"İnsanoğlu için en büyük mutluluk
Sadece insanın kendi kişiliğidir!"
- Goethe, Doğu-Batı Divanı
"Bir insanı başkalarından ayıran özellikleri belirlemek, o insanı tanımaktır."
- Hermann Hesse, Narziss ve Goldmund
Düşmesiyle, kalkmasıyla, kaygısıyla, kırılganlığıyla, yarasıyla, yasıyla insan denen varlık için her nefeste bir şeyler olur, bir şeyler biter. Çünkü insan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat. İnsanın yazgısında savrulmak vardır. Kimse her zaman dimdik duramaz, daima dümdüz ilerleyemez, ömrü boyunca dosdoğru yaşayamaz. Savrulmak yaralanmaktır ve insanı evvela kendi yaraları iyileştirir. Hayat, kabuk tutmaktır.
"Paramparça edilmemiş, fırtınalara göğüs germemiş, tel tel dağılmamış, büyük dikişler ve çirkin yara izleriyle, pek nahoş bir halde kendini tekrar bir araya getirmemiş insanlara tahammülüm yok. Ancak böyle olurlarsa bir parıltı görürüm. Ama dışı pırıl pırıl olan şu tipler, şu kıç sallayanlar, doğrusu onlardan hiç hoşlanmam. Hem de hiç." diyor Andrea Dworkin (aktaran: John Berger, Portreler), ne güzel diyor.
Ölene dek taşıdığımız o gizemli kabuğumuzun altında, arka ya da saklı bahçemizde, belleğimizin ve hatıralarımızın karakutusunda ne vardır? Elbette çocukluğumuz vardır. İnsan gelişiminin başlangıç noktası ve hiç bitmeyen o kıldan ince, kılıçtan keskin çizgisi. Öyle bir çizgi ki paçamızı, yakamızı bırakmıyor. Hem omuz verenimiz hem de omuz isteyenimiz oluyor çoğu zaman. Arzularımızın, meraklarımızın, tutkularımızın yakıtı o. Çocukluk yaşlarında merak duyduğumuz, sonradan vazgeçtiğimiz birçok şeye olgunluk çağlarımızda yeniden kavuşmamız bundan.
"Yolları yollara sormayı ve denemeyi sevdim hep. Bir sorma bir denemeydi benim tüm yürüyüşüm." diyor Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt adlı başyapıtında. "Aradığın da seni aramakta..." diyor Rumî, Dîvân-ı Kebîr'inde. Sonra mesela Kafka, "Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa buradan, ancak böylelikle hedefe varabiliriz." diyor. Peki Kişiliğin Gelişimi'nde Carl Gustav Jung, insanın bu asla bitmeyecek arayışlarında, buluşlarında, vazgeçişlerinde ve yoruluşlarında neyin rolünün üstün olduğunu söylüyor? Şöyle: "İç sesin ruhu bizim hem en büyük tehlikemiz hem de vazgeçilemez bir yardımcımızdır."
Duygu Olgaç'ın titiz çevirisiyle Pinhan Yayıncılık tarafından neşredilen Kişiliğin Gelişimi; çocukta psişik çatışmalar, Amerikalı psikolog Frances G. Wickes'in "Analyse Der Kindersele" kitabına dair bir giriş yazısı, çocuk gelişimi ve eğitimi, üç oturum süre analitik psikoloji ve eğitim, doğuştan yetenekli çocuk, bireysel eğitimde bilinçdışının önemi, kişiliğin gelişimi ve psikolojik bir ilişki olarak evlilik başlıklarına ayrılmış. Kitabın çocukluktan başlayıp eğitime, oradan bilinçdışına ve kişiliğe, son olarak da evliliğe doğru bir kronoloji çizmesi etkileyici. İnsanoğlunun hayatındaki en önemli evreler. Diğer yandan evlilik de insan yavrusunun doğumuna bir vesile. Böylece Jung döngüyü tamamlıyor. Her zaman ki gibi daireye işaret ediyor. İnsanın kişiliğinin gelişim sürecinde zaman zaman yaşanan yoğunluğun ve zorlukların yükünün de bir sahibinin olduğunu hatırlatıyor üstelik: "Bitmek bilmeyen kalıp ve alışkanlıklarıyla kitleler halindeki insanlığın ağır yükünü, Tanrıdan başka biri nasıl dengeleyebilir?"
Jung'un; insanın bir amacının, özellikle de ruhani bir amacının olmasına yönelik düşünceleri beni her zaman etkilemiştir. Hemen hemen her kitabında ve makalesinde bu düşünceye yer verir. "Bir erkek için ekmek parasını kazanabilmek ve eğer mümkünse bir aileyi geçindirmek kadar önemli olan bir başka şey, kendi hayatına tam olarak bir anlam verebilecek şeyi elde etmesidir." cümlesi, insanın zihnini uzun bir süre meşgul edebilir örneğin. Dünya edebiyatı sadece işe gelip giden ve böyle bir rutin yüzünden hem kişiliğini hem de ömrünü heba eden, üstelik yakınlarına da hiç bir faydası olmayan karakterleri işleyen romanlarla dolu. Dünya sineması da keza. Jung işi biraz daha öteye taşıyor: "Ruhani bir amaç, ruh sağlığının kesin gerekliliğidir; bu, tek başına dünyayı kaldırmanın mümkün olduğu ve doğal durumu kültürel bir duruma dönüştüren bir Arşimet noktadır."
Birbirinden bağımsız gibi görünen makaleler dikkatle, altını çize çize ve üzerinden düşünülerek okunduğunda, aslında üç önemli meseleyi insanın zihnine çakması gerekiyor:
1. Çocukluk döneminde yaşananlar kişiliğin gelişimine dair çok şey söylüyor. Dolayısıyla bir çocuk problemliyse, çoğu zaman bunun sebebi ebeveyni ve onun geçmişi oluyor.
2. Rüyaların yorumlanması, bilinçdışının bir anlama kavuşturulması ve insanın kendi ruhunun farkında olması; kişiliğin gelişimi konusunda en önemli meseleler.
3. Kişisel kabiliyet önemli, en az ailevi aktarım kadar. Çocuğun bir şekilde sanatla buluşması, dünyaya farklı bir gözle bakmasını sağlayabilir. Dünyaya farklı gözle bakan bir insan, kendisi için anlamlı olanı daha kolay keşfedebilir. "Gönlünün muradını bulmak" diyebiliriz buna.
Kitabın tek başına özeti olabilecek bir cümle: "Her yetişkinin içinde gizlenen bir çocuk vardır; her zaman orada olan, hiçbir zaman tamamlanmayan ve sürekli ilgi, dikkat ve eğitim isteyen ebedi bir çocuk. İnsan kişiliğinin gelişmek ve bir bütün olmak isteyen kısmı bu çocuk kısmıdır."
İnsan, Jung'un da belirttiği gibi bilinmeyenden hem korkar hem de ona derin bir ilgi duyar. İnsan psikolojisi, insanı tanıma yolunda hem korkutucu hem de ilgi çekici bir kuyu. Bu kuyudan çıkamama ihtimali ne kadar ürkütücüyse, su çekebilme imkânı da o kadar etkileyici.
Kişiliğin Gelişimi, daha evvel kullandığım cümlemi bana yeniden hatırlattı: İnsan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Carl Gustav Jung etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Carl Gustav Jung etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Mayıs 2020 Cuma
20 Eylül 2019 Cuma
Uzaktaki yakınlar: Jung ve Hesse
"Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz."
- Hermann Hesse
"İnsanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli ve 'beklenmedik olanın önemi'ni kabul ederek tek başına kalmalıdır."
- Carl Gustav Jung
Bahse konu edeceğim kitabın adını ilk defa, merhum Engin Geçtan hocanın Hayat adlı kitabında okumuştum. Böyle bir kitabın varlığı bile şaşırtmıştı keza Jung en ilgi duyduğum psikiyatrken Hermann Hesse en sevdiğim yazarlardan biriydi. İkisini yan yana, üstelik mektuplarla ve fotoğraflarla takip etmek pek güzel olurdu diye düşünürken kitabın Türkçe baskısını bulamamıştım.
Geçtan hoca kitaptan çok ilginç bir paragrafı konuk etmişti Hayat'ta. Jung'un Hindularla ilgili şu sözlerini iktibas etmişti: "Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı içindedir ve 'Benlik' bu bütünlüğe ulaşmanın düşü konumundadır. Hindular bu konuyu öteden beri bilgece işlemişlerdir."
Sonra Hermann Hesse'nin romanlarında ne yapmaya çalıştığını yeniden düşünmüştüm. Bozkırkurdu aslında kendisi değil miydi? Narziss ve Goldmund yine Hesse'nin anlamaya çalıştığı, belki de kendinden iki parça, iki karakter gibi duran kimseler olamaz mı? Demian, romanın anlatıcı olan Sinclair'den ne kadar bağımsız bir varlıktı? Siddhartha'nın Bozkırkurdu'yla olan ilişkisi nasıl anlamlandırılabilirdi? Derken Şili'li bir diplomat ve yazar Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabının Destek Yayınları tarafından neşredildiğini öğrenir öğrenmez gidip aldım ve öylesine bir sayfayı açtım. Şöyle diyordu Hesse: "Bazı insanlar hem Siddharta'yı hem de Bozkırkurdu'nu yazmış olabildiğimi anlayamazlar. Fakat onlar birbirini tamamlıyor; onlar, aralarında gidip geldiğimiz iki kutup..."
İşte aradığım tipte bir kitap. Sadece mektuplarla ilerlemeyen, düşünülmüş fikirlerin ve yazılmış metinlerin kökenine inen, Hesse ile Jung'u birbirine yakınlaştıran hassasiyetleri çok da didiklemeden ortaya döken, dilimize güzel çevrilmiş -Seza Özdemir'i tebrik etmeli- bir kitap. Bir tarafta Alman edebî romantizm geleneğinin Novalis, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche'den sonraki büyük temsilcisi, Schopenhauer ve Goethe gibi Doğu düşüncesine çok sıcak iki efsanesinin sanki bir uzantısı olan, Mozart ve Bach notaları eşliğinde çalışan Hermann Hesse. Diğer tarafta ise egoyu bilinçaltından ayırma çabalarıyla, simgeler dünyasına hiç çekinmeden dalıp çıkmasıyla, arketip fikrinden mit ve efsaneleri yeniden yorumlama girişimleriyle psikoloji dünyasının bilgelerinden Carl Gustav Jung.
Hesse'nin yapıtlarıyla 1945'te tanışmış Serrano. İlk okuduğu eseri Demian olmuş. 1946'dan önce Almanya'nın dışında hiçbir yerde ünlü olmadığını söylüyor. Bir Meksikalı ressam, Boncuk Oyunu'nu okuduktan sonra oldukça etkilenmiş, bir resim yapmış ve bununla yetinmeyip Hesse'ye göndermiş. Serrano burada, böylesine hassas bir okurun kitap karşısındaki coşkusunun anlaşılabilir olduğunu şöyle açıklıyor: "Bugün bile bir kitabın ihtiyaçlarım için gerekli olduğunu düşünsem onu bulmak için dünyanın yarısını dolaşırım, bana özel bir şey sunmuş o birkaç yazara sonsuz hürmet ederim. Bu nedenle kitapların kendilerine verilmesini bekleyen, ne araştıran ne de hayranlık duyan, günümüzün ruhsuz gençliğini asla anlayamam. Ben bir kitap almak için yemek yemeden idare edebilirdim; kitapları ödünç almayı hiç sevmezdim, saatlerce onlarla yaşayabileyim diye onların tamamen benim olmalarını isterdim. İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler."
Serrano'nun bu kitabıyla birlikte söz konusu duygularında ne kadar samimi olduğu anlaşılabilir. Zira okuduklarımızdan bir 'tanışıklık' olduğunu anlayabiliyoruz ama 'dostluk' çok daha derin, ciltlerle ifade edebilecek bir yazma girişimi olurdu muhtemelen. 1951'de İsviçre'ye doğru yola koyuluyor Serrano, amacı Hesse'ye ulaşmak. Evini buluyor, bahçenin girişine doğru yöneldiğinde kapının üstünde "Ziyaretçi giremez" yazısını görüyor. Devamında evin ön kapısında Çinçeden çeviri bir şiirle karşılaşıyor. Meng-Tse'ye (Mensiyüs, MÖ 371-289) ait bu şiir; ihtiyarlığa erişen ve üzerine düşenleri tamamlayan bir insanın artık huzurla yaşamayı hak ettiğini, kendiyle yüzleşmek için gerekli olan zamana kavuştuğunu, artık ziyaret edilmesine gerek olmadığını, yaşadığı evde sanki kimse yokmuş gibi davranılması gerektiğini anlatıyor. Böylece Hesse'nin sadece yaşamının sonunda değil bütününde münzevi olmayı, huzuru aramayı ve son nefese dek düşünmeyi bir şahsiyet meselesi hâline getirdiğini anlıyoruz. Serrano ona ulaştığında "Söyleyin, huzuru burada, dağlarda bulabildiniz mi?" diye soruyor. "Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz" diye cevaplıyor Hesse. Onun doğaya, doğanın getirdiği manevi armağanlara ne kadar meraklı olduğu Ağaçlar kitabında bir nebze anlaşılabilir. Zaman zaman konuşmaları derinleşiyor Hesse'nin. Sözcüklerin birer maske olduğuna, kişiliğin aşka imkan tanıdığına, doğanın güzelliğinin en önce Doğu'daki tapınaklarda ve anıtlarda anlaşılabileceğine, Hinduların az okuma sebebinin batıdan gelen düşüncelere ihtiyaç duymamaları ve zaten Doğu'nun yükseliş hâlinde olmasına dair anlatımlar... Peşinden Serrano, "Nasıl olur da buradayım? Nasıl oluyor da bu kadar uzaktan gelip kendimi bugün sizinle burada otururken bulma şansına eriştim?" diye soruyor. Hesse, bir dönem psikanaliz gördüğü Jung'tan etkilenerek aldığı kavramla açıklıyor bunu: "Hiçbir şey tesadüfen olamaz. Burada sadece doğru misafirler buluşur. Bu, Hermetik Çember'dir.". Kitabın Hesse'ye ayrılan bölümü bazı konuşmalar, mektuplaşmalar ve anılarla devam ediyor. Serrano'nun oğlu ve Hesse arasındaki ilişkiyle, Hesse'nin ölümünden sonra mezarında yaşadığı bir an oldukça etkileyici. Esasında bu iki hikâye de Hesse'nin Hermetik Çember ifadesini doğruluyor sanki...
1947'de Antarktika'ya doğru yola çıkıyor Serrano ve Jung'a olan yakınlaşması da bu seyahatte başlıyor. Jung'un The Ego and the Unconscious kitabı yanında ve esasında bu kitap yolculuğunun amacıyla çatışıyor. Parkasının cebine koyduğu bu kitapla beraber devasa buzdağlarının arasında "Dünyanın geri kalanından uzakta, neredeyse topyekûn bir yalnızlık içindeyken modern insanda Ego'yu Bilinçaltı'ndan ayıran öteki boşluğu kapatacak bir şey" aramaya başlıyor. Jung'un ölümüne iki sene kala, 28 Şubat 1959'da Jung'la ilk görüşmesini gerçekleştiriyor. Hindular üzerine uzunca bir konuşma, peşinden Hint düşüncesi ve yaşamı, insanın bilinçten ibaretmiş gibi düşünülmemesi gerektiği, doğallık ve doğa, Hindistan'ın arketipliği, yoga, omurganın temelindeki çakralar, benlik kavramı üzerine uzun uzun konuşmalar... İkinci görüşmesinin tarihi 5 Mayıs 1969. Bu kez Küsnach'ta, Jung'un evinde. Giriş kapısının üstünde Latince bir ifade: Vocatus adque non vocatus, Devs aderit. Çağrılsın ya çağrılmasın, Tanrı mevcuttur. Gelişen ve genişleyen yakınlıkları, Serrano'ya soru sorma anlamında cesaret kazandırıyor. Sohbetin bazı derinliklerinde Hesse'yi hatırlatan ifadelere rastlamak okuyucu için de heyecan verici. "Bana göre tek önemli şey Doğa'yı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli..." ifadesi gibi. Hesse, yazarlığının yanında bir şair olarak da şiiri yücelten, çok önemseyen biriydi hiç şüphe yok ki. "Şair geçmişi çağrıştırmalı ve onu tekrar yaşamalı, fani olanı zapt etmeli. Bu onun işinin önemli bir yanıdır." sözlerini kaydetmiş Serrano. Jung da, Freud'un "Gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum" sözünü haklı çıkarırcasına şöyle demiş ona: "Kimse ne dediğimi anlamadı. Sadece şairler beni anlayabilecektir...". Jung'un mitlerle ve simgelerle ilgilenen ortak bir arkadaş aracılığıyla Hesse'yle tanıştığını öğreniyoruz sonraki sayfalarda. Söz konusu arkadaş belli ki Hesse'ye yakın bir isim. Bir süre Jung'la çalışmış fakat sonuna kadar ilerleyememiş. "Yol, çok zordur" diyor Jung.
Hesse'nin ve Jung'un kitaptaki mektupları, ifadeleri ve derinleşmeleri; edebiyatın ve psikolojinin yan yana ne çok yakıştığını gösteriyor. İnsanı büyüleyen, hayretini artıran, gönlünü coşturan iki nefis mesele. Ne insanın kendini ifade etme isteği ne de insan ruhunu keşfetme isteği biter. Bu yüzden edebiyat da psikoloji de birer mesele, belki de 'bir' mesele...
Serrano'nun arkadaşı Bochi Sen, Zürih'te birçok kez ziyaret ettiği Jung'dan bahsederken, onunla reenkarnasyonu tartıştıklarını ve Jung'un sıradaki hayatını seçme şansı olsaydı yine aynı hayatı seçmeyi tercih edeceğini söylemiş. "Bu, tıpkı Hesse gibi, hayatını tamı tamına bütün hisleriyle kavrayarak yaşamış olduğunu söylemenin bir yoluydu" diyor Serrano. İkisi arasındaki fark için Hesse'de Jung'a göre daha fazla huzur ve dinginlik bulduğunu söylüyor. Çünkü Jung son anına kadar araştırıyordu.
Okudum ve düşündüm: kaçımız senelerce üzerine ciddi okumalar yaptığımız bir yazarla yahut şairle böylesine dostluk kurabiliriz? Mesela ona uzun uzun mektup yazabilir miyiz? Beraber yürüyüş yapabilir miyiz? Var mı şimdilerde böylesine kibrini yenmiş birileri? Bilmiyorum. Bu kitap hiç değilse tüm bunları hissettiriyor, yaşatıyor.
Madem Hesse'den ve Jung'dan bahseden bir kitabı ele aldık, dün (19 Eylül 2019) vefat eden Kamuran Şipal'i de anmak gerek. Çünkü eğer bugün Hermann Hesse, Alfred Adler, Elias Canetti, Jung, Rilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Hermann Hesse
"İnsanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli ve 'beklenmedik olanın önemi'ni kabul ederek tek başına kalmalıdır."
- Carl Gustav Jung
Bahse konu edeceğim kitabın adını ilk defa, merhum Engin Geçtan hocanın Hayat adlı kitabında okumuştum. Böyle bir kitabın varlığı bile şaşırtmıştı keza Jung en ilgi duyduğum psikiyatrken Hermann Hesse en sevdiğim yazarlardan biriydi. İkisini yan yana, üstelik mektuplarla ve fotoğraflarla takip etmek pek güzel olurdu diye düşünürken kitabın Türkçe baskısını bulamamıştım.
Geçtan hoca kitaptan çok ilginç bir paragrafı konuk etmişti Hayat'ta. Jung'un Hindularla ilgili şu sözlerini iktibas etmişti: "Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı içindedir ve 'Benlik' bu bütünlüğe ulaşmanın düşü konumundadır. Hindular bu konuyu öteden beri bilgece işlemişlerdir."
Sonra Hermann Hesse'nin romanlarında ne yapmaya çalıştığını yeniden düşünmüştüm. Bozkırkurdu aslında kendisi değil miydi? Narziss ve Goldmund yine Hesse'nin anlamaya çalıştığı, belki de kendinden iki parça, iki karakter gibi duran kimseler olamaz mı? Demian, romanın anlatıcı olan Sinclair'den ne kadar bağımsız bir varlıktı? Siddhartha'nın Bozkırkurdu'yla olan ilişkisi nasıl anlamlandırılabilirdi? Derken Şili'li bir diplomat ve yazar Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabının Destek Yayınları tarafından neşredildiğini öğrenir öğrenmez gidip aldım ve öylesine bir sayfayı açtım. Şöyle diyordu Hesse: "Bazı insanlar hem Siddharta'yı hem de Bozkırkurdu'nu yazmış olabildiğimi anlayamazlar. Fakat onlar birbirini tamamlıyor; onlar, aralarında gidip geldiğimiz iki kutup..."
İşte aradığım tipte bir kitap. Sadece mektuplarla ilerlemeyen, düşünülmüş fikirlerin ve yazılmış metinlerin kökenine inen, Hesse ile Jung'u birbirine yakınlaştıran hassasiyetleri çok da didiklemeden ortaya döken, dilimize güzel çevrilmiş -Seza Özdemir'i tebrik etmeli- bir kitap. Bir tarafta Alman edebî romantizm geleneğinin Novalis, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche'den sonraki büyük temsilcisi, Schopenhauer ve Goethe gibi Doğu düşüncesine çok sıcak iki efsanesinin sanki bir uzantısı olan, Mozart ve Bach notaları eşliğinde çalışan Hermann Hesse. Diğer tarafta ise egoyu bilinçaltından ayırma çabalarıyla, simgeler dünyasına hiç çekinmeden dalıp çıkmasıyla, arketip fikrinden mit ve efsaneleri yeniden yorumlama girişimleriyle psikoloji dünyasının bilgelerinden Carl Gustav Jung.
Hesse'nin yapıtlarıyla 1945'te tanışmış Serrano. İlk okuduğu eseri Demian olmuş. 1946'dan önce Almanya'nın dışında hiçbir yerde ünlü olmadığını söylüyor. Bir Meksikalı ressam, Boncuk Oyunu'nu okuduktan sonra oldukça etkilenmiş, bir resim yapmış ve bununla yetinmeyip Hesse'ye göndermiş. Serrano burada, böylesine hassas bir okurun kitap karşısındaki coşkusunun anlaşılabilir olduğunu şöyle açıklıyor: "Bugün bile bir kitabın ihtiyaçlarım için gerekli olduğunu düşünsem onu bulmak için dünyanın yarısını dolaşırım, bana özel bir şey sunmuş o birkaç yazara sonsuz hürmet ederim. Bu nedenle kitapların kendilerine verilmesini bekleyen, ne araştıran ne de hayranlık duyan, günümüzün ruhsuz gençliğini asla anlayamam. Ben bir kitap almak için yemek yemeden idare edebilirdim; kitapları ödünç almayı hiç sevmezdim, saatlerce onlarla yaşayabileyim diye onların tamamen benim olmalarını isterdim. İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler."
Serrano'nun bu kitabıyla birlikte söz konusu duygularında ne kadar samimi olduğu anlaşılabilir. Zira okuduklarımızdan bir 'tanışıklık' olduğunu anlayabiliyoruz ama 'dostluk' çok daha derin, ciltlerle ifade edebilecek bir yazma girişimi olurdu muhtemelen. 1951'de İsviçre'ye doğru yola koyuluyor Serrano, amacı Hesse'ye ulaşmak. Evini buluyor, bahçenin girişine doğru yöneldiğinde kapının üstünde "Ziyaretçi giremez" yazısını görüyor. Devamında evin ön kapısında Çinçeden çeviri bir şiirle karşılaşıyor. Meng-Tse'ye (Mensiyüs, MÖ 371-289) ait bu şiir; ihtiyarlığa erişen ve üzerine düşenleri tamamlayan bir insanın artık huzurla yaşamayı hak ettiğini, kendiyle yüzleşmek için gerekli olan zamana kavuştuğunu, artık ziyaret edilmesine gerek olmadığını, yaşadığı evde sanki kimse yokmuş gibi davranılması gerektiğini anlatıyor. Böylece Hesse'nin sadece yaşamının sonunda değil bütününde münzevi olmayı, huzuru aramayı ve son nefese dek düşünmeyi bir şahsiyet meselesi hâline getirdiğini anlıyoruz. Serrano ona ulaştığında "Söyleyin, huzuru burada, dağlarda bulabildiniz mi?" diye soruyor. "Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz" diye cevaplıyor Hesse. Onun doğaya, doğanın getirdiği manevi armağanlara ne kadar meraklı olduğu Ağaçlar kitabında bir nebze anlaşılabilir. Zaman zaman konuşmaları derinleşiyor Hesse'nin. Sözcüklerin birer maske olduğuna, kişiliğin aşka imkan tanıdığına, doğanın güzelliğinin en önce Doğu'daki tapınaklarda ve anıtlarda anlaşılabileceğine, Hinduların az okuma sebebinin batıdan gelen düşüncelere ihtiyaç duymamaları ve zaten Doğu'nun yükseliş hâlinde olmasına dair anlatımlar... Peşinden Serrano, "Nasıl olur da buradayım? Nasıl oluyor da bu kadar uzaktan gelip kendimi bugün sizinle burada otururken bulma şansına eriştim?" diye soruyor. Hesse, bir dönem psikanaliz gördüğü Jung'tan etkilenerek aldığı kavramla açıklıyor bunu: "Hiçbir şey tesadüfen olamaz. Burada sadece doğru misafirler buluşur. Bu, Hermetik Çember'dir.". Kitabın Hesse'ye ayrılan bölümü bazı konuşmalar, mektuplaşmalar ve anılarla devam ediyor. Serrano'nun oğlu ve Hesse arasındaki ilişkiyle, Hesse'nin ölümünden sonra mezarında yaşadığı bir an oldukça etkileyici. Esasında bu iki hikâye de Hesse'nin Hermetik Çember ifadesini doğruluyor sanki...
1947'de Antarktika'ya doğru yola çıkıyor Serrano ve Jung'a olan yakınlaşması da bu seyahatte başlıyor. Jung'un The Ego and the Unconscious kitabı yanında ve esasında bu kitap yolculuğunun amacıyla çatışıyor. Parkasının cebine koyduğu bu kitapla beraber devasa buzdağlarının arasında "Dünyanın geri kalanından uzakta, neredeyse topyekûn bir yalnızlık içindeyken modern insanda Ego'yu Bilinçaltı'ndan ayıran öteki boşluğu kapatacak bir şey" aramaya başlıyor. Jung'un ölümüne iki sene kala, 28 Şubat 1959'da Jung'la ilk görüşmesini gerçekleştiriyor. Hindular üzerine uzunca bir konuşma, peşinden Hint düşüncesi ve yaşamı, insanın bilinçten ibaretmiş gibi düşünülmemesi gerektiği, doğallık ve doğa, Hindistan'ın arketipliği, yoga, omurganın temelindeki çakralar, benlik kavramı üzerine uzun uzun konuşmalar... İkinci görüşmesinin tarihi 5 Mayıs 1969. Bu kez Küsnach'ta, Jung'un evinde. Giriş kapısının üstünde Latince bir ifade: Vocatus adque non vocatus, Devs aderit. Çağrılsın ya çağrılmasın, Tanrı mevcuttur. Gelişen ve genişleyen yakınlıkları, Serrano'ya soru sorma anlamında cesaret kazandırıyor. Sohbetin bazı derinliklerinde Hesse'yi hatırlatan ifadelere rastlamak okuyucu için de heyecan verici. "Bana göre tek önemli şey Doğa'yı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli..." ifadesi gibi. Hesse, yazarlığının yanında bir şair olarak da şiiri yücelten, çok önemseyen biriydi hiç şüphe yok ki. "Şair geçmişi çağrıştırmalı ve onu tekrar yaşamalı, fani olanı zapt etmeli. Bu onun işinin önemli bir yanıdır." sözlerini kaydetmiş Serrano. Jung da, Freud'un "Gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum" sözünü haklı çıkarırcasına şöyle demiş ona: "Kimse ne dediğimi anlamadı. Sadece şairler beni anlayabilecektir...". Jung'un mitlerle ve simgelerle ilgilenen ortak bir arkadaş aracılığıyla Hesse'yle tanıştığını öğreniyoruz sonraki sayfalarda. Söz konusu arkadaş belli ki Hesse'ye yakın bir isim. Bir süre Jung'la çalışmış fakat sonuna kadar ilerleyememiş. "Yol, çok zordur" diyor Jung.
Hesse'nin ve Jung'un kitaptaki mektupları, ifadeleri ve derinleşmeleri; edebiyatın ve psikolojinin yan yana ne çok yakıştığını gösteriyor. İnsanı büyüleyen, hayretini artıran, gönlünü coşturan iki nefis mesele. Ne insanın kendini ifade etme isteği ne de insan ruhunu keşfetme isteği biter. Bu yüzden edebiyat da psikoloji de birer mesele, belki de 'bir' mesele...
Serrano'nun arkadaşı Bochi Sen, Zürih'te birçok kez ziyaret ettiği Jung'dan bahsederken, onunla reenkarnasyonu tartıştıklarını ve Jung'un sıradaki hayatını seçme şansı olsaydı yine aynı hayatı seçmeyi tercih edeceğini söylemiş. "Bu, tıpkı Hesse gibi, hayatını tamı tamına bütün hisleriyle kavrayarak yaşamış olduğunu söylemenin bir yoluydu" diyor Serrano. İkisi arasındaki fark için Hesse'de Jung'a göre daha fazla huzur ve dinginlik bulduğunu söylüyor. Çünkü Jung son anına kadar araştırıyordu.
Okudum ve düşündüm: kaçımız senelerce üzerine ciddi okumalar yaptığımız bir yazarla yahut şairle böylesine dostluk kurabiliriz? Mesela ona uzun uzun mektup yazabilir miyiz? Beraber yürüyüş yapabilir miyiz? Var mı şimdilerde böylesine kibrini yenmiş birileri? Bilmiyorum. Bu kitap hiç değilse tüm bunları hissettiriyor, yaşatıyor.
Madem Hesse'den ve Jung'dan bahseden bir kitabı ele aldık, dün (19 Eylül 2019) vefat eden Kamuran Şipal'i de anmak gerek. Çünkü eğer bugün Hermann Hesse, Alfred Adler, Elias Canetti, Jung, Rilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
20 Kasım 2018 Salı
İnsanın iç değerlerine ulaşacağı yollar kazımak
Carl Gustav Jung’un Dört Arketip kitabı 1976 basım ve 463 sayfadır. Orijinal adı “Die Archetypen und das kollektive Unbewusstle” olan kitabın elimizdeki çevirisi makaleler seçkisidir. Hatta daha manaya uygun betimlenirse; “uzak bir cennetteki arketip”inden yansıyanıdır!
Sözlükteki karşılığı; ilk örnek, asıl numune, özgün model olan kitaba adını veren Dört Arketip sırasıyla; “anne”, “yeniden doğuş”, “ruh” ve “hilebaz”dır. Ve 143 sayfanın her paragrafı okuyucunun biriktirdikleri boyunca derine doğru katmanlıdır. İstersen yüzlerce yeni doğurabilirsin içinden. Sayısız makale, eleştiri… Söylenmemiş yüzlerce dinlence…
Metnin ilk kısmı yeniden doğuşun çeşitli biçimlerini kısaca anlatır. “Anne” arketipi üzerinden insanın yansıttığı misyonlara değinir. “Şöyle ki; literatürde tasvir edildiği üzere, çocuk psikesi üzerindeki bütün o etkilerin tek kaynağı kişisel anne değil, anneye yansıtılan arketiptir; bu anneye mitolojik bir arka plan vererek ona otorite, hatta tanrısallık katar” der.
İkinci kısımda bunların farklı psikolojik yönlerini ele alıyor Jung. İnsan diyor, varoluş serüveni boyunca sürekli bundan bahsetti ve böyle bir kavram var ise bununla tanımlanan psişik deneyimler olduğu anlamına geldiğinden yola çıkılmalı! Bu hadisenin metafizik ve felsefi önemlerinden bağımsız olarak sadece psikolojik açıdan incelmesi anlamına geliyor. Yine buram buram “tutar” tütüyor!
Üçüncü bölümün başlığı “Masallarda Ruhun Fenomenolojisi Üzerine”. Geits sözcüğünü irdeledikten sonra ruhun düşlerde kendini göstermesini irdeliyor. Başlığa adını veren esas bölüme geldiğinde ise çeşitli kültürlerin masallarından misaller veriyor. “Mitoloji çoğul düşlerdir” diyor. Aynı şekilde masallar da mitler gibi ortak fantezilerdir ve düşlerde ortaya çıkan kolektif bilinçdışının imgelerini içerirler.
Çok önemli bir detay; bilinçaltı yoktur bilinçdışı vardır! Çünkü bilinçdışı yalnızca bilincin altında değil üstündedir ona göre. Çünkü Jung, dünyayı ideolojilerin koltuklarında değil, insanın “bilge” sıfatında oturup izleyenlerdendir. Hayran kalmaktan alıkoyamazsınız kendinizi; o “ama” dedikçe değişir ve gelişirsiniz.
Son bölüm “Hilebaz”, ortak gölge figürüdür, bireyin düşük karakter özelliklerinin bir toplamıdır. Bu arketipi mitlerden masallardan tarihteki karnaval ve şölenlerden günümüze kadar dönüşümünü ve gölgenin “anima” ve “animus” ile ilişkisini anlatıyor. Jung’un kuramında önemli bir yer tutan anima erkeğin içindeki kadın imgesidir, animus ise kadının içindeki erkek imgesi…
Kitap bittiğinde kritik olan noktanın üzerinde düşünür bulursunuz kendinizi. “Arketiplerin varlık ya da yokluklarını tartışabiliriz ama psikolojik ihtiyaçları mutlaktır” demeye çalışan bir üst akıl oluverirsiniz. Yapay gündemleriniz düşer gerçeğe dirilirsiniz.
Çünkü Jung;
“Arketiplerin var olduğuna dair her tür kanıttan yoksun olsaydık, tüm akıllı insanlar böyle bir şeyin olamayacağı konusunda bizi ikna etseydiler bile, en yüce ve doğal değerlerimizin bilinçdışına gömülmemesi için arketipleri icat etmemiz gerekirdi. Zira bunlar bilinçdışında kaybolduğunda, ilk deneyimlerin tüm gücü de yok olur.” der.
Hemen arkasında aklınızda düşen Voltaire; ”Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi” der.
Jung ise cevap verir; evet, “Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.”
Daha anlaşılır şekilde, arketip; su birikintisinde yansımanı gördüğünde, aslın olan yanındır, orijinaldir. Dünyadaki insan, cennet/sonsuzluk gibi bir arketipin yansımasıdır. Platon'un mağara duvarına vuran gölgelerle alıp veremediği hikayeye benzer ki “arketip” kavramını literatürde ilk kez kullanan da Platon’dur. Jung psikolojide ilk kez kullanmıştır.
Pozitivistler için ise daha ziyade geçmişten günümüze taşınan alışkanlık ve kültür mirası sağlayan zihinsel görüntülerdir der Jung arketipe.
Bir nevi “Genetik hafıza”…
Anlaşılan o ki; gnostik fikirlerle yoğrulmuş Jung’un Tanrısı cennetteki uzak bir Tanrı’dan daha çok kendi içselindeki Tanrı’dır. Ve Kuran’daki karşılığı; “… sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır”. (Secde/9)
Çünkü maddeden öteyi, maneviyatı, içsel muhtevayı, sembolik anlamları, ruhun soyut değerlerini temsil ediyor Jung.
Teoloji’ye yukarıdan bakarak anlaşılabilecek bu öğreti, Kuran’ın manasına varan İslam alimlerinin de farklı cümleler ile ağızlarındadır.
Hatta Anadolu ozanlarına kadar, bu toprakların tadıdır.
“Ölen hayvan imiş” diyen Yunus’un tasasıdır!
Jung’un felsefesi, derdi, gayesi; insanın, bu iç değere dönmesine yönelmiş yollar kazımaktır!
Güncel yaşama dönersek; filmlerin, en önemli ilhamıdır arketipler. Hz. İsa mesela. E.T. yukarıdan gelir, amacı vardır, farklıdır, özel yeteneklidir, tektir, insanla barışıktır, yardımseverdir, kötülerce öldürülecektir ki mucizevi bir sonla göğe yükselir. Matrix’te Neo da "İsa" arketipidir. Morpheus ise baba.
"Sonsuzlukta yaşayan ve insanların anlama yeteneği ve iradesi açısından örnek oluşturan egemen tip"tir!
Arada aşağıya çekip, kullanılıp, göğe iade edilen ilhamdır!
“İnsan deneyimleri kadar çok arketip vardır” der Jung! Ve kutsal kitaplardaki arketip kavramının kendine ve mümkün olabilme durumuna göre yorumlamayışı yüzünden bilim ile din birbirinden ayrı düştüğünü iddia eder.
Bu sosyolojik olarak karşılığı olan bir iddiadır; manada değil fiilde kaybolan, mucizeler bekleyen cehalet medeniyetleri gökten indiremedikleri el umudu ile telef olup gidiyorlar zira!
Yazık ki; İsa’nın yükselmesine yüklenen anlama yükselemeyen, ellerinden tahta haclara çakılı nice şizofren sadece kan kaybından öldü!
Ve ebabiller gelmeyecek!
Ebabiller kuş bile değil belki!
O kitaplar yazılırken kulunu seven Tanrı ölmedi ise ebabiller hiç gelmedi!
Ve dünyadaki mevcut zulmün sebebi, Tanrı’nın panteizme terfi etmesi değil; inanç, başkasına yüklediğin güçte değil kendine vardığında edindiklerinde başlar, deme şeklidir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Sözlükteki karşılığı; ilk örnek, asıl numune, özgün model olan kitaba adını veren Dört Arketip sırasıyla; “anne”, “yeniden doğuş”, “ruh” ve “hilebaz”dır. Ve 143 sayfanın her paragrafı okuyucunun biriktirdikleri boyunca derine doğru katmanlıdır. İstersen yüzlerce yeni doğurabilirsin içinden. Sayısız makale, eleştiri… Söylenmemiş yüzlerce dinlence…
Metnin ilk kısmı yeniden doğuşun çeşitli biçimlerini kısaca anlatır. “Anne” arketipi üzerinden insanın yansıttığı misyonlara değinir. “Şöyle ki; literatürde tasvir edildiği üzere, çocuk psikesi üzerindeki bütün o etkilerin tek kaynağı kişisel anne değil, anneye yansıtılan arketiptir; bu anneye mitolojik bir arka plan vererek ona otorite, hatta tanrısallık katar” der.
İkinci kısımda bunların farklı psikolojik yönlerini ele alıyor Jung. İnsan diyor, varoluş serüveni boyunca sürekli bundan bahsetti ve böyle bir kavram var ise bununla tanımlanan psişik deneyimler olduğu anlamına geldiğinden yola çıkılmalı! Bu hadisenin metafizik ve felsefi önemlerinden bağımsız olarak sadece psikolojik açıdan incelmesi anlamına geliyor. Yine buram buram “tutar” tütüyor!
Üçüncü bölümün başlığı “Masallarda Ruhun Fenomenolojisi Üzerine”. Geits sözcüğünü irdeledikten sonra ruhun düşlerde kendini göstermesini irdeliyor. Başlığa adını veren esas bölüme geldiğinde ise çeşitli kültürlerin masallarından misaller veriyor. “Mitoloji çoğul düşlerdir” diyor. Aynı şekilde masallar da mitler gibi ortak fantezilerdir ve düşlerde ortaya çıkan kolektif bilinçdışının imgelerini içerirler.
Çok önemli bir detay; bilinçaltı yoktur bilinçdışı vardır! Çünkü bilinçdışı yalnızca bilincin altında değil üstündedir ona göre. Çünkü Jung, dünyayı ideolojilerin koltuklarında değil, insanın “bilge” sıfatında oturup izleyenlerdendir. Hayran kalmaktan alıkoyamazsınız kendinizi; o “ama” dedikçe değişir ve gelişirsiniz.
Son bölüm “Hilebaz”, ortak gölge figürüdür, bireyin düşük karakter özelliklerinin bir toplamıdır. Bu arketipi mitlerden masallardan tarihteki karnaval ve şölenlerden günümüze kadar dönüşümünü ve gölgenin “anima” ve “animus” ile ilişkisini anlatıyor. Jung’un kuramında önemli bir yer tutan anima erkeğin içindeki kadın imgesidir, animus ise kadının içindeki erkek imgesi…
Kitap bittiğinde kritik olan noktanın üzerinde düşünür bulursunuz kendinizi. “Arketiplerin varlık ya da yokluklarını tartışabiliriz ama psikolojik ihtiyaçları mutlaktır” demeye çalışan bir üst akıl oluverirsiniz. Yapay gündemleriniz düşer gerçeğe dirilirsiniz.
Çünkü Jung;
“Arketiplerin var olduğuna dair her tür kanıttan yoksun olsaydık, tüm akıllı insanlar böyle bir şeyin olamayacağı konusunda bizi ikna etseydiler bile, en yüce ve doğal değerlerimizin bilinçdışına gömülmemesi için arketipleri icat etmemiz gerekirdi. Zira bunlar bilinçdışında kaybolduğunda, ilk deneyimlerin tüm gücü de yok olur.” der.
Hemen arkasında aklınızda düşen Voltaire; ”Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi” der.
Jung ise cevap verir; evet, “Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.”
Daha anlaşılır şekilde, arketip; su birikintisinde yansımanı gördüğünde, aslın olan yanındır, orijinaldir. Dünyadaki insan, cennet/sonsuzluk gibi bir arketipin yansımasıdır. Platon'un mağara duvarına vuran gölgelerle alıp veremediği hikayeye benzer ki “arketip” kavramını literatürde ilk kez kullanan da Platon’dur. Jung psikolojide ilk kez kullanmıştır.
Pozitivistler için ise daha ziyade geçmişten günümüze taşınan alışkanlık ve kültür mirası sağlayan zihinsel görüntülerdir der Jung arketipe.
Bir nevi “Genetik hafıza”…
Anlaşılan o ki; gnostik fikirlerle yoğrulmuş Jung’un Tanrısı cennetteki uzak bir Tanrı’dan daha çok kendi içselindeki Tanrı’dır. Ve Kuran’daki karşılığı; “… sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır”. (Secde/9)
Çünkü maddeden öteyi, maneviyatı, içsel muhtevayı, sembolik anlamları, ruhun soyut değerlerini temsil ediyor Jung.
Teoloji’ye yukarıdan bakarak anlaşılabilecek bu öğreti, Kuran’ın manasına varan İslam alimlerinin de farklı cümleler ile ağızlarındadır.
Hatta Anadolu ozanlarına kadar, bu toprakların tadıdır.
“Ölen hayvan imiş” diyen Yunus’un tasasıdır!
Jung’un felsefesi, derdi, gayesi; insanın, bu iç değere dönmesine yönelmiş yollar kazımaktır!
Güncel yaşama dönersek; filmlerin, en önemli ilhamıdır arketipler. Hz. İsa mesela. E.T. yukarıdan gelir, amacı vardır, farklıdır, özel yeteneklidir, tektir, insanla barışıktır, yardımseverdir, kötülerce öldürülecektir ki mucizevi bir sonla göğe yükselir. Matrix’te Neo da "İsa" arketipidir. Morpheus ise baba.
"Sonsuzlukta yaşayan ve insanların anlama yeteneği ve iradesi açısından örnek oluşturan egemen tip"tir!
Arada aşağıya çekip, kullanılıp, göğe iade edilen ilhamdır!
“İnsan deneyimleri kadar çok arketip vardır” der Jung! Ve kutsal kitaplardaki arketip kavramının kendine ve mümkün olabilme durumuna göre yorumlamayışı yüzünden bilim ile din birbirinden ayrı düştüğünü iddia eder.
Bu sosyolojik olarak karşılığı olan bir iddiadır; manada değil fiilde kaybolan, mucizeler bekleyen cehalet medeniyetleri gökten indiremedikleri el umudu ile telef olup gidiyorlar zira!
Yazık ki; İsa’nın yükselmesine yüklenen anlama yükselemeyen, ellerinden tahta haclara çakılı nice şizofren sadece kan kaybından öldü!
Ve ebabiller gelmeyecek!
Ebabiller kuş bile değil belki!
O kitaplar yazılırken kulunu seven Tanrı ölmedi ise ebabiller hiç gelmedi!
Ve dünyadaki mevcut zulmün sebebi, Tanrı’nın panteizme terfi etmesi değil; inanç, başkasına yüklediğin güçte değil kendine vardığında edindiklerinde başlar, deme şeklidir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)