Tanzimat'tan sonra ortaya çıkan "aydın" kuşağı ülkesini, insanını ve içtami yapısını sevmedi, sevemedi. Frankofon dönemde, Fransa'yı kutsadı. Almancı oldu, Anglo - Sakson uygarlığı yine kutsal kabul etti, Amerika'nın öne çıkmasıyla birlikte popüler kültür ve ABD kültüründen hazzetmediğini dile getirse bile Amerika ile bağlarını gevşetmedi. Fakat bu toprakların insanıyla yan yana gelmekten sürekli kaçtı, kaçmaya da devam ediyor. Dürüst ve namuslu olan aydınlar yaptıkları hataların farkına vardıklarında bunu ikrardan çekinmediler. Aynen Rıza Tevfik ve Refik Halit Karay gibi…
"Türk Feylosofu" Rıza Tevfik gibi isimler bir dönem Türk ve Türkiye düşmanı olduklarını, Avrupa hayatının medeniliği ve özgürlüğü karşısında gözlerinin kamaştığını, Avrupa'yı adeta "cennet" olarak gördüklerini, çocuklarını da aynen Avrupalı gibi yetiştirmek istediklerini ve fakat sonradan gerçeği anladıklarını açıkça yazabilmiş, samimi öz eleştiri yapabilmiş aydınlarımızdandır. Çocuklarının misyoner eline düşme ihtimalini düşündükçe neredeyse deliye döneceğini anlatır. Ama bu hassasiyeti taşımayan ailelerin ve aydınların çocuklarının gerçekten "özgür" atmosferde yetişenlerin Müslüman, Hristiyan, Musevi hiçbir inancı, geleneği ve kültürü benimsemediğini adeta özgürlük adı altın kültürsüz, köksüz, bağsız yetiştiklerini de bütün açıklığıyla anlatır. Rıza Tevfik sadece "tatlı su" frenklerini bu sınıfa yerleştirmez, Türkiye'de doğup, Avrupa'da eğitime giden ve 40 sene orada kalan birinin Batılı olma ihtimalinin bulunmadığını da ayrıca ekleme ihtiyacı hisseder.
Türk edebiyatının en önemli hikayecilerinden birinin, Refik Halit Karay'ın üstadı ve her şeyi olarak gördüğü Feylosofumuz Rıza Tevfik'e yazdığı mektuplar, Türkiye'de bir dönemin anlaşılması için oldukça mühimdir. Kitap Karay'ın Rıza Tevfik’e yazdığı mektuplarına yer verirken, çok az sayıda da olsa feylosof'un Refik Halit'e yazdığı mektupları da içerir.
150'likler kapsamında yurtdışında Karay'ın Halep, Feylesof'un Cünde'de yaşamaya mecbur edilen, sürülen iki aydının yaşamına, sürgün hayatlarında neler yaptıklarına, özlemlerine ve pişmanlıklarına bu mektuplarda rahatlıkla ulaşmak mümkündür. Mektuplardan öğrendiğimize göre, Refik Halit'in de Batı sever bir dönemi olmuştur ama Batıyı tanıdıkça, sürgünlerde kaldıkça memleketin ne manaya geldiği çok daha rahat anlaşılabilir.
Yazarın Karakutusu: Mektuplar, Anılar, Günlükler
Edebiyat eserleri, yazarından çoğunlukla bağımsızlaşarak eserlerin yazıldığı dönemi yani gerçekliği, yazarın atmosferini, kişiliğini her zaman yansıtmayabilir. Anılar, biyografiler, tanıklıklar, günlükler ve elbette mektuplar bu eksiği gideren yazarların ruh halini, gündelik dilini, mahremini, eserleri kaleme alırken içinde bulunduğu kültürü, atmosferi aktaran çok önemli kaynaklardır.
Mesela Refik Halit gibi güçlü bir hikayecinin, Rıza Tevfik karşısında kurduğu hiyerarşik yapı, onun altında ezilen cümleleri ve hitapları, Rıza Tevfik'in ona "Kendini bana beğendirebilirsen, Dörtler Meclisi'ne reis olursun" gibi ibareleri zihnimizdeki Refik Halit imgesine zarar vermiyor değil. Fakat genel olarak Refik Halit'in hangi şart altında olursa olsun yazıdan, okumadan, kitaptan kopmaması yazıdan önce okumaya önem vermesi ayrıca altı çizilecek bir özellik gibi görünüyor.
Refik Halit'in mektuplarını okurken, aslında hep merak ettiğim bir konunun detaylarını da öğrendim. Edebiyat tarihlerinde hatta biyografilerde aydınların sürgüne gönderildiklerini üstün körü şekilde okuduk fakat onların sürgünde nasıl yaşadıkları, ne yaptıkları, ne yiyip içtikleriyle pek ilgilenmedik. Bu açıdan mektuplar önemli bilgiler içeriyor. Refik Halit, üstadı Rıza Tevfikle kendilerini "pis boğaz" olarak nitelendirir. Refik Halit, Halep'ten gönderdiği hemen her mektubunda yedikleri ve içtikleriyle ilgili malumat aktarır, yeni yemek tarifleri ve icatlarından bahseder. Halep gibi bir yerde bugün bile Türk gibi yaşayan, bu kültürü devam ettiren şehirde bile kendini tecrit eden, dışarı çıkmayan bir Refik Halitle karşılaşırız. Bugün iç savaş nedeniyle yıkılan Halep çarşısına yılda bir kere inen Refik Halit evde okumak, yazmak, yemek yapıp yemekten oluşan bir döngünün içindedir. Suriye'de zayıf bir matbuat hayatı olmasına rağmen gazete çıkarmaktan vazgeçmez, gazete hazırlıklarıyla meşgul olur. Burada hemen akla Mehmet Akif'in sürgünlüğü geliyor. Refik Halit'e göre çok daha fakir olan İstiklal Marşı şairi, hatıralarında Refik Halit gibi ne yemek ne kadın ve meyhane zevkleri anlatmıştı; sadece yoksulluk, sadece pişmanlıklar, ilim, şiir, inandığı hayatın özlemini dile getirmekle yetinmişti.
Sürgünde Öğrenilen Hakikat: Vatan Mensubiyettir!
İttihatçılarla kavga yaşayan bunun neticesinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na girerek siyaset yapan Refik Halit, siyasetin kendisine göre olmadığını söylerken bir yandan da partideki dava arkadaşlarına hakaretler etmekten, onların hacı - hoca görüşlerinden nefret ettiğini açıkça yazar. Sürgünün özelliği budur zaten. Vakit çok, meşgale az, kin had safhasına çıktığında tüm eski defterler karıştırılır, dostluklar, arkadaşlıklar, fikirler, hatalar bir bir gözden geçirilir. Bu bakımdan Refik Halit'in mektuplarında çok malzeme bulunmasa bile meseleyi izah eden örneklere rastlanabilir.
Burada dikkat çeken bir husus var. Kendisini yurtdışında sürgüne maruz bırakan, 150'likler kapsamına alan, sürekli olarak basın tarafından "hain"sıfatıyla anılan Refik Halit yıllar geçtikçe Mustafa Kemal'e ilgi duymaya başlar. Kemalist kadrodan nefretini aynen İttihatçılarda olduğu gibi sık sık belirten yazarın, Türkiye'deki düzeni desteklediği Mustafa Kemal'e “yaşasın” diye hitap ettiği, onu "dahi" diye vasıflandırdığı görülür.
Artık 50 yaşına gelip, çoluk çocuklar büyüyüp, sorumluluklar artıp hala sürgün hayatı devam ettikçe gençlik döneminin uçarı fikirleri de kaybolmaya başlar. Refik Halit "rind olarak geleceği düşünmemenin" iyi olduğu kanaatini terk ederek ülkesine dönüp, çocukları için iyi bir gelecek kurma isteğini yüksek sesle dile getirmeye başlar. Yazar çok okunan, yazıları ve kitaplarından iyi telifler alabilen, yazdıklarıyla geçinebilen ender kalem erbaplarından olduğu için Türkiye'ye döndüğünde memurluk talep etmeyeceğini de önemli bir not olarak mektuplarında dile getirir.
Refik Halit'in mektupları, vatan, millet kavramlarına ukalaca, küçümseyerek bakan bir aydının, Refik Halit Karay’ın sürgüne çıktıktan sonra fikirlerindeki değişimi göstermesi bakımından ibretamiz önemdedir.
"Ecnebi idarelerini görmeyince gözümüz açılmamıştı. Birçok meselelerde haksız olduğumuzu anladık" diyen yalnız Refik Halit yalnız Rıza Tevfik değil belki de bir dönem, bir çağ, Türk modernleşmesinin kendisidir.
Türk aydınının her kuşak için kaide haline gelen şu gerçeği öğrenmek için mutlaka büyük yıkımlara, pişmanlıklara, sürgünlere mi ihtiyacı olmalıdır sorusu maalesef her dem tazeliğini koruyor: "Vatan sadece taş, toprak değilmiş. Eş, dost, kardeş ve ünsiyet zevki imiş."
Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1