"İnsanın içinden, onda birbiri ardına ortaya çıkan iki zıt kişilik bulunduğunu söylemek geliyor."
- Dostoyevski (Suç ve Ceza, 1866, Raskolnikov)
"Her zaman yaptığım gibi iyi davranma isteği duyabilir ve bundan dolayı da mutlu olabilirim. Bunun yanı sıra bir kötülük yapmak da isterim ve bu bana büyük bir zevk verir."
- Dostoyevski (Ecinniler, 1872, Stavrogin)
Her okur yaşamının bir döneminde, sevdiği yazarın peşine düşer. Şimdiye kadar onun yazdıklarını fazlasıyla okudum, hatta tekrar tekrar okudum, peki aslında kim bunları yazan, diye düşünür. Nihayet, yazara dair önemli biyografileri gözden geçirir, teker teker okur. Büyük hayatları, yani büyük insanları okumak her zaman büyüleyicidir. Ancak biyografi okumanın da kendine mahsus bir tehlikesi, hatta sıkıcılığı vardır. Bir kere biyografiyi kaleme alanın üslubu, yazara bakış açısı her şeyden önemlidir. Sevdiğimiz bir yazarın hayatını okuyacaksak, tatsız şeylerle karşılaşmak istemeyiz öyle değil mi? Ne büyük yanılgı! Sıradan bir kimse, bizi neden bu kadar sarssın ki? Demek ki yazarın o çok sevdiğimiz hikaye etme becerisinin ardında hiç beklemediğimiz, bambaşka bir hayat ve son derece ilginç bir karakter olabilir. Tüm bunları merak etmek demek, kütüphanemizde hayat okumaya, yani biyografiye geniş bir yer açmak demektir ve bunun tadını bir kez alan, bir daha asla vazgeçemeyecektir.
Bazı yazarlar hakkında, tıpkı pek çok sanatçı gibi, ölümlerinden sonra daha çok konuşulur. Her doğum ve ölüm yıldönümlerinde konferanslar düzenlenir, sonra bu konferanslar metne geçirilip yayınlanır, yeni araştırmalarla birlikte yeni biyografiler raflarda görülür, makalelerin biri biter, diğeri başlar. 2022 itibariyle Dostoyevski'nin ölümünün ardından 140 sene geçti. Ününden hiçbir şey kaybetmediği gibi hayatının merak ediliş frekansı da her zaman arttı. Tıpkı Nietzsche, Freud, Shakespeare, Goethe, Leonardo da Vinci, Mozart, Vivaldi ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi. Yazdıkları pek çok dile çevrilmiş, dünyanın dört bir yanında okunup dinlenmiş, filmleri ve belgeselleri çekilmiş insanların hayatlarındaki gölgeli taraflar her okuru, yani her meraklı insanı tetikler. Bu büyük insanların hâlâ yaşıyor olmalarının sebeplerinden biri de işte bu tetiklenmedir. Meraklar merakları çağırır ve satır aralarından o insana dair yeni bilgiler elde edilir. Bazen bunlar bilgi değil yorum olur ama yine de okur doymaz. Dostoyevski de işte doyulmayan yazarlardan biridir.
Dostoyevski'ye dair daha önce Henri Troyat, Edward Hallett Carr ve Stefan Zweig tarafından yazılmış kitapları okumuş, Andre Gide'in kitabına ise ulaşmak için gerekli gayreti gösterememiştim. Okumak istediğim bir zamanda ise raflarda ve internet satışında bulamamış, vazgeçmiştim. Gide'in Dostoyevski kitabı, Kasım 2022'de S. Sema Gül tarafından Fransızca aslından çevrildi ve Timaş tarafından yayınlandı. İlk sayfadan itibaren okuyacağınız kitabın klasik bir biyografi değil; bir yazarın, hayranı olduğu bir yazarı anlatışı olduğunu fark ediyorsunuz. Buradan sonrası ise Gide ile okurun Dostoyevski'yi nasıl tanımladığı, neyini enteresan bulduğu ve hangi yönleriyle bu kadar sarsıcı olduğu arasında şekilleniyor. Dostoyevski'yi seven bir okur olarak en dikkate değer bulduğum ve peşinden gittiğim mesele, Gide'in dilinden söylemek gerekirse şöyle: Dostoyevski, çevresindeki insanları hayatı boyunca mutlu etmeye çalışmış fakat hayatı boyunca sıkıntı içinde yaşamış biri.
"Yazarı bir kenara bırakın, önemli olan eserdir!" düşüncesini Gide anlamlı buluyor ama çok önemli bir farkla. Ona göre esas hayranlık verici olan ve içinde pek çok ders bulunan mesele, yazarın esere verilecek öneme rağmen yazmış olması. Yani içinde mutlaka ama mutlaka kendinden bir şeyler olacağı ve bu şeylerin her eserinde çeşitleneceği, zenginleşeceği. Dostoyevski gibi çileli bir ömür sürmüş yazarların sıkıntıları her daim merak edilir. Onun en büyük sıkıntılarından biri para olmuştur. Buna rağmen yazma eylemindeki temel değerden asla vazgeçmemiştir. 50 yaşındayken söylediği "Hayatım boyunca para için çalıştım ve hayatım boyunca hep sıkıntı içinde oldum; şimdiyse her zamankinden daha zor durumdayım" derken, 24 yaşında yazdığı mektuplardan birindeki şu hassasiyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir: "Ne olursa olsun yemin ettim; fakirliğin sınırlarına bile ulaşsam, yine de dayanacağım ve siparişle yazı yazmayacağım. Sipariş sanatı öldürür; sipariş her şeyi yok eder. Ben eserlerimin her birinin, tek başına iyi olmalarını istiyorum."
"Creative suffering" denilen kavram, yani yaratıcı acı, Dostoyevski'yi ifade eden en önemli kavramlardan biri. O, insaniyet namına hissettiği ve kendi içinde yaşadığı tüm acılarını yazarak hafifletmiş, hafiflemese bile dünyaya dayanabilmiş bir yazar. Sıradanlığı, özellikle de sıradan insanı korkutucu buluyor. Ona göre karmaşık bir insan, insan ruhunun en iyi biçimde çözülebileceği, insanlığın en iyi biçimde anlaşılabileceği bir laboratuvar aynı zamanda. Peki insandaki hangi özellik Dostoyevski'yi bu kadar kendine doğru çekti ve tüm karakterlerinde bunu işledi? Bunu Gide'in kaleminden okuyalım: "Dostoyevski'nin eserlerinde iç dünya, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinden çok daha önemlidir. İşte Dostoyevski'yi birçoğumuz için bu kadar büyük, bu kadar önemli, birçokları için de bu kadar çekilmez kılan sır da bu değil mi zaten? Dostoyevski'nin yaptığı olağanüstü şey şudur ki kahramanların her biri -bir yığın kahraman yaratmıştır- önce kendi kişilikleriyle vardır ve bu içsel varlıkların her biri, kendilerine özgü sırlarıyla, bütün sorunlarının karmaşıklığıyla karşımıza çıkarlar."
Buradaki karmaşıklık kelimesi her zaman için ilgi çekicidir ve üzerine gidilmesi gerekir. Nietzsche'nin Dostoyevski'ye dair "Bana ruh bilimi konusunda bir şeyler öğreten tek kişidir." sözü, işte bu karmaşıkla ilişkilidir. İnsan karmaşıktır çünkü hayatının amacını bulmak ve onun üzerine çalışmak zorundadır. Bunu yapmadığındaysa karanlık tarafı ortaya çıkacak ve kendini ele geçirecektir. Oysa insan, kendisini inşa etmelidir ve ruhsal özgürlüğüne de ancak bu şekilde kavuşabilecektir. "Dostoyevski'ye göre hepimizin yüce, gizli, hatta kendimiz için bile gizli ve hiç kuşkusuz içimizden birçoğunun hayatına verdiği görünür amaçtan çok daha farklı bir yaşama nedeni var" diyor Gide. Bu sözler, elbette ki Ölü Bir Evden Hatıralar'daki şu cümleleri hatırlatıyor: "Hiçbir insan, belirli bir amacı olmadan ve bu amaç için çaba sarfetmeden yaşayamaz. Eğer amaç ve umut bir kez kaybolursa, iç sıkıntısı o insanı genellikle bir canavara dönüştürür."
Henüz 28 yaşındayken yazmış olduğu mektuplara bakılırsa Dostoyevski, acıdan sanat çıkaracak meziyetlerin her birine sahipti ve bu meziyetine ölene dek sadık kaldı. 18 Temmuz 1849 tarihinde "İnsanda büyük bir acıya katlanma ve yaşama gücü var. Ama ben bunun bu kadar güçlü olduğuna inanmıyordum. Ancak bu gerçeği kendi tecrübelerimle öğrendim" diye yazar. Bir ay sonra hastalıktan yorgun düştüğünde ise başka bir mektubunda "Ümitsizliğe düşmek günahtır... Severek yapılan ölesiye bir çalışma, işte gerçek mutluluk budur" der. 14 Eylül 1849'da yazdıkları ise acıdan yaratıcı sürece geçişinin şifresi gibidir: "Çok daha kötüsünü bekliyordum ve şu an çok iyi biliyorum ki bende tüketilmesi mümkün olmayan bir yaşam gücü var."
İşte Dostoyevski bu yüzden büyüktür. Başına gelen hadiseler karşısında ağlayıp sızlanmak yerine yazmayı, yani sanatı seçmiştir. Kendini ve eserlerini acısından var etmiştir. Böylece insan ruhunun derinliklerine, hayatın muammasına dair bugünün ve geleceğin insanı için daima el feneri olmuştur.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf