Avrupa’nın içlerinden başlayıp
Bizans surlarında devam eden ve Asya bozkırlarına kadar süren bu yolculuk, bir
yolculuk olmaktan öte içinde barındırdıklarıyla başlı başına yaşamın kendisi
aslında. Eco, bizlere anlattıklarıyla da bir anlamda tarihin resmi ve gayri resmi
yönünü vurgular, “tarih nasıl oluştu?” sorusunu sordurur her birimize. Ortaçağ
öncesi Avrupasında, papalık ile imparatorluklar arasındaki iktidar
mücadelesiyle, aynı dönem Bizans İmparatorluğundaki taht mücadelelerini ve
yağmalanan Kosntantinapolis’i anlatır.
Kitaptaki karakterlerin her biri
yolculuğun başında bir hayal ile yola çıkar. Bir arayıştır onların bu
yolculuğu. Abdül’ün, adına şiirler yazdığı ve bilinmeyen çok uzak diyarlarda
yaşayan sevdiğinin orada olduğunu düşünmesi; Solomon’un on iki kayıp kabileyi
orda bulacağına inanması; Baudolino’nun yeryüzü cenneti…
Kitap, bir arayış içindeki bu
dostların serüvenlerini anlatırken, aynı zamanda değişimi de çaktırmadan
kulağımıza fısıldar. Yıllarca süren yolculuk, her birini başlangıçtaki
hallerinden daha farklı yapmıştır ve hepsi bu yolculuğun sonunda değişmiştir.
Arayış, aranan şey bulunduğunda veya bulunamadığında oluşan bir boşluğu ima
ederken, Umberto Eco, aslında insanın içindeki arayışın hep yenileneceğini,
insanın kendisine her zaman ulaşacak bir hedef koyacağını da söylemekten geri
durmaz.