, sağ olsun var olsun. Var olalım. Varlığın kıymetini bilelim. Esas yokluğa belki orada ulaşırız...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf