"Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz. O gördüğünüz şey sizi sonuca götürecek şey midir yoksa gerçekle aranıza giren bir engel midir? Bakış açımızı değiştireceğiz. Kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız."
- Komiser Ferman, Av Mevsimi (2010)
Bir konuda, bu ister siyaset olsun ister spor, herhangi bir tarafı seçtiğimizde artık totalitarizme hizmet ettiğimizi açıkça söyleyebiliriz. Ağır bir başlangıç olabilir lakin biraz daha ağırlaştırmakta fayda var. Bir çocuğumuz olduktan sonra, buna gerçekten isteyerek ulaşıp ulaşmadığımızı sorabilir miyiz kendimize? Bir maymun iştahı ya da mahalle baskısı, neden olmasın? Bir derneğe, partiye, spor kulübüne hatta spor salonuna üye olduğumuzda, sahiden istediğimiz için mi gerçekleştiririz bu üyeliği yoksa aidiyet duygusuyla yanıp kavrulan ruhumuza şifa bulabilmek için mi? İkisi de değil, çünkü insan önce bir yere ait olur ondan sonra o yerin sözcüsü olmaya, bir karakteri olmaya çalışır. Olur da. Kırk yıllık üye rolüne bürünür hemen, yaptığının gerçekten bir seçim olmadığını bile bile.
Bir uzlaşma, aynı zamanda özgürlükten uzaklaşma değil midir? Uzlaşma, iki tarafın da karşılıklı ödünler vermesi anlamına gelir. Peki aşk, ödün vermeyi mi gerektirir de muhakkak bir sözleşme, ilan, sembol aranır tam ortasında? Yoksa yine yukarıda bahse konu ettiğimiz "aitlikle bürünülen yeni karakter" mi gerektirir bunları? Evlenilir, biz evliyiz diyebilmek için. Çocuk yapılır, çocuğum var diyebilmek için. Evlilik ne zaman, çocuk yok mu planda gibi sorular bu eylemlerin her birinde sanıldığından çok daha fazla etkilidir mesela. Tıpkı ne zaman ev-araba alıyorsun, ne zaman tatile çıkıyorsun gibi. İhtiyaçlarla şovlar birbirine karışmış vaziyette. Modernleşmenin hayatımıza attığı en büyük kazık, hepimizi "mış gibi" insanlar hâline getirmesi belki de. Gerçekten istemiyoruz hiçbir şeyi, gerçekten yaşamıyoruz hiçbir şeyi. Tutkunun, emeğin, beklemenin kıymetini bilmiyoruz. Bu yüzden belki de en hayırlısı, doğru zamanda susmak, suskunluk. Çünkü: "Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar - insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız."
Gündüz Vassaf yeni zamanların tüm numaralarını, hilelerini ortaya seriyor Cehenneme Övgü'de. Tarihin insanlar eliyle silindiğini, bilgiye ve habere boğulan totaliter toplumlarda hafızanın ancak hastalanıldığında akla gelen bir 'şey' olduğunu anlatıyor uzun uzun. Her bölümünde, nasıl olur da yirmi yıl önceden bu acımasız gerçekleri görebildiği ve daha da ötesi bu farklı bakış açısıyla yazdığı konusunda şaşkına uğratıyor okuyucuyu. Bu gerçekçiliği kitaba yeni baskılar, yeni haklı yumruklar attırmaya da devam ediyor. Ocak 2018'de 34. baskısını yaptı Cehenneme Övgü. İletişim Yayınları'nın medarıiftiharlarından.
Her kitap iz bırakır, muhakkak bırakır. Ancak önemli olan bıraktığı izin ne kadar sahici bir iz olduğu. Çünkü bazı izler kolay silinir, bazıları da ömür boyunca bakış açınıza, yaşama biçiminize tat katar. Bu tat her mevsimde, her zorlukta ve aşamada kendini gösterir. İşte o zaman okumanın gücü ruhu ayağa kaldırır. Dil, yeni bir şey söylemekle değil onunla buluşan ruha kattığı anlam boyutunda kuvvetlidir. İnsandaki gerilimi ölçen dil, kalıcı dildir. Kalan, başedendir. Sürüyle gitmeyi değil, tek başına yaşam denen o büyülü kavganın bekçiliğini yapandır, Vassaf'ın hatırlattığı bir Nâzım Hikmet dizesinin ruh bulduğu insandır kalan: "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" onun işidir. O, yazmaktan yani kaydetmekten, paylaşmaktan yani hatırlatmaktan asla vazgeçmez: "Yazmak, kaydetmek ve yazdıklarımız üzerine düşünmek önemli. Bilgi ve haber selinin tutsaklığından ancak kendi haber ve düşüncelerimizi yazmakla, paylaşmakla kurtulabiliriz. Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır."
Adıyla, epigrafıyla, içindeki çizimlerle ve konularla ayrı ayrı şaşırtan bir kitap Cehenneme Övgü. "Papanın cennetine inanmayan Giordano Bruno'nun anısına" diyerek başlamış Vassaf. Bruno bize neyi hatırlatır? Ölüme giderken bile hakikati haykırmayı, çoğunluğun inandığı her şeyin doğru olmadığını, dik durmanın siyasi bir söylem değil aklın ve kalbin aynı anda atabilmesini hatırlatır. Bu yüzden de "Yaşamın amacı, kaderi anlayabilmektir; çünkü bu bilgi gerçek kurtuluş olan Tanrı ve sonsuzla birleşme bilincine bizi yöneltebilen tek şeydir." der. Vassaf da şöyle açıyor bu gerçeği: "Ölümün bilincinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir. Her anımız, ölüm unutkanlığı içinde geçiyor. Ölümü dışarıda bırakan tüm düşünce ve eylemler, yaşamı mülk edinme çabasına götürür insanı. Pek çok ilişki, bu olanaksızlık, bu yalan, yani yaşamın mülk edinilebildiği düşüncesi üzerine kurulmuştur. "Yaşamın amacı" denilen şeye ilişkin tüm misyonlar, insanın kendinden kaynaklanır. Yaşama ilişkin tüm açıklamalar, bizzat kişinin tanımladığı bir hedef, anlam ve amaç bulma çabasından ibarettir. Yaşamın amacı, ölünceye kadar yaşamaktır."
Kitap yirmi yıl önceden bugünlerdeki ruh hâlimizi anlatabilmesi açısından da psikolojik bir okuma sunuyor. Hem de psikolojiyi hırpalayarak. Hapı ve parayı araç edinmiş tüm bilimlerle gerektiğinde alay ederek. Çünkü bizim ruh krizimizin içindeki en büyük şey, sevdiğimiz birçok konuyu ve karakteri yüceleştirip onlara topyekûn teslim olmak. Hiçbir süzgeçten geçirmeden, hiçbir filtreyle bir kez daha, farklı bir bakış açısıyla bakmadan teslim olduğumuz her şeyin bizi ele geçirdiğini görmüyoruz. Anne-baba nasihatlerinden siyasilerin gözümüze gözümüze soktukları şovlarına kadar bu böyle. Cehenneme Övgü; saltanatı, gücü, makamı övmenin ve sahiplenmenin hiçbir inançla ilgisi olmadığını, bu 'sorun'un patolojik olduğunu da ortaya koyuyor. Bir insanı bu kadar kutsallaştırmaya, yüceleştirmeye ve bunları yaparken diğer her şeyi ezmeye götüren şey zaten, olsa olsa ruh krizidir.
Kişilik yani varlık sorunlarımızdan biri de arayışı nerede ve nasıl yapacağımızı pek bilemememiz. Sürekli bir şeylere muhtaç vaziyette, tam teslimiyet içinde yaşıyoruz. Herkes bir rehber arıyor kendini aramaktan önce. Kendi sorunlarını, çıkmazlarını bulmadan arıyor hem de. Midesi yanıyor ama kulak burun boğaza gidiyor, gibi. "Yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir sürü yer olduğu halde o kadar sıkışıp kaldık ki, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağımızı gösteren ışıklara muhtacız" diyor Gündüz Vassaf. Ayrıca: "Kendimize inanmadıkça, bireyselliğimizi vurgulamaya gücümüz yetmedikçe, grubun ardı sıra sürükleniriz."
Sevgiyi 'akılcı' bir hâle getirdik. Vassaf tam da burada "insan çılgınca aşık olur, akıllıca değil" diyor. Sanatın tüketim malzemesine dönüştüğü bir toplumda elbette 'kahraman'lar ve 'tanrı'lar yaratmak da insanın elinde ona göre. "Özgür toplumda kahramanlara yer yoktur. Özgür insanın kahramanları olmaz." oysa. Laf anlatmak diye saçma bir tabir var, bunun sebebini de şöyle özetliyor: "Birbirimizi anlayamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır."
Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf'ın alametifarikası. Hem bakış açımıza zenginlik katan hem de bilincimizi kuvvetlendiren nadir eserlerden biri. Vassaf "kendi kendini yazan kitabım" diyor, bu da şunu işaret ediyor: baskıya yazarak karşı çıkmak, varlığı anlamlandıran en samimi ve doğal güçlerden biri, belki de en güzeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf