Yaşıtlarım arasında yahut civarımda, türkü dinleyenleri birer birer kaybediyorum. Kimileri bir bozlak gibi süzülüyor kara toprağa ansızın, kimileri de işine ve değişen yaşamına uygun başka bir gazel tutturuyor. Böyle olunca da insan; içinden türkülerin geçtiği filmlere ve kitaplara daha sıkı sarılıyor. Onları tekrar tekrar izleyip okumak istiyor. Başkalarıyla da paylaşıyor ki o türküler, o yara izleri; geçmişle gelecek arasında yakası kirlenmiş, paçası buruş buruş olmuş, alnı ter içinde kalmış kimselere de iyi gelsin.
Basit bir şeyden, her an yenisi üretilen, kolayca ulaşılan bir şeyden bahsetmiyoruz türkü diyerek. Daha bugün, arabada giderken şöyle güzel türküler çalan radyo bulmakta bile zorlandım. İki türkü arasına sıkıştırılan ve dinleyene adeta emredilir gibi konuşulan politik bulamaçtan da, geçmişin samimi nağmeleri yerine yeninin plastik teknolojisiyle üretilmiş (cover) türkülerinden de fenalık geliyor insana bir süre sonra. Türkü dinlemek, içten gelen bir şey değildir. Türküler, her an içte taşınan duyguların birer çıktısıdır. Türkü söylenince ya da dinlenince o duygu bizi terk edip gitmez, aksine yeniden düşünmemize, yeniden duygulanmamıza ve insan oluşumuza bir işaret fişeği gönderir. Bak ama gör, der. Yaşa ama hisset. Kemal Varol'un Ucunda Ölüm Var romanında geçtiği gibi: "Ne zaman bir yerde bir türkü çalındı kulaklarıma, o eski yaram gelip otağını içime kurdu.". Türkü dinleyenleri iyice bir süzdüğümüzde fark ederiz, onların kendilerine mahsus bir dünyaları vardır başkaları tarafından pek de anlaşılmayan. Hadi yine aynı romandan hatırlatayım o güzel cümleleri: "Bir adam, yetmiş yıl boyunca bir kütük gibi dümdüz yaşadıktan sonra bir gün durduk yere bir türkü söyleyip ipil ipil ağlıyorsa, bir derdi, bir başkasıyla kapatamadığı bir hesabı vardır muhakkak."
Türkülerimiz, topraklarımızın resmî olmayan tarihidir, yani hakikatidir. Kimi zaman yazılı ama en çok da sözlü biçimde bugünlere aktarılmıştır. Bir ağacın gölgesinden, bir çeşmenin başından, bir sofradan veya muhabbet halkasından tütüp geleceğe uzanmıştır. İnsanların gönül aleminde sonsuzluk kazanan türkülerimize nüfuz etmemiz, onlarla birlikte yaşamamız neden kıymetlidir? Böyle olursa, günümüzde pek sık ifade bulan "kişinin kendine yabancılaşması" hadisesi daha az vuku bulur. İnsanın içinde bir saat vardır. Bu saat, onun meziyetlerini meydana çıkarıp, cevherini parlatıp, insanlığa faydalı olması için ayarlanmıştır. Dünya, bu ayarı sık sık bozar. İnsanın amacı bu ayarı yeniden kurup işler hâle getirmektir. Aksi hâlde "kendine yabancılaşma" yaşanır. Türküler, birer kendine yakınlaştırma araçlarıdır. Çünkü sözüyle bağlantısı olan özüyle de bağlantılıdır. Türkçemizde "özü sözü bir olmak" diye bir tabir vardır: türküler, kulakları da gönülleri de terbiye eder.
Muaz Ergü, bir türkü sevdalısı. Ötüken Neşriyat'ın Söğüt Kitaplığı'ndan Şubat 2022'de neşredilen Anadolu'nun Kadim Sesleri adlı çalışması, bu sevdanın bir raporu. Çeşitli portrelerin ve türkülerin iç içe geçtiği kitapta bir sevdayı ciddiye almanın ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Sayfalar ilerledikçe hem türkü hafızamız genişliyor hem de türküleri seslendiren, bugünlere taşıyan ustaları yeniden tanıma imkânı buluyoruz. Mahzuni Şerif, Âşık Veysel, Neşet Ertaş, Celal Güzelses, Hafız Osman Öge, Hasan Tunç, Hisarlı Ahmet, Kazancı Bedih, Osman Gökçe, Sümmânî, Sıdkî Baba, Tenekeci Mahmut, Zaralı Halil Söyler ve daha ne isimler, ne hayatlar, ne türküler beslemiş bizi, beslemeye de devam ediyor, bu hassasiyeti hatırlamak insana ne pencereler açıyor...
"Sözden örülmüş bir kale gibiydi Anadolu coğrafyası" diyor Muaz Ergü. Neden böyle diyor? Kitaptan okuyalım: "Önce söz vardı, diye başlar Kelam-ı Kadimler. Söz vardı… Olduran, onduran, yakıp kavuran, yangına su olan, güldüren, ağlatan… Gönle dokunan, gönlü darmadağın eden, dağılmış bütün parçaları toplayan, yalımıyla eriten, şifasıyla yürek sızısını sağaltan, varlık yaralarına merhem diye sürülen… Varlığın dolaysız, bağlantısız, araçsız, aracısız dile geldiği, dile getirildiği söz. Modern zamanlardaki gibi varlığa yabancılaşmamış, mekanik süreçlere hapsedilmemiş, kirlenmemiş, kirletilmemiş… Teknolojik bir metaya dönüştürülmemiş… Söz vardı Anadolu’nun uçsuz bucaksız coğrafyalarında. Varlığın acıda ve sevinçte, hüzünde ve tebessümde meskûn olduğu, hakikatin söyleştiği, hakikatin söylendiği… İnsanlığa dair bütün hâllerin (aşkın, sevdanın, bulmanın, yitirmenin, ayrılmanın, kavuşmanın, gurbetin, sılanın, yokluğun, yoksulluğun, yaşamın, ölümün, yitip gitmenin, vuslatın) söylendiği duru sözler. Dupduru göğün altında, mahşerî bir yürekten çıkan… Âşıkların dilinden uçsuz bucaksız yüreğe dökülen..."
Türküleri ve onları saza, söze dökenleri yeniden hatırladığımızda; bazı insanların yaşadıkları coğrafyayla ne kadar iç içe geçtiğini görebiliyoruz. O coğrafyanın âdetleri, gelenekleri, görenekleri, zamanın siyasi problemleri, iktisadi sıkıntıları, insan ilişkilerindeki kaybolan samimiyet, huzurun ve güvenin yavaş yavaş toplumdan çekilmesi ve daha neler neler. Mesela bir Âşık Veysel, bize türküleriyle neler anlatıyor? Ergü şöyle diyor:
"Adına hayat denen muammayı, baştan ayağa bilinmezlik olan ömür serencamını 'Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece,' diyerek üç beş kelimeyle çözüvermişti. Felsefenin, bilimin, sanatın binlerce ciltte anlatamadığı hakikati söyleyivermişti hepimize hem de görmeyen gözleriyle. Veysel’in gözleri, dışındaki maddi dünyaya kapalıydı. Maddi dünyaya kapalıydı kapalı olmasına ama gönül gözü sonuna kadar açıktı. Kimsenin bakmayı bilemediği, bakmaya cesaret edemediği dünyamızın ummanına dalmıştı. O ummandan topladıklarını, payına düşenleri tertemiz, arı duru bir dille sundu bizlere. Veysel’in hayatı Anadolu gibidir. Acısı da gerçek, ayrılığı da… Çocuk yaşta bir gözünü kaybeder. Talihsiz bir kazada diğerini… İçine doğduğu dil zaten ozanlık, âşıklık dilidir. Yanmışlığın, kederin dili. Hüzünlerimizi, sevinçlerimizi, her türlü insani hislerimizi şiirle, sözle ifade eden bir dil. Yokluğun, yoksulluğun, mütevazılığın, engin gönüllülüğün, kaybetmenin yüceliğinde olgunlaşmış, kemale ermiş bir dünyanın dili."
Anadolu'nun Kadim Sesleri, hem kitap hem de türkü sevdalıları için mutlaka devam etmesi gereken gereken bir çalışma. Artarak, genişleyerek, toprağa ve göğe insan saflığının güzelliklerini hatırlatarak. Bu güzelliklerin içinde acının da neşenin de olduğunu göstererek. Bir yerlerde türkü söyleyenler varsa, hayat 'her şeye rağmen' devam ediyor demektir. Türküler çekip gidiyorsa bu topraklardan usul usul, işte o zaman kimsesiz kalıyoruz demektir. Çünkü türküler bizzat biziz, onlar bizim hikâyemiz...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf