"Toplumsal bakımdan sadece hizmet alıcı şeklinde hareket ederek yurttaşlık haysiyetini yitiren kullanıcı, böylece toplumsalı ve toplumsallığı da yitirir. Bu artık eski bireyciliğin varoluşsal tecridi değil, mesajların boğduğu daha derin bir yalnızlık olacaktır."
- Henri Lefebvre (Gündelik Hayatın Eleştirisi, Sel Yay., Çeviri: Işık Ergüden)
Sosyal medya, kişinin herkesi kendi gibi gördüğü bir saha. Bu sahanın kendine has bir canlılığı olduğu gibi, diliyle ve kullanım biçimiyle de kullanıcının karakterinden farklı görünmesine sebep olan bir 'raconu' söz konusu. Sosyal medya üzerine konuştuğumuz her süreçte, yeni mecraların ya da yeni 'sanal cemaatlerin' hiç durmadan türediğini söyleyebiliriz. Sürekli bir akış, kendini yenileme var. Bu akış, bilgiyi(?) adeta taarruz hâlinde getiriyor ekranlara. Kendini yenileme durumu ise mecraların ne maksatla kullanıldığına bağlı. Ülkemizde bu sahayı çok iyi biçimde kullanan, sorumluluk sahibi 'kişiler' olduğu gibi, tamamen hamasete ve hedef göstermeye odaklı 'bireyler' de bir hayli fazla, belki de daha fazla.
Dominic Pettman'ın oldukça güncel olan Sonsuz Dikkat Dağınıklığı adlı kitabında; gündelik yaşamın kendine mahsus stresi, yoğunluğu ve dikkat gerektiren işleri içinde sosyal medyaya nasıl bakılmasına dair yazdığı makaleleri bir arada bulunuyor. "Mesajlaşma dışında hiçbir şey yoktur" başlıklı önsözünde kitlelerin bu yeni afyonu olan sosyal medyanın nasıl bir ağrı kesici olduğuna değiniyor Pettman. Hemen ardından "Kafesteki kuş neden öter bilirim" başlıklı uzun giriş yazısında, dikkat eksikliği bozukluğu gibi hastalıklardan kişinin silinen yükümlülüklerinden ve doymak bilmez 'bilgi' iştahından bahsediyor. Bu giriş yazısında yeni okumalar yapabilecek kitapları keşfetmek de mümkün. Özellikle Henri Lefebvre, Jean Baudrillard, Guy Debord gibi isimlerin kitaplarından sık sık atıflarda bulunuyor yazar. Korkunç olan, söz konusu sosyal medya olduğunda dikkatin ne yana doğru kaydığıdır ona göre: "Kafede oturmuş, dizüstü bilgisayarında çalışan bir kentliyi gözlemlediğimizde, Zen mertebesine ulaşmış biriyle karşılaştığımızı düşünebiliriz: gözünü bir an kırpmayan o dikkat hâli içerisinde neredeyse otistiktir. Fakat aynı ekrana gidip bakacak olsak, yine benzer şekilde hem kendinden geçmiş hem kıpır kıpır birkaç başka kişi arasında yazışarak, geçiş yaparak, atlayarak, tweet'leyerek, keserek, yapıştırarak ve emojiler kullanarak yönünü bulan kullanıcının pek çok sekme açtığını görmemiz olasıdır. Bakışı uzun fakat yüzeyseldir, sinemadaki (artık soyu handiyse tükenen) aklı başından gitmiş seyirciden farklıdır." [sf. 32-33]
Sosyal medya dediğimiz olguyu mecra esaslı düşünmek, türlü ruhsal çözümler için alan darlığına sebep olabilir. Mesela ansızın gelen "Sepetinizdeki ürünler sizi bekliyor!" başlıklı bir mail, sosyal medyadanın 'plansız planlılığını' işaret eder. Sanki her şey olağan akışındaki gibidir ama aslında hiç de öyle değildir. Pettman bunu oldukça iyi yakalamış: "Kimimiz iktisadi adaletsizlikten ya da iklim değişikliğini reddedenlerden ötürü köpürürken, kimimizin sevimli bir kedi videosu karşısında kıkır kıkır gülmesi son derece planlıdır. Tıpkı (iki saat sonra) tersinin yaşanmasının da planlı olduğu gibi. Böylelikle gerçek toplumsal değişimin asıl itici gücünü oluşturan o bulutsu infial duygusu, enerji şirketlerinin akımda oluşabilecek tehlikeli dalgalanmaları önlemek için elektriği ülke çapında dengelemesine benzer biçimde, ağ üzerinde güvenle yeniden yönlendirilebilir. Dolayısıyla bu stratejik olguya "hipersenkronizasyon"dan ziyade hipermodülasyon diyebiliriz. Yahut da söylemesi daha kolay bir ifadeyle, kasti uyumsuzluk. Verimli gecikme. Yalpalayan oyalanma." [sf. 33]
İlerleyen bölümlerde Pettman, daha sonra sıklıkla vurgu yaptığı kimi kendine ait kimi de diğer düşünürlerden devşirme kavramlarla hem ebeveynlere hem de bu gölgesi bol mecraları çözmek isteyenlere sesleniyor. Sel Yayıncılık tarafından neşredilen 126 sayfalık kitabın diğer bölümleri şöyle sıralanıyor: Hipermodülasyon (ya da dijital haletiruhiye halkası), senkronizasyon istenci, algoritmanın köleleri, muzır içeriğe dikkat: fappening ve dikkat dağıtıcı başka erotik şeyler, sonuç: tek boynuzlu atın peşinde.
Hafızanın neredeyse yok olup onun yerine anımsamanın geçtiği, dolayısıyla bunamanın da yalnız bir hastalık olarak değil erkenden karşılaşılan ciddi bir düşman olduğu çağda, mahşerin dört atlısını şöyle sıralıyor Pettman: Zorunluluk, dikkat dağılması, erteleme ve bağımlılık. Bu dörtlü, hepimizi 'yüksek maaşlı kadroların ellerinde' birer pazarlama aracına çeviriverir. Hiçbir ücret almadan ve vermeden yazıp çizdiğimiz, internete saldığımız mesajlar, hiç bilmediğimiz yerlere birer reklam olarak gidebilir. En sarsıcı gerçeklerden biri de şu: Toplumsal vicdan gereği imzaladığınız eylem planı, herhangi bir satış sitesi için yıllarca çalışılsa ortaya çıkarılamayacak, aranan bir veritabanı olabilir. Yani siz ağaç katliamına karşı imza atarken, yarın öbür gün önde gelen not defteri markalarından biri size uçuk fiyata 'çok sevimli' defterler sunabilir. İşte bu da sosyal medyadaki dikkat dağınıklığının, yani dikkati oraya buraya gönderip geri getirmenin 'sağladıklarından' biridir.
"Ağ üzerine yüklediğimiz anda düşüncelerimiz, konuşmalarımız, anılarımız ve izlerimiz başkasına ait olur, onlara el konulur. Yüzlerimiz etiketlenir ve veritabanına aktarılır. Tüm etkileşimlerimiz, herhangi bir kalıba dayanmayan başka iletişim biçimlerinin olduğunu unutmamızı sağlamak için giderek daha kısa aralıklı muazzam bir geri-besleme döngüsü içerisinde ele geçirilir, yönlendirilir, yeniden işlenir ve tekrar bize iletilir. Bu açıdan bakıldığında fikrimizi değiştirmeye başlayıp sosyal medyanın en doğru tasviri ya da alegorisinin Cıvıldayan Makine değil de The Human Centipede (İnsan Kırkayak) filmi olduğunu düşünebiliriz: başka hiçbir yerden nefes ya da besin alamayacak şekilde birinin ağzı öbürünün anüsüne dikilmiş, önündeki erkek veya kadının türlü çeşit ifrazatını yutan, ne yaptığından habersiz dehşet verici bir insan zinciri." [sf. 94]
Charlie Chaplin, hayatı yakın plandan bakıldığında trajedi, uzak plandan bakıldığında komedi olarak nitelendirir. Sosyal mecralarda akan verilere ciddi bir bakış attığımızda şöyle bir durumla karşılaştığımızı söylüyor Pettman: Bin kere büyütülmüş matrak ve kötü bir buluşma, kitlesel çapta gerçekleşen bir duygusal mühendislik, sinik ve hayat köreltici hesaplamalar.
Bilginin ve dolayısıyla bilmenin nasıl bir evrim geçirdiği aşikar. Enteresan biçimde Henri Lefebvre'nin on yıllar öncesinden yaptığı yorumlar birer birer çıkıyor. O, tüm okurlarına "Bilmek artık kavramlar kullanmak değil. Sadece enformasyonu almak ve belleğe kaydetmektir. Bilmenin yerini alan enformasyon, düşünceyi ortadan kaldırır ve pozitif bilgiyi, yaşantının dışında kalan, yığılan, biriken, unutulmadan belleğe kaydedilen şeye indirger" der. Geriye kalan şey ise hatırlamak değil, anımsamaktır. Çünkü hatırlamak insana, anımsamak kullanıcıya (user) mahsustur. Bu yüzden kullanıcı her bir mecraya dalışında (login) mutlaka "beni hatırla" der (remember me), "sakın unutma çünkü ben sadece anımsamaya programlıyım!" demiş olur böylece. Uzaktan bakınca korkunç değil mi? Adımız, doğum tarihimiz, yaşadığımız yer hepsi internette bir yerlerde -şimdi bulut deniyor ki o daha da korkunç- kayıtlı. Hatta kredi kartı numaramız ve şifremiz de. Neticede biz onay vermişizdir ve kaydet (save) demişizdir. Her şeyimi kaydet, sakla ve benim yerime hatırla!
Sosyal medyayı sık kullanmanın bilhassa kadın psikolojisine çok iyi geldiğine yönelik araştırma sonuçları var. Yine, sadece kendi fotoğrafını çekebilmek (selfie) için vücuduna üçüncü bir uzuv eklemiş yepyeni canlı türleri de var. Baudrillard'dan atıfla, bir "iç zehirlenmesi" denebilir sosyal medyanın bütününe. Dikkatten uzak, kendi kendinin yobazını üretebilen koca bir mekân sosyal medya, hatta birbirinden farklı cemaatler birleşimi.
Bitirken Zygmunt Bauman'ın "Cemaatler: Güvenli Olmayan Bir Dünyada Güvenlik Arayışı" kitabından bir paragraf aktarmak istiyorum. Buradaki cemaat kelimesini/kavramını, sosyal medya olarak okumayı deneyin (zannedin) derim:
"Her şeyden önce, cemaat “sıcak” bir ortamdır, keyifli ve rahat bir yerdir. Şiddetli yağmurda altına sığındığımız bir saçak, dondurucu soğukta içinden çıkmak istemediğimiz şömineli bir oda gibidir. Dışarıda her çeşit tehlike pusuda beklemektedir; dışarı çıktığımızda tetikte olmamız, kiminle konuştuğumuza, bizimle konuşanın kim olduğuna dikkat etmemiz, her an dikkatli olmamız gerekir. Cemaatin içindeyken gevşeriz; güvendeyizdir, burada karanlık köşelerde beliren tehlikeler yoktur."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf