Sedat Simavi Edebiyat Ödülü kazanmış bir Bilge Karasu eseridir Ne Kitapsız Ne Kedisiz. En çok da ayağına sevgi sürtünen bir kedi ile kitap okuyanları çeker kendine. Ve dokunmayı atlayarak çıkılan kulelerde, sisli, puslu, eksik kalınacak bir adam tarafından yazılmıştır.
Yazın, hırka girdiren; kışın, parmaklarını, sayfa çevirmekten aciz bırakan soğuk kramplarla üşüten; eskinin imarethanesi, taş bir kütüphanede tanıştık 16 yaşında Karasu ile.
Klasikler bitince ne okuyacağını bilemeyen bir çocuğun eline geçen küçücük bir kitaptı. Uzunca vaktini aldı. Zorlanıyordu, direniyordu anlamlandırmaya. O yıl, Karasu ve “Tragedyanın Doğuşu” üzerine olan ısrarı, felsefeye düşüp kalacağının erken teşhisi gibiydi.
Böyle bakıştık uzun yıllar, aşk ile. Türkçeyi, “ve” bağlacını kullanmamasına rağmen bu kadar sade, bu kadar kaliteli kullanan on isim bulamazsın. Ya ağdalıdır, Türk toplumunun mevcuduna uzak konuşan bir komediden ses verirler; ya “bozulma” öyle aşındırırmıştır ki dili, tuttuğun yerden sökülmeye başlayan kıvamda can çekişir. Karasu, benim en sevdiğim ölçü de, ortadadır; nam-ı diğer “ifrat-tefrit” düsturunda.
Ve ancak yeterince yukarıdan bakan biri tüm uçları bu kadar net görebilir, keskin köşeleri yumuşatabilir, sağduyulu bir kıvamın lezzetini böylesi keşfedebilirdi.
Kitapta, “roman”ı, “imge” üretiminde birinci sırada gören Karasu; “Nasıl özenmem Virginia Woolf’un haline her yazı ulaşılması güç bir karşı yaka gibi görünür bana,” diyor tam da siz kendisi için aynı şeyleri düşündüğünüz anlarda. Bir anahtar koymak ister gibidir paspasın altına. O evde yokken gidin, mutfağına girin bir çay demleyin, kanasıya için ister gibidir.
Kitap okumayı, benim gibi, çoğunuz, yazarla aranızdaki alışveriş olarak yorumluyorsanız; Ne Kitapsız Ne Kedisiz sona erdiğinde, alışverişinizin, sadece kendinizle olabileceğine inanmış bir hal ile biriktirdiklerinizin değeri üzerine derince bir düşünceye dalabilirsiniz. “Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın “imge” üretme gücü ölçüsünde(…) Okuma yaşantısı diyebileceğimiz bir süreçtir bu.”. Yani bir kitap sana her ne anlatırsa anlatsın, isterse okyanus sızdırsın mürekkep izleri arasından içine, sizdeki çukurun derinliğince doldurabilirsiniz bu hazineden, diye bir kavrama yaşatır.
Çünkü bu adam; “Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama “rastlantılar”ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?" dediği kitabı yazmıştır.
Ne kitaplı ne kitapsız
İmge üretiminde roman hala ilk sırada
İletişim güçlükleri üzerine yerli yersiz sözler
“Yeni” dediğimiz üzerine
Cinayetin azı çoğu
Bir hayvanla yaşamak
“Dostlarım üzerine” diye söze girişerek
Bilge Karasu adlı birinin 50. yaşı üzerine metin taslağı, başlıkları ile bağımsız görünen ama örgüsü tamamlandığında aynı kazağın kolu, sırtı, önü olduğunu fark ettiğiniz bölümlere ayırmış kitabı.
Ortak bir “dil” ister Karasu. O dili kurabileceğimize inanır. Kedinin “anne” demesi gerekmediği gibi kedi ile o dilin kurulabilmesi için... Ortak ahlak! Kediyi sevmek ya da kuduz olmuş hayvanları topluca fırınlarda canlı kanlı yakarak öldürmemek için insan olmamız yeterlidir çünkü.
“Vicdan sorunu ancak can denen şeye saygı duyulmasıyla ortaya çıkabilir. Elbette kendi canımızdan değil, başkalarının canından söz ediyoruz burada. Sevgi ise ısmarlama olmaz, yaşayarak öğretilecek/öğrenilecek bir şeydir sevgi.” Aksi halde “günah” olmaması üzerine yazılı metin olmaması her türlü çirkinlik için yeterli olacaktır!
Oysa “mubah” olanın kalbe makbul gelmemesi gerekir!
Mubah olan üzerinden detaylarında kaybettiğimiz şey, bize, binlerce kuduz köpeği, kediyi, fırınlara doldurup insan sağlığı için yaktırırken verilen “vahşet” iznidir. Aynı binlerce köpeği, lezzetli birer parça zehirli et vererek de imha edebilecek olan “merhamet”, “mubah”ın altında kalmıştır.
Çünkü “imge”yi unuttuk; ortak anlam ve doğrular kovalarken, birbirimizin kuyruğunu ısırıyoruz!
Oysa insan, “eşrefi mahlukattır” Karasu’nun karasularında açıldıkça!
Ve “Cinayetleri çoğu zaman kavramlar işlettirir!
Cinayetler hep, “kavramlar” adına savunulur”
Halk otobüsünü “cihat” bombalar mesela; soykırımı “milliyet” yapar!
Siz de yorgunsanız bunları anlamak ve anlatmaktan; bir kitap es verin; istemsizce de olsa, kavramların sığlığından “imge”nin değerine yola çıkmış olacaksınız son sayfada.
İnsan kalmanın tadı damağınızda!
“Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu anı geçmişe yansıtıp yaşamak, ulaştığımız bu anın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, yanlış bir iş,(…) Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri –gerektiğinde- bitirebiliriz; yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası, cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı… Varsın olsun. Olacaksa, o da. Yaşamayı öğrenmek gerek… Bu hesaplar yararsız.”
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Bilge Karasu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilge Karasu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Kasım 2018 Perşembe
14 Ocak 2013 Pazartesi
Kediler korkuları kadar yaşar
"Korku örtmeye en yakın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur."
Gözlerinizi kapattınız ve işte bahçenizdesiniz, burası sizin bahçeniz; terk ettiğiniz, terk edildiğiniz, gittiğiniz, gidemediğiniz, tekrar döndüğünüz, artık çok uzaklarda olduğunuz, oturup soluklandığınız, bazen korkudan aylarca uğramadığınız, duvarlar ördüğünüz o duvarları bir gecede yıktığınız, ölüp dirildiğiniz, bir türlü ölemediğiniz, hâyâl ve gerçeklerle sıkışıp kaldığınız yer, işte orası.
Bilge Karasu, masal tadında 13 tane öykü sunuyor ve 12’sinde değindiği tema ve imgeleri 13. öyküsünde birleştiriyor kitabında. Kitap başlar başlamaz içinizdeki asansörün düğmesine basıyor ve siz inmeye başlıyorsunuz, evinizin tüm katlarında dolaşıyorsunuz, her odada yaşadıklarınız, yaşayamadıklarınız ve korkularınızla yüzleşiyorsunuz.
"İnsanın düş dünyası ne kadar derin olabilir, düşler gerçeğe ne kadar yakındır?" sorularını sorup duruyorsunuz okurken çünkü düşlerden yaşama o kadar keskin geçişler yapıyor ki kitap, bazen geriye dönüp tekrar tekrar okuyorsunuz. Bana kalırsa kesinlikle birkaç kez okunmayı hak eden kitaplardan ki altını çizdiğiniz yerleri bir zaman sonra tekrar okuduğunuzda hissettirdiklerini görünce hak vereceksiniz.
"Herkesin,
kim bilir, belki de ancak -çoğu insanın- demeli ya,
giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,
insanların,
arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile,
kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede
soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
...
İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılır da sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."
Kelimeleri insanın gözün sokmadan anlatan cümleleri seviyorum. Bilge Karasu öyle bir dil zenginliği ile anlatıyor ki; "Türkçe" anadili olduğu için insan mutlu oluyor.
Ölmek nedir? Sadece ölenin toprak olması mı, kalana ne olur peki?
"Kentin sinliğinde, üzerine toprak dökülürken, "ben hangimizim, gömülen hangimiz?” diye sordum kendime, alçak duvarın üstünden o demir rengi denize bakmadan. Sorunun yanıtını bulamadım daha. Kollarımda can verdi. Şimdi ardından yaşayıp gitmek neye yarar."
Gözleriniz bulutlara takılıp kalmışken kaç kez gözden yitirdiniz sizin için uçan uçurtmayı?
"...ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun."
Bahçelerindeki her şeyle ya da hiçbir şeyi ile yüzleşmeye hazır olanların hikâyeleri.
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
Gözlerinizi kapattınız ve işte bahçenizdesiniz, burası sizin bahçeniz; terk ettiğiniz, terk edildiğiniz, gittiğiniz, gidemediğiniz, tekrar döndüğünüz, artık çok uzaklarda olduğunuz, oturup soluklandığınız, bazen korkudan aylarca uğramadığınız, duvarlar ördüğünüz o duvarları bir gecede yıktığınız, ölüp dirildiğiniz, bir türlü ölemediğiniz, hâyâl ve gerçeklerle sıkışıp kaldığınız yer, işte orası.
Bilge Karasu, masal tadında 13 tane öykü sunuyor ve 12’sinde değindiği tema ve imgeleri 13. öyküsünde birleştiriyor kitabında. Kitap başlar başlamaz içinizdeki asansörün düğmesine basıyor ve siz inmeye başlıyorsunuz, evinizin tüm katlarında dolaşıyorsunuz, her odada yaşadıklarınız, yaşayamadıklarınız ve korkularınızla yüzleşiyorsunuz.
"İnsanın düş dünyası ne kadar derin olabilir, düşler gerçeğe ne kadar yakındır?" sorularını sorup duruyorsunuz okurken çünkü düşlerden yaşama o kadar keskin geçişler yapıyor ki kitap, bazen geriye dönüp tekrar tekrar okuyorsunuz. Bana kalırsa kesinlikle birkaç kez okunmayı hak eden kitaplardan ki altını çizdiğiniz yerleri bir zaman sonra tekrar okuduğunuzda hissettirdiklerini görünce hak vereceksiniz.
"Herkesin,
kim bilir, belki de ancak -çoğu insanın- demeli ya,
giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,
insanların,
arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile,
kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede
soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
...
İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılır da sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."
Kelimeleri insanın gözün sokmadan anlatan cümleleri seviyorum. Bilge Karasu öyle bir dil zenginliği ile anlatıyor ki; "Türkçe" anadili olduğu için insan mutlu oluyor.
Ölmek nedir? Sadece ölenin toprak olması mı, kalana ne olur peki?
"Kentin sinliğinde, üzerine toprak dökülürken, "ben hangimizim, gömülen hangimiz?” diye sordum kendime, alçak duvarın üstünden o demir rengi denize bakmadan. Sorunun yanıtını bulamadım daha. Kollarımda can verdi. Şimdi ardından yaşayıp gitmek neye yarar."
Gözleriniz bulutlara takılıp kalmışken kaç kez gözden yitirdiniz sizin için uçan uçurtmayı?
"...ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun."
Bahçelerindeki her şeyle ya da hiçbir şeyi ile yüzleşmeye hazır olanların hikâyeleri.
Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)