Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar.
Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor. Evet, şimdiye kadar hocaya dair geçmiş zaman kalıbı kullanmadığımın farkındayım. Bazı insanlar ölmüyor, göçüyor. Buna iman etmişiz.
Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten…
16 Şubat 2021. Marketteyim. Süt, yumurta, yoğurt. Hiçbiri köy kokmayan ama üzerinde organik yazan birkaç ürün alıp çıkıyorum. Eve girerken eşim kapıda, “kötü bir haberim var” bakışını fırlatıyor önce üzerime. Sözünü bitirmeden telefonum çalıyor. Yekta Kopan. “Başımız sağ olsun” diyor. Öyle bir diyor ki salonun orta yerine çöküyorum. Neredeyse yirmi senedir ne yazsa ne söylese takip ettiğim bir güzel insan, ansızın göçüveriyor bu diyardan. 2021’in başından itibaren kendisine dair epey mesaim olmuştu üstelik. Evvela, “Var Mısın?” kitabına bir arka kapak metni yazmıştım. Akabinde, editörlüğünü yaptığım Yekta Kopan ile Yazar Söyleşileri programı için yoğun bir mesaiyle daha evvel okuduğum kitaplarını gözden geçirip sorular hazırlamıştım. Sorulardan birini hazırlarken, hocanın “şükür makamında” olduğunu düşünmüştüm. Öyle bir yaşıyordu ki her yönüyle lezzetli. İnsan insana. Ve daima şükür hâlindeydi. Bu kadar insanın yüreğine dokunmak, bunca kitap, seminer… Yekta Kopan, soruyu kendisine yönelttiğinde bir şey dikkatimi çekti. Doğan hoca, sorudaki “şükür makamı” sözünü duyar duymaz bir kenara not etti ve bu tabirin çok hoşuna gittiğini söyledi. Yekta Kopan, büyük bir hakkaniyet göstererek bu tabirin fakire ait olduğunu belirtti. Hoca tebessüm etti. O tebessümde şu sözlerini görmüştüm sanki: “Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum.”
Yaşamında gönül kelimesine özel yer ayıran insanlar tanıdım. Hepsinin ortak özelliği, hiçbir koşulda kendilerini düşünmemeleriydi. Gönlün tek başına bir şey edemeyeceğini biliyorlardı. Bir başkasını mutlu etmek ve kenara çekilmek. Teşekkür dahi istememek. Buydu onların hakikati. Bir insan düşünün ki en büyük isteği tüm insanların "gönlünün muradını" keşfetmesi. Doğan Cüceloğlu hoca yeryüzünün her yerinde bunun için çalıştı. Kimse ömrünün sonuna geldiğinde "Ben boşa yaşamışım, hep başkaları için çalışmışım, kendimi unutmuşum" demesin diye. Ne büyük gönül… Hocanın hayatındaki bazı noktaları Damdan Düşen Psikolog adlı nefis nehir söyleşisi eşliğinde düşünürken, şu acizane yazıyla onu Söğüt’te ağırlamanın çok yerinde olacağını düşündüm.
Silifke’nin Mukaddem Mahallesi’nde doğmuş Doğan hoca. Babası Sami Cüceloğlu, delidolu bir adam. Rüştiye Mektebi’ne gitmiş. Velisi kim olmuş dersiniz? Enver Paşa. Birisi onun hakkında “akıllı çocuk, mutlaka okumalı” deyince Enver Paşa, Adana’daki bir okula mektup yazmış, “ilgi gösterilsin” diye. Okulun yemekhanesinden hep sarımsaklı yemekler çıkınca baba Sami giymiş şalvarını, çarşafını, kaçmış. Okuma yazma bildiği için Birinci Dünya Savaşı’nda çavuş olmuş: Sami Çavuş. İstiklâl Harbi’nde Silifke Erdemli civarında Karakol Komutanlığı yapmış. Toplam 9 yıl süren bir askerlik. Ardından manifatura dükkânı. Hiçbir zaman başarılı bir esnaf olamamış, şair mizaçlıymış. Bir süre CHP İlçe Başkanlığı yapmış. Çok güzel Kur’an ve ezan okurmuş. İyi derecede keman, ud ve saz çalarmış. Velhasıl, ihtiyarlık dönemlerine dek delidolu imiş. Ta ki hürmet ettiği bir komşusundan etkilenerek Nakşibendi yoluna bağlanana kadar. Sonra meşk meclislerini bırakmış, aile efradına dini telkinlerini artırmış, müziği hayatından çıkarmış. Doğan hoca, anne tarafından da Yörük. 10 yaşındayken annesi Zehra Cüceloğlu vefat ediyor. Altı ay sonra Sami Cüceloğlu eve bir kadın getiriyor. O da Yörük. Geniş ev halkı ‘yeni gelen’i kabul etmiyor tabi. Yaramazlık gırla. Fakat burada bir hadise var. Doğan Cüceloğlu'nun "annen yok kimsen yok" anısı çok yakıcı. Ama bir de "analığım" dediği Yörük Ayşe'nin ona bir öğüdü var ki hayatına yön vermiş. Cüceloğlu, "bannak gibi güpgüççük" bir kuşu sapanla vururken şöyle demiş Ayşe Teyze: "Vurma yavrum, günah. Canın küçüğü olur mu?"… Canın küçüğü büyüğü olur mu? Müthiş bir tohum aslında bu soru. Ayşe Teyze’nin attığı tohumu, kırklı yaşlarının sonuna doğru fark ediyor Doğan hoca. “Ya hu, Yunus’un ‘bir ben vardır bende, benden içeru’ dediği bu işte. Bizim bakmamız gereken her şey tasavvufta var.” diyor.
Doğan Cüceloğlu’nun eğitim hayatında bugün hepimizin saygıyla ve sevgiyle andığı birçok büyük isim var. Hepsi de Söğüt’ü mayalayan kaynaklar. Mesela, Ankara Atatürk Lisesi'ndeyken Cüceloğlu’nun edebiyat ve kompozisyon öğretmeni Cahit Okurer. Bir gün hocasına ona ne olmak istediğini soruyor, mühendis olmak istediğini duyunca, “bilim adamı olmak istemez misin?” diye tekrar soruyor. Okurer’in onu etkileyen diğer sözleri de çok önemli: “Bu ülkenin sorunlarının temelinde eğitim sisteminin bozukluğu var. Eğitim sistemini de düzeltecek olan Türk psikologlar olacak. Senin bir Türk psikoloğu olman gerekir.”
Okurer zaten İstanbul’a bir mektup göndermiş bile o vakitlerde, Mümtaz Turhan’a. “Sana bir talebemi gönderiyorum, eti senin kemiği benim” kabilinden. Cüceloğlu nihayet, İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümüne kaydoluyor. Mümtaz Turhan, çok çekinilen bir isim. Okurer gibi sıcak bir yapısı yok, daha haşin. Onunla diyalog geliştirirken asistanı Yılmaz Özakpınar da ağabeylik yapıyor Cüceloğlu’na. Öte yandan, hukuk fakültesi öğrencisiyken Fethi Gemuhluoğlu’nun tavsiyesiyle bölümünü değiştiren ve edebiyat fakültesine, felsefe bölümüne geçen Erol Güngör de Cüceloğlu’nun hayatında çok önemli bir yere sahip. 4 yıl boyunca aynı odayı paylaşmışlar. Kasım 2018’de, doğumunun 80. yıl dönümünde Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası'nda gerçekleştirilen bir toplantıyla anılmıştı Erol Güngör. Orada merhum Mehmet Genç hocayla birlikte konuşma yaptı Cüceloğlu. Şu güzel sözleri söylemişti Güngör için: “Rahmetli dedesi İmam Hafız Osman Efendi, çok küçükken Güngör'ün yeteneğinin farkına varıp, mayalamaya başlamış, öyle görüyorum ben. Bu nedenle dedesi ile beraber yaptığı yolculuk, orta okul zamanında sohbetlere katılması ve Arapça'yı öğrenerek, Osmanlıca'ya hâkim bir şekilde, literatüre girmesi gibi... Ben Erol'la konuşmaya başladığım zaman unuturdum bir insanla konuştuğumu, sanki bir kütüphaneye girmişim de kütüphane konuşuyor gibi gelirdi bana. Hiçbir zaman bana bilmişlik taslamazdı. Sadece ısrar eder, sorarsam birkaç cümle söylerdi. Onun çok önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum ve yazdığı eserlerden dolayı ona çok müteşekkirim. Çünkü tarihine, toplumuna, kültürüne, dinamiklerine, insanına, bir bilim insanının kafasıyla bakabilmek önemli. Buna çok ihtiyacımız vardı ve hala da var. Bundan dolayı kitaplarının yeniden basılmasına ön ayak olmak çok önemli.”
Doğan Cüceloğlu henüz doğmadan evvel, annesi bir rüya görmüş. Onun deyimiyle “ak sakallı bir pir”, annesine doğacak olan evladının “özel” biri olduğunu bildirmiş. Nitekim babası da, tuttuğu günlüklerinde oğlu Doğan için “diğerlerinden farklı, sezgileri kuvvetli” kabilinden cümleler yazmış. Şunu net biçimde görüyoruz ki Cüceloğlu hoca insanların hayatına dokundu çünkü onun hayatına dokunan, çok önemli hikâyelere sahip kimseler vardı. Annesi, çok sonraları affedip anlayabildiği babası, ağabeyleri, öğretmenleri… O, her şeyin kadim bilgelikte olduğuna inananlardandı. Nitekim şöyle der: “Kitap yazıyorum, ismim var ama içten içe, bir dağ başında, okuma yazma bilmeyen bir köylüden daha önemli olmadığımı biliyorum.”
Kıymetli Mahmud Erol Kılıç hocama “Oedipus kompleksi için tasavvuf bize ne söylüyor?” diye sorduğumda, “creative suffering” diye bir kavramdan bahsetti. Acılarını birer elem, keder, gam meselesi hâline getirmeyip onlarla yaratıcı bir sürece giren, hayatı boyunca da üreten kimselerin beslendiği kaynak: yaratıcı acı. Cüceloğlu da bu kimselerden gibi gelir bana hep. “Ben çocukluğumun eseri değilim. Şu andaki Doğan olarak çok daha karmaşık bir sürecin eseriyim. Hâlâ devam eden bir süreç… Olmuş bitmiş değilim. Irmak akmaya devam ediyor” der. Kızılderili bilge Don Juan Matus’un “Eğer sen kendini bir kurbağadan veya bir kuştan daha önemli görüyorsan, bu sadece senin bilgelikten uzak olduğunu gösterir” sözünü benimsemiş bir yürek o. Ve o yürek hâlâ aramızda, hep aramızda olacak. İşin içinden çıkamadığımız anlarda bize yol gösterecek, içimizi ferahlatacak, ışık olacak. Var oluşumuzu anlamlandırma yolunda kuvvet verecek. “Sen insansın” diyecek, “kadrini kıymetini bil ve varlığının hakkını ver, güzel gör, güzel söyle, güzel yaşa” öğüdünü fısıldayacak. Daima şükretmeyi hatırlatacak. Ne mutlu ki seni tanıdık Doğan hoca, şerefyâb olduk. Ne mutlu…
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.