"Gam üstüne gam verilir. Ta ki gelene sevinmeyene, gidene üzülmeyene kadar. Bir şeyin olup olmaması arasında sence bir fark mevcutsa, nakıssın, tamamlanmaya çalış."
- Ahmed Amîş Efendi
- Ahmed Amîş Efendi
“Vara vara vardım ol kara taşa” diyor Karacaoğlan. Ömür yolculuğunun nihayetinde her bedenin varacağı yer kuşkusuz bir kara taşın gölgesidir ancak insan kuru bir bedenden ibaret olmayıp yolculuğu da bir ömürle sınırlı değildir. Beden, topraktan gelip toprağa gider; can ise Hakk’tan gelir, Hakk’a gider. “Ölürse tenler ölür / canlar ölesi değil” diyen Koca Yunus, “can” için bir menzil de işaret ediyor: “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni”. Derviş, birlik yolunun yolcusudur; menzili ise Hakk’ın kokusunu alacağı bir kâmil-i mürşidin yanıdır. Bu yola kendi içinden çıkar derviş, en nihayet kendi içine döner. Kendi içinde bütün kâinatın deveran ettiğine şahitlik eder. Maldan, mülkten, akraba-ı taallukattan ve dahi evlâd ü iyalden geçerek nefsiyle devam ettiği yolculukta nefsini de öldürüp Dostla bir olarak nihaî menzile ulaşır. Bu yol, hakikat yoludur ve bu yolun menzili Kâmil bir mürşiddir. Bu kâmil mürşitler zamanın kutuplarıdır.
Fatih Sertürbedârı Tırnovalı Kutbu’l-Ârifin, Gavsu’l Vâsilin Mürşid-i Kâmil Ahmed Amîş Efendi de XIX. yüzyılın son çeyreği ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde irşad vazifesinde bulunmuş bir mürşid-i kâmil olup sohbet halkasında bulunan pek çok hasta gönlün şifa bulmasına vesile olmuştur. Ömr-i saadetlerinde huzuruna varanlara ne mutlu. Kendisinden günümüze yazılı bir eser kalmasa da bazı sohbetleri ve kıymetli sözleri dinleyen bahtiyarlarca not edilip günümüze kadar ulaştırılmıştır. Bu sözlerden ve anlatılardan Ahmed Amîş Efendi’nin keramet ehli bir zat olduğunu ancak kerameti kendinden bilmeyip müridlerinin nefis eğitimine ihtimam gösterdiğini anlıyoruz.
Tasavvufta mürid ile mürşid arasındaki rabıta oldukça mühimdir. Dervişlik dahi nasip iledir. Nasibi olmayanın yolculuğunu fenaya çıkarken nasibini bulan derviş, aşk deryasına dalmaktan beri kalmaz. Koca Yunus’un Hacı Bektâş-ı Velî dergâhında nasiplenemeyip Tapduk Emre’nin kapısına yönelmesi gibi Ahmed Amîş Efendi de uzunca zaman nasibini aramıştır. Mürşid-i Kâmil Ahmed Amîş Efendi adlı eserden alınan şu ifadeler onun da nasibini arayışını “Esasen fıtratlarına gömülmüş olan İlahî cezbe-i aşk yüzünden bir manevî üstad ararken Bektaşî şeyhlerinden Servili Sadık Efendi’ye müracaat ettilerse de: ‘Sizin nasibiniz bizden değil, ırkı pâklerdendir. Yerinize gidip ona intizar ediniz.’ cevabını aldılar.” Bu olaydan sonra rüyasında Bosnevi Mehmet Tevfik Efendi Hazretleri zuhur ederek kendisini İstanbul’a davet etmiştir. 1877 senesinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında başlayan savaş nedeniyle İstanbul’a ikinci kez gelir ve bu kez İstanbul’a yerleşir. Türbedâr Bekir Efendi’nin kendisine türbedârlık vazifesini bırakmasından sonra Fatih Sultan Mehmed türbesinin türbedârı olmuş ve Fatih Türbedârı olarak da anılmıştır.
Her tarikatın kendince benimsediği birtakım merasim ve âdâblar bulunmakla birlikte bunlar tasavvufun olmazsa olmazı değildir. Bununla birlikte “Usûlsüz vusûl olmaz.” düsturunca tarikatler bu merasim ve âdâbları menzile ulaşmakta bir vesile kabul etmişlerdir. Ancak bu usûllerin en başında samimiyet ve teslimiyet yer almalıdır. “Tarikatlerin merasim, âdâb ve erkânından uzak kalarak melâmetle irşâda devam etmiştir. Fakat müridlerin ‘melâmet’ kelimesini kullanmalarını yasaklamıştır. Kendisinden ders isteyenlere tevbe ve istiğfar etmelerini, Kur’an okumalarını tavsiye ederdi.” ifadelerinden anladığımıza göre Ahmed Amîş Efendi müridlerinde evvela samimiyet istemiştir.
Kendisinden bizlere pek çok sözünün kaldığını söylemiştik. Bu sözlerden birkaçını örnek vererek kendisinin manevi iklimini teneffüs etmeye çalışalım. Bir sözünde şöyle buyuruyor hazret: “İbrahim’ül meşreb olunuz. Ama İbrahim olmadan da kendinizi ateşe atmayınız.” İsmet Özel: “Allah insanı iddiasından vurur.” diyor. Dervişlik bir iddiada bulunmaktır ve iddia imtihanı da gerekli kılar. Cenab-ı Hakk Ankebut suresinde: “İnsanlar sadece ‘iman ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?” buyuruyor. Derviş de üzerinde bulunduğu yolun iddiacısıdır ancak yolun sonuna niyet etmekle birlikte yolda olduğunun bilincinde olmalıdır. Bir başka sözünde de şöyle buyuruyor: “Nakıs iken irşâda kıyam edenlerin mütenebbilerle (deliler) haşrından korkarım.” Bir sohbetinde Yağız Gönüler: “Tasavvufla ilgili yazanlara şu soruyu sorun: ‘Mürşidiniz kim?’ Şayet bu soruya bir cevap veremezse yazdıklarına kıymet vermeyin.” demişti. İrşad, büyük bir iddiadır ve ehil olmayanların elinde küfre yol açar. Bu yolda da ehliyet kâmil bir mürşidden icazet almaktır.
Hazretin evliliğe dair şu sözü günümüzdeki mutsuz evliliklere bir ilaç olacak mahiyettedir: “Hazreti Âdem’e Allah hitap etmiş; ‘Ya Âdem sen beni eskisi gibi göremezsin, görmek istediğin zaman fer’in olan Havva’ya bak” Havva’ya hitap etmiş; ‘Ya Havva sen beni eskisi gibi göremezsin, görmek istediğin zaman aslın olan Âdem’e bak.” Leyla ve Mecnun mesnevisinde Fuzuli’nin çizdiği bir düstur vardır. Leyla, Leyla derken Mevla’yı bulur Mecnun. Eşlerin birbirini Allah için sevmeleri, evlilikte Allah rızasının gözetilmesi ve Hakk niyetiyle birbirlerine bakan eşlerin birbirlerinin varlığında Allah’ın varlığını idrak edeceği hakikati ifade buluyor bu sözde. Bir başka sözünde ise şöyle söylüyor: “Vücuduna sözü geçmeyenin başkasına sözü geçmez.”. Günümüzde, “Hocanın dediğini dinle, yaptığını yapma.” Şeklinde meşhur bir laf var. Aslında bu iki söz arasındaki fark, mürşidlik ile günümüz hocalığı arasındaki ahlâkî farkı ya da toplumun bu iki kavrama bakış açılarındaki farkı gözler önüne seriyor. Aşkın Yolculuğu Yunus Emre dizisinde yer alan; “Kim karşına geçip ben şeyhim diye durursa, bil ki o aslında Hakk’ın sözüyle senin arana girmiş bir baykuştur.” sözü de bize söylüyor ki özü temiz olmayanın sözü de temiz olmaz. Ahmed Amîş Efendi bir başka sözünde de şöyle söylüyor: “Birinci senede imam, ikincide tamam, üçüncüde kalpaklı yuvan, dördüncüde bir kalbur saman olmayın.” Bu söz tasavvuf yolunun kestirmesi olmadığını ve dervişin sabretmesi gerektiğini söylüyor bize.
Müridin mürşidine karşı takınması gerektiği tavrı açıklayan şu örnek esasen kulun Rabb’i karşısında takınacağı tavrı da gösteriyor: “Kuşadalı Efendmizden; Şeyhim dedi ki; ‘Ahmed ayı ol ayı.’ Ürktüm. Sonra döndü: ‘Yani zurnacı nasıl çalarsa ona ayağını uydur. Ayının otuz iki türküsü varmış onun da hepsi ahlat (yaban armudu) üzerine imiş, talip de böyle olmalı.”
İnsanın tekâmülüyle ilgili şu sözleri özellikle manevi bağlarımızın zayıfladığı günümüzde karanlık gönüllerimize bir fener aydınlığı sunuyor: “Resûlullah Allah’ın harem dairesidir; insan bir ağaca benzer, kökü Allah, gövdesi Muhammed (sav), yaprakları da kendisidir; kişi çalışarak köküyle gövdesini bulmalı; mükevvenat bütün teferruatıyla beraber insanın kendisinde mevcuttur, sahibi de beraber; insanda aşk-ı İlahî o kadar fazla olmalı ki ateşi yakmalı.” İnsan, asla ümitsiz vaka değildir; kurumuş bir dal parçasını meyve ağacına döndüren Rabbim paslanmış gönülleri de nuruyla aydınlatmaya kadirdir.
“İnsanlar Allah’a birçok yoldan varırlar. Hüsnü hulk, ibadet, zikir, iyilik, vs. gibi. Fakat en kısa ve kestirme yol muhabbettir.” diyor bir sözünde. Bu dünyanın hâsıl oluşundaki muhabbettir söz konusu. Muhabbet, gönül çerağının tutuşmasıdır. Gönülde çerağ tutuşursa masivanın bütün karanlığı aydınlanır, Hakk aşikâr olur. “Bu zamanda evliya az mıdır, yoksa çoklar da kendilerini göstermiyorlar mı?” sorusuna karşılık: “Evliya çoktur, fakat zamanımız dalâlet zamanı ve Allah’ın Celâl sıfatı hüküm sürüyor, onun için kendilerini göstermiyorlar, yoksa zenginler ama paraları ellerinde değil. Güneş var, fakat arada bulut var, ziyası mestur.” cevabını veriyor. Bu cevap günümüz Müslümanlarının da durumunu izah etmekte isabetli bir söz.
Evliyaullah’ın durumuna dair söyledikleri de tevhid ve vahdet-i vücud kavramlarını idrak etmemiz açısından oldukça mühimdir: “Evliyaullahın durumu, bir denizin kıyısındaki ev sahibine benzer; hem denizden, hem deryadan istifade eder. O deniz ‘Deryayı İlâhîdir’. Evliyaullahın halini sobanın içerisine sokulu, uzun müddet kalan bir demir parçasına da benzetebiliriz: Sobanın içerisinde iken ve çıktıktan birkaç dakikaya kadar o demir de ateş olmuştur ve ateş gibi kıpkırmızıdır. Fakat ona ateş diyebilir miyiz, o gene demirdir. Allah Allah’lığından vazgeçer mi evladım?” Derviş ile mürşid arasındaki ilişkiye dair söylediği şu sözler ise hakikati bulmak yolunda evliyaullahın ehemmiyetini izah etmeye yeterlidir: “Bir demir parçasının mıknatıs yanında bulundukça mıknatısiyet aldığı gibi, kul eğer dünyanın geçici, Allah’ın emirlerinin Hak olduğunu içten duyarak kabul etmiş, Hak yoluna taliplisi ise, Hak ile her an beraber olan bir veli yanında bu huzuru bulacaktır.”
Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemine rastlayan irşad vazifeleri sırasında pek çok keramet göstermiş ve bu kerametleri müridi olan komutanlar tarafından bizzat anlatılmıştır. İşgal edilen vatan topraklarına karşı: “Gâvurlar girer yine çıkar. Allah dinini hıfz eder.” diyerek Allah’a olan inancını Müslümanlara bir reçete olarak sunmuştur. Nitekim vefatlarından birkaç yıl sonra düşman işgali son bulmuştur. Mezarı Fatih Camii Haziresinde bulunmaktadır.
Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc